BU ÂLEM FÂNÎ!

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Asr-ı saâdetten bir kıssa. Hissemizi alarak ibret ile okuyalım, dinleyelim.

Hâne-i sâadette her zamankinden farklı bir hâl vardı. Efendimiz suskun ve durgundu. İçeri girmek için izin isteyen kimseye izin verilmiyordu. Sonra Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer müsaade isteyince, onlara izn-i nebevî verildi ve içeri girdiler.

Peygamberimiz oturuyordu, etrafında ezvâc-ı Nebî…

Ses yoktu… Fakat Efendimiz’i bu ağır sükûnete sevk eden bir hâdise gerçekleştiği belliydi…

Hazret-i Ebûbekir’in firâsetiyle mesele birazdan anlaşıldı:

Efendimiz’in pâk hanımları o güne kadar çektikleri yokluklara sabretmişlerdi. Fakat yavaş yavaş imkânların genişlemesi üzerine, hep beraber Efendimiz’e arzularını açmışlardı. Artık evlerinde bolluk olsa, yiyecek-içecek ve sair ihtiyaçları karşılansa diye nazlanmaya teşebbüs etmişlerdi.

Hâlbuki Efendimiz; eline ne geçerse ashâbın fakirlerine göndermeye, ashâb-ı suffeyi tercih etmeye, akşam eline geçeni sabaha bırakmamaya, aynı cömertlik, aynı îsâr ile devam etmekteydi ve mübârek annelerimizden de aynı tavrı bekliyordu.

Rasûlullah yâr-i gārı Hazret-i Sıddîk’a, derdinden anlayacak sâdık dostuna tebessüm ederek âdeta yakındı:

“–Şu etrafında gördüklerinin hepsi benden nafaka istiyorlar!”

Kızının Efendimiz’i, dünyalık için üzdüğünü duyunca Hazret-i Ömer, derhâl kızı Hafsa’nın üzerine yürüdü. Hazret-i Ebûbekir de kalkıp Hazret-i Âişe’ye yöneldi:

“–Demek siz Rasûlullah’tan onda olmayan şeyi istiyorsunuz ha!”

Onlar;

“–Allâh’a yemin olsun! Biz ondan asla olmayan şeyi istemiyoruz!” dediler.

Peygamber Efendimiz, kanaat hazinesi ve gönül zenginliğinden başka hiçbir serveti evine sokmamaya kararlıydı. Zevcelerinin talebine olan üzüntüsünden, onlardan bir ay ayrı durdu. Ardından şu ayet nâzil oldu:

“Ey Peygamber! Hanımlarına de ki:

“Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelini verip sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki, sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 28-29)

Âyet-i kerîme Allah Rasûlü’nün haklı olduğunu ilân ediyor ve hanımlarına seçim yapmalarını ihtar ediyordu.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe’ye şöyle buyurdu:

“–Ben sana bir husus arz edeceğim. Cevap vermede acele etmemeni dilerim; anne babanla da istişâre ettikten sonra cevap ver.”

“–O husus nedir ey Allâh’ın Rasûlü?”

Nâzil olan âyet-i kerîmeyi tilâvet ettiler.

Hazret-i Âişe hüzün ve heyecanla seslendi:

“–Yani sizi tercih meselesinde mi ailemle istişâre edeceğim? Asla! Ben Allâh’ı ve Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum.” (Müslim, Talak, 29)

Hazret-i Hafsa’nın da, bütün hanımların da tercihi elbette Kâinât’ın Fahr-i Ebedîsi oldu.

Onlar lüks, ihtişam, debdebe istemediler. Sadece maîşet istediler. Evlerine erzak istediler. Fakat Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabul etmedi. Bizler için masum sayılabilecek bir talebi, ailesi için âdeta affedilmez bir tamahkârlık addetti. Onlara küstü. Âyet-i kerîme de onları; “Ya dünya! Ya Rasûlullah!” diye bir karar vermeye davet etti.

Onlar Rasûlullâh’ı seçtiler. Âhireti seçtiler. Sabrettikleri hayat kolay, basit bir hayat değildi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- yeğeni Urve’ye anlatıyor:

“–Ey kız kardeşimin oğlu! Allâh’a yemin ederim ki, biz bir hilâli, sonra diğerini, sonra bir başkasını, yani iki ayda üç hilâli görürdük de, (yani aradan iki ay geçerdi de) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evlerinde hiç ateş yakılmazdı.”

“–Teyzeciğim! O hâlde geçiminiz ne idi?”

“–İki siyah, yani hurma ve su. Bir de şu istisnâ: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ensardan sağmal hayvanları bulunan komşuları vardı. Onlar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bu hayvanların sütlerinden gönderirlerdi; o da bize içirirdi.” (Buhârî, Hibe, 1)

Peygamber Efendimiz’in eline imkânlar geçiyordu. Fakat O, önce; fakir öğrencilerini, aç komşularını, İslâm’a davet için koşturan mücâhidlerini, mübelliğlerini düşünüyordu.

Çünkü İslâm’da evvelâ cânan, sonra can vardır. Komşusu aç iken; evinde çoluk çocuğu ile karınlarını şişirenlerin, îmanları kemâle ermemiş, yani olgunlaşmamıştır. Ashâb-ı kiram; Efendimiz’in bu güzel hasletleriyle terbiye edilmiş ve O’nun sünnetine aynen ve harfiyyen hürmet ve riâyet ederek, çeyrek asır içinde, birçok ülkeleri fethetmişler ve böylelikle de hem dinlerini hem de dünyalarını mâmur kılmak saâdet ve bahtiyarlığına erişmişlerdir.

Ey kardeş!

Bu âlem fânîdir, bu âlemin sonu harap olmaktır. Onun için bizler de, ashâb-ı kirâmın yolunu izlemeli; her işimizde, her sözümüzde, her davranışımızda, ancak ve yalnız Hak rızâsını gözlemeliyiz ki, bu fânî âlemden ebedî âlemin saâdet ve selâmetini ele geçirebilelim. Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gösterdiği yol, cennet yoludur. Rızâ, mağfiret ve lütuf yoludur.

Bir insan, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, sonu ölümdür ve ölümden kurtuluş yoktur. Oysa İslâmiyet, kıyâmete kadar bâkî kalacaktır. Ancak ashâb-ı kiram, tâbiîn, tebe-i tâbiîn; silsilesi içinde müctehidlerin, âlimlerin tam ve eksiksiz olarak bize kadar intikal ettirdikleri bu mukaddes emâneti, bizden sonrakilere de aynı titizlikle teslim edebilmek şiârımız olmalıdır ki, bizler de onlar gibi dünya ve âhirette saâdet ve selâmete erelim.

Ey; «Aklım başımda!» diyen kardeş!

Bütün bunları düşünebiliyor musun? Dikkat ve ibretle şu kâinâta bak. Göreceksin ki; nice mâmurlar harap olmuştur, gelen gidiyor ve giden bir daha geri dönmüyor. Sana ve bana da bu sonsuz yolculuk çok yaklaştı, bizleri aldatıp avutan dünyadan ayrılmamız çok yakındır. Hazırlığın var mı?

Ey gençliğine güvenen!.. Nice meyve, olgunlaşmadan düştü de çürüyüp gitti. Şu gördüğün ve hâllerine acıdığın ihtiyarlar da, bir zamanlar senin gibi genç ve dinç idiler. Bak şimdi belleri nasıl büküldü, ayakları gövdelerini taşıyamıyor. Şu gördüğün buruşuk yüzler, feri solmuş gözler de bir zamanlar çok güzeldiler, bakanlar bakmaya kıyamıyorlardı. Şu hastalıklı ve muzdarip insanlar da bir zamanlar sağlıklı ve zinde idiler. Şu gördüğün harap binalar, bir zamanlar mâmur idiler. Bu tahrip olmuş pencerelerinden sokaklara saz sesleri ve kahkahalar aksederdi. Şimdi baykuşlara yuva olmuşlar. Şu gördüğün mezarlıkta yatanlar; bir zamanlar diri idiler, tıpkı senin gibi, güler, eğlenir, koşar, atlar, sıçrar, gönüllerince hayat sürerlerdi. Bak, şimdi sesleri, solukları bile duyulmuyor.

Öyle ise aklını başına devşir; önünde, sonunda öyle bir mekâna gidersin ki, adı kabirdir. Orada; ne arkadaş, ne de komşu vardır. Sana yoldaş olacak, bu fânî âlemdeki iyi veya kötü amellerindir. Sırdaşın ise, Allah Teâlâ’dır.

Mezar denilen o ebedî mekân, karanlıktır, oraya nur götür. Oranın nûru, tevhid ve Kur’ân’dır. Oraya yoldaş götürmek istiyorsan, elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar iyi ve hayırlı işler yapmaya, güzel ahlâk sahibi olmaya çalış.

Ey kardeş! En nihayet hepimiz ölüp o mezara gireceğiz, değil mi?!.

Aziz eyle zikirle.
Vaktini ve kendini,
İhlâsla kulluk eyle,
Hatırlayıp ahdini. (Gülzâr-ı İrfan)