KASÎDE-İ PİLÂV

YAZAR : İlyas KAYAOKAY kayaokay_2323@hotmail.com

Pilâva çâşni veren pelte midir zerde midir?
Söyle ey aşçı bana bunları, ezberde midir? (Tırsî)

Ne zaman ki bir hâl veya mevzu dâimî tekrar hâlini alıp her defasında gündemi meşgul ederse hiciv bâbında; «Temcid pilâvı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek» deyimini kullanırız.

Temcid; minarelerden okunan, ezandan farklı bir makamda icrâ edilen, Allâh’ı ululamak adına yapılan hamd ü senâ idi. Ramazan ayında sahur vaktinde terennüm edildiği için «sahur» anlamına da gelir. Temcid üç aylar sürecinde düzenli olarak devam ederdi. Buna minarelerin altına toplanan halk da iştirak ettiğinde âdeta bir mûsıkî toplantısına dönüşürdü. Temcid ilk olarak Bilâl-i Habeşî tarafından okunmuştur. İstanbul’da her pazartesi ve cuma gecesi temcid okunması âdetini bizzat Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ihdâs etmiştir.

Ramazan ayında sahur için hazırlıklar akşamdan başlar. Çünkü yeni yemeklerin hazırlanması için sahur oldukça kısa bir vakittir. Buna insanımızdaki uykuseverlik de eklenince durum daha da zorlaşır. Zaman kaybetmemek için yeniden pişirmek yerine akşamdan yapılmış pilâvı, içerisine yağ koymak sûretiyle yeniden ısıtırlar.

Pilâvın lisanımıza katkısı sadece temcid ile değildir. “Pilâv yiyen, kaşığını yanında (belinde) taşır”, “lâfla pilâv pişerse, deniz (dağ) kadar yağı benden”, “pilâvdan dönenin kaşığı kırılsın”… gibi daha pek çok pilâv ile alâkalı deyim ve atasözlerimiz vardır.

Anadolu topraklarında artık unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizden biri «pilâva kaşık saplama geleneği»dir. Evlilik çağına gelmiş delikanlılar, -edep gereği- evlilik meramlarını ailelerine sembolik ifadelerle arz etmişlerdir. Sofranın orta yerinde pilâva kaşığını daldırıp onu kaldırmayan kişi, evlenmek istediğini zarif bir üslûpla ailesine beyan etmiş olur. Aile mesajı alır ve gerekeni yapar…

İzdivaç hazırlığında olan bir kimsenin düğün tarihi; “Pilâvını ne zaman yiyeceğiz.” şeklinde sorularak öğrenilir.

Bazı efsanelerde pilâv motifi göze çarpar. Dede Molla ile Yavuz Sultan Selim arasında geçen hikâyede «bitmeyen pilâv», kanaati temsil eder. Anadolu’da pilâv ile ilgili çeşitli âdetler ve inanışlar mevcuttur. Yağmur duâsı esnasında pilâv pişirilmesi âdeti tesadüf değildir. Her bir pilâv dânesi, yağmur damlası kadar kıymetlidir. Doğum, evlilik, ölüm gibi hayatın geçiş merhalelerinin en önemli aşıdır pilâv. Fakirin dürdânesi, bereketinse nişânesidir. Sofralarımızın en mütevâzı yemeğidir.

Bir sohbet esnasında Ahmet Hamdi TANPINAR, hocası Yahya Kemal’e;

“–Üstad, bu millet Viyana’ya kadar nasıl oldu da gidebildi?” sualini yöneltir. Yahya Kemal talebesine;

“–Cevabı gayet basit, pilâv yiyerek ve Mesnevî okuyarak gittiler.” demiştir. Elbette bu cevapta hem maddî hem mânevî yöne vurgu yapılıyor. Lâkin pilâv demesinin sebebi, halkın «mütevâzı» yönüne işaret etmek içindir.

Gerek dîvan şairlerinde olsun gerek halk şiirinin müdâvimi olan şairlerde olsun; pilâv, bir mısrada dahî olsa konuk olmuştur. Ancak dîvan edebiyatında bir şair vardır ki onun için pilâv, başlı başına bir kasîde mevzuu olmuştur. Bu şair Ravzî’dir. Hayatı hakkındaki bilgiler, şiirlerinden yola çıkılarak tespit edilen Ravzî*, Balıkesirlidir. 16. asırda yaşadığı bilinmektedir. Artık biz sükût edip meydanı, belki de bir kuraklıktan dolayı bir süre pilâvdan mahrum kalmış olduğu anlaşılan Ravzî’ye bırakalım:

Kande gittin ey gıdâ-yı rûhum ey cânım pilâv?..
Haste-i cû‘um gel ey dermân-ı cev‘ânım pilâv?..

“Ey rûhumun gıdası, ey cânım pilâv, sen nereye gittin? Açlıktan takatsiz kaldım. Ey açlığımın dermanı pilâv, gel artık.”

Kaldım aç u zâr u muhtâc u zebûn u bî-nevâ,
Pây-mâl-i leşker-i cû‘ itme sultânım pilâv…

“Ey sultanım pilâv; aç ve muhtacım, yiyeceksiz bir şekilde zelil durumdayım. Beni açlık askerinin ayakları altına itme.”

Mâl-ı Kārûn gibi nâ-geh yere mi geçtin acep?
Görmez oldum ben seni ey genc-i pinhânım pilâv…

“Ey gizli hazinem pilâv, ben seni görmez oldum. Acaba Kārûn malı gibi ansızın yerin dibine mi girdin.”

Cân dimâğın âh kim bûy-ı dil-âvîzin tutar,
Hânesinde gâh geh yidikçe hayrânım pilâv…

“Âhh! Zaman zaman evinde yediğimde hayran olduğum pilâv, gönül çeken kokun burnumda tüter.”

Ârzû eyler seni zîrâ gönül sultânıdır,
Görmedi gerçi benim emsâl ü akrânım pilâv…

“Benim benzerlerim ve yakınlarımın görmediği pilâv, sen gönül sultanısın, herkes seni arzu eder.”

Benzimi zerdeye dönderdi teb-i hecrin senin,
Kurudu kalmadı tende katrece kānım, pilâv…

“Ayrılığının harareti yüzümü zerdeye döndürdü. Ey pilâv, tenimde bir damla kanım kalmadı, kurudu.”

Değme nâdân ağzına lâyık değilsin hak budur,
Ey gıdâ-yı can-fezâ-yı ehl-i irfânım pilâv…

“Ey hakikat ehlinin câna can katıcı gıdası olan pilâv, doğrusu budur ki sen cahillerin ağzına lâyık değilsin!”

Dâr-ı Çînîler ekilmiş hûb kāb-ı nevlere,
Mâilin gāyette ey şâh-ı Horasân’ım pilâv…

“Tarçın serpilmiş güzel, yeni kaplara. Ey Horasan şâhım pilâv, ben sana çok düşkünüm.”

Gayrı yemekler, senin yanında, gülmez yüzlüdür,
Şûh-ı rânâsın sen ey gül-berg-i handânım pilâv…

“Ey gülen gül yaprağım pilâv, sen güzel kokulu bir güzelsin. Başka yemekler senin yanında asık suratlı kalır.”

Yüzünü gün gibi görsem her sabâh u şâmda,
Can katardın cânıma âlemde cânânım pilâv…

“Ey cânânım pilâv; yüzünü her sabah ve akşam, güneş gibi görsem cânıma can katılır.”

Lutf u ihsân eyleyip bir kerre gelsen meclise,
Alsa ortaya seni mecmû-‘ı yârânım pilâv…

“Ey pilâv, lutfedip bir kerecik meclise gelsen de toplanmış dostlarım seni meclisin orta yerine alsa.”

Şol mücellâ sâhanun içinde sipihr sofrada,
Hâle içre mâhsın ey mihr-i rahşânım pilâv…

“Ey parlak güneşim pilâv, gökyüzü sofrasında o parlak tabağın içinde bir ay gibi duruyorsun.”

Sûr-ı şâhı seyre vardım bir gün At Meydânı’na,
Salını salını ey nahl-i hırâmânım pilâv…

“Ey salınarak yürüyen hurma ağacım pilâv, bir gün At Meydanı’na gidip şâhın ziyafetini seyrettim.”

Ayasofya kubbesi sandım görüp nâ-geh seni,
Yüreğim koptu hemân ey dînim îmânım pilâv…

“Seni (sofrada) ansızın gördüğüm zaman Ayasofya kubbesi zannettim. İşte o vakit yüreğim koptu ey dînim îmânım pilâv.”

Hakk’a yüz bin şükr ü minnet kim bana kıldı atâ,
Şah Murâd ibn-i Selîm ibn-i Süleymân’ım pilâv…

“Allâh’a yüz bin defa şükrederim ki bana Süleyman oğlu Selim oğlu şah Murad’ım pilâv ikram etti.”

Gâh olur kim kırmızî renge girersin gül gibi,
Ey ekâbir lokması la‘l-i Bedahşân’ım pilâv…

“Ey büyüklerin/olgun kimselerin lokması Bedahşan yâkutum pilâv, bazen olur ki gül gibi kırmızı renge bürünürsün.”

Kâbe gibi geh siyeh-pûş olduğun bilsem nedir,
Ey safâ-yı hâtırım ey kıble-i cânım pilâv…

“Ey gönlümün safâsı ey cânımın kıblesi pilâv, Kâbe gibi bazen siyah giyinmenin sebebini bir bilsem…”

Geh yeşil destâr ile teşrîf edersin meclisi,
Bezme geldi sanki Âl-i Şîr-i Yezdân’ım pilâv…

“Bazen yeşil tülbent ile meclisi şereflendirirsin. O an sanki meclise Allâh’ın aslanı Ali’nin nesli (yeşil sarık saran seyyidler) gelmiş gibi olur.”

Esb-i tab‘ım sofra meydânında görse her kaçan,
Gem gever her dânene ağzımda dendânım pilâv…

“Ey pilâv; yaradılışımın atı, sofra meydanında ne zaman seni görse, her tanen için ağzımda dişlerim gem çiğner (yemek için sabırsızlanır).”

Dâne-i tesbîhe benzettim senin her dâneni,
Dilde zikrim, sevdiğim yâkût u mercânım pilâv…

“Gönülde zikrettiğim sevdiğim inci ve mercanım pilâv, senin her taneni tesbih tanelerine benzettim.”

Niçe feryâd etmeyim senden cüdâ Ravzî-sıfat,
Dest-i hecrin çâk ider dâim girîbânım pilâv…

“Ey pilâv, Ravzî gibi senden ayrıyım nasıl feryat etmeyeyim. Ayrılığının eli her dâim yakamı parça parça eder.”

__________________

*Yaşar AYDEMİR, Ravzî Dîvânı, Ankara, 2009.