KORKMA YAKLAŞ!..

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Malûmunuz;

Bu köşede yayımladığımız Hayat Notlarımızı; «İki Çift Söz Yeter» ve «Yücelerde Bir Bardak Çay» başlıklı iki kitapta topladık.

Elhamdülillâh; halkımızdan, okuyucularımızdan güzel yansımalar aldım. Yüzakı Yayıncılığın kendine mahsus; resimli, spot cümleli, güzel mizanpajı da kitabı okutan bir başka unsur oldu. Eline alan çoğu kimse;

“Ben kitap okuyan bir adam değilim. Fakat bunu elime alınca elli-yüz sayfa okuyuverdim.” diyor.

Biz kitaplarımızda hayat notlarımızı paylaşıyoruz. Hem sanayi tecrübelerimizi, hem iş hayatı ile ilgili fikirlerimizi paylaşıyoruz, hem de dînini yaşamaya çalışan bir müslüman olarak yeni nesillere; güzel ahlâkı, dürüstlüğü, sabrı vesair güzellikleri tavsiye ediyoruz. Her yerde;

“Bizim yazılarımız, akademik değil; konuşma diliyle yazıyoruz.” diye söylüyoruz.

Biz dinlediklerimizi, hâtıralarımızla ve tecrübelerimizle harmanlıyoruz. Daha ziyade pratik hayattan. Çünkü işin teorisini öğrenmiş, okulunda okumuş değiliz. Fakat aklın yolu bir… Hayatın içinden de o nazarî bilgilere ulaşılabiliyor.

Kartal İmam-Hatip Lisesi eski müdürü, kıymetli arkadaşım Mustafa GÖZÜBÜYÜK Hoca bana sordu:

“–Sen, Ali Fuat BAŞGİL’in kitabını okudun mu?”

“–Yok.” dedim.

“–Sanki onu anlatıyorsun.” dedi.

Hocaların, âlimlerin yeri elbette apayrı. Bizimki gibi çalışmaların kıymeti, tecrübelerden süzülmesinde; hâtıralarla, yaşanmış misallerle kaynaşmasında.

Bugün “kişisel gelişim”, «şahsiyet gelişimi», «halkla ilişkiler» ve benzeri sahalarda çalışan insanlar var. Bunlardan tanıdığımız, görüştüğümüz kişiler de var. Şirketlere, öğrencilere seminerler veriyorlar. Onlar prensiplerle, misallerle yeni müteşebbislere başarının sırlarını aktarıyorlar. Bizim yazılarımız onlar için güzel bir malzeme olabilir diye düşünüyorum.

Bu değerli bilim adamları ile zaman zaman birlikteliğimiz oluyor. Fikirlerinden, konuşmalarından istifade ediyoruz. Bu arkadaşlara da kitaplarımdan hediye ettim. Eleştiri bekledim.

Bazıları teşvik edici ifadelerle memnuniyetlerini belirttiler. Tecrübe sahibi herkesin böyle çalışmalar yapmasının gelecek nesillere faydalı olacağını söylediler.

Bazıları ise hiçbir şey söylemediler. Hâlbuki onlardan da ya eleştiri ya tavsiye yahut da takdir bekliyordum. Niçin sustular?

Ben sebebini biliyorum.

Çünkü biz sanayi, üretim, ticaret, iş ve eğitim dünyasından bahsederken, dinden de bahsediyoruz. Dînî, ahlâkî, tasavvufî misaller de veriyoruz. Peygamber Efendimiz’den, sahâbeden, Hak dostlarından misaller paylaşıyoruz.

Bu üslûp, dîne yakın insanlara çok güzel geliyor.

Çünkü İslâm hayat dolu bir dindir. Hayattan kopuk değildir. Sanayi, ticaret, işçi-işveren münasebetleri, satıcı-müşteri ilişkileri, kazanç ve yatırım üzerine dînimizin söyleyeceği şeyler, koyacağı prensipler mutlaka var.

Bir kere Peygamber Efendimiz ticaretle meşgul olmuş. Bilhassa ticaretindeki güvenilir vasfıyla el-Emîn diye kendisini tanıyan herkese şahsiyetini tescil ettirmiş. Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Osman ile Abdurrahman bin Avf gibi sahâbîler de öyle, İmâm-ı Âzam gibi büyüklerimiz de öyle. Muhasebecilik yapan Mahmud Sâmi Efendi ve ticaretle meşgul Topbaşzâdeler de öyle…

Hayatın içinde bir dindarlık.

Hayata yansıması olan bir takvâ…

Bunda korkulacak bir şey yok.

Fakat hâlâ din denilince ürken, çekinen, yorum yapmaktan kaçınan kişiler var. Dîni, insanı geri bırakan bir uyuşturucu gibi görenler var. İslâm dünyasının geri kalmışlığını İslâm’a mâledenler var. Hâlbuki onlar gerçek İslâm’ı bilmiyorlar.

Güzel dînimizi tanısalar, onun mesajlarının sâlim aklın hayran olacağı şeyler olduğunu görecekler.

Dînimiz;

“Dürüst ol, temiz ol, bilgili ve vasıflı ol;

Başkalarının hak ve hukukuna dikkatli ol;

Aşırı hırslı ve tamahkâr olma, fakat azimli, kararlı ve çalışkan ol;

Kazanınca da gururlu ve bencil değil; mütevâzı ve fedâkâr ol, paylaş, bölüş, hayırda yarış ve herkese faydalı ol.” diyor.

Bunlar iş dünyasında da başarının şartları değil mi?

İslâm dünyası geri kalmışsa; müslümanların bu prensipleri yaşamayışından, dürüst olmayışından, tembelliğinden geri kalmış. Bir de cehâletten, bencillikten, fitneden, aşırı israftan, hulâsa İslâm’ın hiç kabul etmediği yollara meyletmekten…

Bunu da görmeli.

Dîne bakışta ülkemizde günden güne iyileşme var. Fakat bundan hiç nasiplenmeden, uzak duranlar da var. Dindarlara; dinci, yobaz gözüyle bakanlar var. Geçmişte anlattığımız gibi, bu bakışta; davranış güzelliğini ihmal eden müslümanların da kötü katkısı yok değil.

İslâm’ı yeterince bilmeyen; “Müslümanım.” deyip de yaşantısında İslâm’ı yaşamayan, yalan söyleyen, hakka-hukuka riâyet etmeyen, sözünde durmayan, emânete titizlik göstermeyen, yaptığı işi iyi yapmayan insan; “Ben müslümanım.” dese de, tam anlamıyla müslüman sayılmaz. Bunun adı münâfıktır. İçi başka, dışı başka…

Maalesef böylelerini görenler, yaptıklarını İslâm’a mâlederek İslâm’ı böyle tanırlar.

Hâlbuki İslâm bütün güzellikleri içine almış, en güzel dindir. Onu temsil edemeyen kişilere bakıp karar vermemek; içine girip öğrenmek, yaşamak lâzımdır.

Bazı insanlar, İslâm’ı yaşamaz, sorunca; “Müslümanım.” derler.

“–İslâm’ı yaşıyor musun? Namaz kılıyor musun?” deyince;

“–Sen kalbe bak, kalbin temiz olmalı. Benim kalbim temiz!” derler. Bununla kendilerini savunurlar. Rahmetli Adil ÖZBERK Hoca bunlar için;

“Kalpleri deterjanla yıkanmış da ondan temiz!” derdi.

Bazıları;

“Ben müslümanım. İslâm’ı yaşamıyorum, fakat İslâm’ı yaşayanları da seviyorum. İnşâallah bize de nasip olur!” derler.

Bazıları, İslâm’ı duyunca alerji olur. Hâşâ bütün hataların ondan geldiğine inanır. Birisi bana anlatıyor:

Kendisinden imam-hatip okulu için yardım istemişler. Öfkelenmiş;

“Benim sevmediğim bir şey için nasıl benden yardım isterler!” diyor.

Bunların hepsi, İslâm’ı bilmemekten kaynaklanmakta. Eğitim eksikliği…

Bize düşen vazife şu:

Kendi hayatımızla, ahlâkımızla sessiz birer vaiz olmak.

Temiz yaşantımız, düzgün muamelâtımız, lekesiz takvâ hâlimiz görülürse; bu insanların da İslâm’ı seveceklerine inanıyorum. “İslâm’ı hem yaşamalı, hem de yaşatmalıyız.” diyorum.

Rabbim onların gönlüne de İslâm’ın güler yüzünü gösterebilmemizi nasip eylesin. Ülkemizin içinde bu bir çatal oluşturuyor. Hâlbuki onların da babası, atası, hep söyledikleri gibi müslümandı, hacıydı, hocaydı. Ne oldu bu kadar soğukluk girdi? Siyaseti, şunu bunu bir tarafa koyup bu insanlarımıza ulaşmamız lâzım. Ülkemizin, tek yumruk hâlinde yeniden şanlı mâzîsindeki gücüne erişmesi için bu birlik beraberliğe çok ihtiyaç var.

Meselenin bir başka tarafı:

Böyleleri, profesyonel olmak, dinden uzak kalmaktır zannediyorlar. Sanki dinler üstü adamlarmış gibi davranmaya kalkıyorlar. Böyle olunca da kendileri halktan da kopmuş oluyorlar. Bugün birçok yazar, sanatçı, üniversite hocası mesajını halka bu sebeple ulaştıramıyor.

Çünkü halkın nabzı; din ile, ahlâk ile, gelenek ile atmakta. Bunlardan kopuk, hele bunlar yerine yabancı kültürlerle dolu telkinler, tavsiyeler, prensipler halkımızda istenen yansımayı bulmuyor.

Bilhassa böyle eğitim erbabı; bu milletin özüne dönerlerse, tarihine bakarlarsa, kendilerine sonsuz malzemeler dünyası bulacaklardır.

Biz meselâ; Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin, pazarda kadı kaftanıyla ciğer satmasını, böylece gururunu yenmesini, iş hayatına uyguladık, bunu bir prensip olarak yazdık:

«Bir insan, ürününü sokakta satabilecek cesareti ve nefis terbiyesini başarmalıdır.» dedik.

Bunu dinleyen insan, daha iyi anlıyor.

Bunun gibi sayısız prensipler, modeller, misaller bulabilirler.

Çünkü hem kendilerini eğitmek için, hem nesillere faydalı olmak için öze dönmek şart…

Bu sebeple onlara tekrar seslenelim:

Gel kardeşim, yaklaş!

Korkma gir İslâm’ın içine… Kapı her zaman açık!

Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi:

“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel! Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”

Bu kapı açık. İhlâs ile bir daha tevbe et. Vakit kaybetmeden gel…

Sonu gelmez yarınlara erteleme! Çünkü zaman akıp gitmekte… Yakında ölüm var. Ölümle ise defter kapanır. Pişmanlık fayda vermez.

Kalbinin temizliğine sen karar verme… Gel, selîm bir kalp ile Hakk’ın kapısına varabilmek için, önce O’nun davet ettiği dîne gel, kitaba gel, Rasûl’e gel, tevbeye gel…