AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

Ali Haydar Efendi; tarîkata girmek isteyenlerin, mizaçlarının bu yolda sülûk etmeye istîdatlı olup olmadığını öğrenmek için, o kimselere;

“–Şimdiye kadar çok fazla sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir şey var mı?” diye sorarmış.

Kişi meselâ;

“–Atımı çok seviyorum!” gibi bir cevap vermiş dahî olsa;

“–Senden mürid olur.” der, onu ihvanlığa kabul edermiş.

“–Hayır efendim, şimdiye kadar hiçbir şeyi hususî olarak çok sevmedim.” derse, o kişiyi müridliğe kabul etmez;

“–Bir şeyi çok sev de öyle gel!” dermiş.

Dünyevî bağlarını teke indiren kişinin, ondan kurtulup ilgisini Allâh’a yöneltmesinin daha kolay olacağını düşünürmüş.

***

Bu ay sizlere;

“İnsanoğlu, helâl ile haramı ağzı ile ayırt edemez. İnsan için helâlinden pişirilmiş tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helâlin arasını ancak şerîat ayırır!” diyerek; Kur’ân ve Hadîs’in emirlerine tâbî olmanın ehemmiyetine vurgu yapan bir «Gönül Sultanı»nı, padişah huzûrunda yapılan ilmî derslerde bulunmuş büyük bir din âlimimizi, Ahıskalı Ali Haydar Efendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

SÜREKLİ GÖZ HAPSİNDE!

Ali Haydar Efendi, 1866 yılında Batum’un Ahıska kazasında dünyaya geldi. Babası, Molla nâmıyla mâruf Mehmed Şerif Efendi’ydi. İki yaşındayken babasını, dört yaşındayken annesini kaybeden Ali Haydar Efendi; Ahıska’da başladığı tahsiline -1894’te Erzurum’a hicret ettikten sonra- Bakırcı Medresesi’nde devam etti. Daha sonra İstanbul’a gelerek Fatih Camii’ndeki derslere katıldı. 1901’de, hocası Çarşambalı Ahmed Hamdi Efendi’den icâzet aldı. Ali Haydar Efendi; 1906’da Medresetü’l-Kudât’tan (kadı yetiştiren medrese) mezun olduktan sonra, Fatih Camii’nde talebe okutmaya başlamış, kısa zamanda Fatih dersiâmları arasında yer almıştı.

Ali Haydar Efendi; derin ilmi ve kuvvetli hitabet gücünün de tesiriyle, 1915 Mart’ında şeyhülislâmlık bünyesinde kurulan «Telîf-i Mesâil Heyeti» reisliğine tayin edilmiş, bu görevi sırasında Mecelle’yi ikmal için kurulan komisyonda vazife almıştı. Bir gün vazifeli olarak gittiği Bandırma’da, Merkez Camii’nde vaaz ettikten sonra, Bandırmalı Şeyh Ali Rıza Bezzaz Hazretleri ile tanışmış, bilâhare kendisine intisâb etmişti. Ali Haydar Efendi, 1917’den itibaren; huzur dersleri* baş muhataplığına da getirilmiş; bu hizmeti, saltanatın kaldırılmasına kadar sürmüştü. Dört padişah zamanında bilfiil vazife gören ve Sultan II. Abdülhamid’in hususî iltifatlarına mazhar olan Ali Haydar Efendi, Cumhuriyet sonrası sürekli göz hapsinde tutulmuştur. Kimileri; onun ilmi, cesareti ve dirâyetinden çekinmişti!

FETİH SÛRESİ’NİN KERÂMETİ!

Bir akşamüstü idi… Ali Haydar Efendi’nin kapısı, sivil kıyafetli üç emniyet mensubu tarafından çalındı. Eve giren memurlar, iğneden ipliğe her şeyi aradılar. Şapka aleyhinde bir belge ele geçirmenin peşindeydiler, ama bir şey bulamamışlardı. Evde; dâvâ ile ilgili, İskilipli Âtıf Hoca’nın «Frenk Mukallitliği ve Şapka» isimli eserinden başka bir evrak(!)a rastlanmamıştı. Yine de tevkif edildi. Böylece bir devrin şecaatli hocasına gözdağı veriliyor, «İttihad ve Terakkî» çetesine kafa tutan cesur adam, sindirilmeye çalışılıyordu. Şapka, işin sadece bahanesiydi…

Ali Haydar Efendi; dâvânın karara bağlandığı 3 Şubat 1926’ya kadar, hapishane ile mahkeme arasında, kelepçeli ellerle gidip geldi. Kendisini yargılayacakların gözlerine bir defa olsun, merhamet diler gibi bakmamıştı. Karar gecesi Fetih Sûresi’ni okuyor, her okuyuşta karyolasına bir çizik atıyordu. Bir ara yanındakilere dönerek;

“Rüyamda şeyhimi gördüm. Bana 33 defa Fetih Sûresi’ni okumamı işaret buyurdular. Bu vesile ile inşâallah halâs bulacağımı telkin ettiler.” demişti. Karar, dediği gibi çıktı, beraat etti…

BU CAN BU YOLA ADANMIŞ!

Ali Haydar Efendi, bütün ömrünü; talebe yetiştirmeye, küfrün kirletmeye çalıştığı zihinleri yeniden İslâm’a kazandırmaya adamıştı. Yaşının verdiği yorgunluğu ya ders verirken ya da sohbet ederken unuturdu. Talebelerinden Emin SARAÇ Hoca, bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

Ders için Ali Haydar Efendi’nin tekkesine gidiyor, kendisinden Molla Hüsrev’in «Mir‘ât»ını okuyordum. Bir gidişimde, üstâdı aşırı derecede yorgun buldum. Değil ders takrîrine, konuşmaya bile mecâli yoktu. O gün;

“–Evlâdım, bundan sonra ders okutamayacağım; senin de gördüğün gibi sıhhatim müsait değil!” dediler. Ses tonundan, ders okutamayışının ıstırabı hissediliyordu. Bu beyanı üzerine;

“–Peki Hocam!” dedim, müsaade isteyerek ayrıldım, Üçbaş Medresesi’ne gittim.

Hâdiseden bir gün sonra, saat sabahın sekiziydi. Medresenin bir odasında ders mütalâa ediyordum. Arkadaşlarımdan biri gelip, yaşlı bir hanımın dışarıda benimle görüşmek üzere beklediğini söyledi. Kapıya çıktığımda ne göreyim? Ali Haydar Efendi üstâdımın hanımı! Hocamın benimle görüşmek istediğini söyledi:

“–Ne buyuracaklar acaba?” diye merak içinde huzûruna vardım. Şöyle buyurdular:

“–Evlâdım, seni gönderdikten sonra hastalığım daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku girmedi. İlmini gizleyenlerden olmaktan; «Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten kaçınırsa, Allah Teâlâ, ona kıyâmet günü ateşten bir gem vurur.» (Tirmizî, İlim, 3) hadîsine muhatap olmaktan, ders okutamamanın hesabını verememekten korktum.

Bu can bu bedende iken, nasıl olur da bir tâlib-i ilmi (ilim öğrenmek isteyen kimseyi) reddederim! Binâenaleyh, âhir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu yola adanmıştır!”

İNSANLAR NEDEN ETRAFINDA?

1947 yılıydı… Ali Haydar Efendi’nin yaşı sekseni geçmişti. O yıl hac engeli kalkmış, mukaddes topraklara deniz yoluyla gitme imkânı doğmuştu. Hoca, hiç vakit kaybetmeden hac hazırlıklarına başladı. Ancak muamele yaptırmak için gittiği her dairede farklı güçlüklerle karşılaşıyordu. Çünkü birilerine göre «sakıncalılar» listesindeydi. Hakkında bir yığın iddia vardı. Bunlardan biri de Suriye’de adam toplayıp devlete karşı isyan düzenleyeceğiydi. Seksen yaşını geçmiş bir pîr-i fânînin böyle işlere karışmasının mümkün olmayacağı elbette biliniyordu. Maksat; psikolojik baskı uygulayıp, kendisine huzur içinde ibâdet yaptırmamak, insanların onunla görüşmesini engellemekti.

Sonunda hanımı Hanife Hanım’la birlikte İstanbul’dan ayrıldı. Ancak; Hicaz’a giden gemide yalnız değildi, kendisini takip eden birçok görevli vardı. Haccını îfâ edip Medine’ye geldi. Efendimiz’in mübârek kabirlerini ziyaretten sonra; türbedardan, sandukanın üzerinden alınan tozlardan (gubâr-ı şerîf) kendisine vermesini rica etti. Bu tozların, vefat ettiğinde gözlerinin üzerine serilmesini vasiyet edecekti. Hac dönüşü sevenlerinin refâkatinde evine döndü. Fakat idare; ziyaretçilerinin çokluğunu bahane ederek, kendisine sıkıntı vermeyi sürdürüyordu.

Daha sonra;

“Bu insanlar neden senin etrafında toplandılar?” denilerek, emniyette günlerce sorgulanacaktı!

KESE KÂĞIDI YAPILAN TEFSİR!

Ali Haydar Efendi; hayatının ilerleyen yıllarında işârî yönü ağır basan bir tefsir kaleme almayı tasarlamış, bu düşüncesini kuvveden fiile çıkarmaya başlamıştı.

Bir gün tekkenin kumanya ihtiyacını karşılamak için Çarşamba pazarına çıktı, alışverişini tamamladıktan sonra tekkeye döndü. Aldığı nevâleyi yerleştirirken gördüğü manzara, kendisini dehşete düşürdü. Kadı Beyzâvî tefsirinin sayfalarından kese kâğıdı yapılmıştı! Bu durum onu o kadar sarstı ve üzdü ki, telife başladığı tefsirin âkıbetinin, Kadı Beyzâvî’ninkine uğrayacağı endişesine kapıldı. Kaleme aldığı müsveddeleri toparladı ve tekke bahçesinin, ayakaltına gelmeyecek bir yerine gömerek, imha etti.

DÎN-İ MÜBÎNİ TAHKİR!

Bestekâr Sadettin KAYNAK, Sultan Selim Camii’nde müezzinlik yapıyordu. Ali Haydar Efendi o civarda oturduğundan vakit namazlarını genellikle bu camide kılar, hâfız oluşu sebebiyle önceleri bu kişiye muhabbet beslerdi.

Ancak farklı kişiliğe sahip olan Kaynak; hocalar içerisinde dînin değişmezlerini değiştirmeye kalkmakta (!) çok aktif bir rol üstlenmiş, şapka takmış, smokin giymiş, içkili salonlarda konserler vermişti. Ezan; Türkçe okutulmaya başlayınca, bu amaca da öncülük etmiş;

“Tanrı uludur!” diye ezan okumuştu.

Ali Haydar Efendi, bir gün şapkalı rastladığı Kaynak’a bastonunu kaldırarak;

“Hâin adam, dîn-i mübîni tahkir ediyorsun!” diye bağırmıştı.

_______________

* Ramazan aylarında padişah huzûrunda yapılan ilmî ders ya da sohbetler.