TAMAHKÂRLIK ve FEDÂKÂRLIK…
Para, hem nimettir, hem belâ…
Zenginlik, hem devlettir, hem mihnet…
Bunun çok çeşitli sebepleri var. Biri de ona göz dikenin çok olması. İster, haset ve nazar gibi mânevî göz dikenleri anlayın, ister hakikaten kötülük niyetiyle gözünü karartanları anlayın; servet bazen başa belâ olabilir.
Bunun için maddî imkânlara sahip olan kişiler, çevrelerine dikkat etmeliler. Büyük güç gösterilerine girmemeliler. Kendisini olduğundan daha zengin ve daha güçlü göstermeye çalışmak insanın başına iş açabilir. Fakat insanlara tam tersi öğretiliyor.
Kazakistan’da bir Türk tanıdık vardı, bir gün sohbet ederken;
“–Görünümün, olduğundan yüksek görünüyor.” dedim.
“–Meselâ?” dedi.
“–Sen servet ve güç bakımından 10’sun, fakat dışarıdan 50 görünüyorsun.” dedim.
“–O zaman eksiğim var demek! 100 görünmem lâzım, çünkü zaman zengine ve güçlüye kıymet veriyor!” dedi.
Hâlbuki;
Âyet-i kerîmede meâlen; “Dosdoğru olun.” (Hûd, 112; eş-Şûrâ, 15) buyuruluyor. Hem takvâda hem varlıkta istikamet. Sadece dilimizle değil, hâlimizle de doğruyu, gerçeği yansıtmamız lâzım… Olduğundan farklı görünmeye çalışmak, istikametten şaşmak olmuyor mu? İnsanları kandırmak değil mi?
Mevlânâ Hazretleri ne diyor:
«Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!»
Maalesef zamanımızda çok üzücü şeylerle karşılaşıyoruz: Ulu orta yüksekten konuşmalar, hava atmalar, marka giyinmekle övünmeler, çok masraf yapıp gösteriş yapmalar. Haddini aşıp hep karşıdakini tahrik etmeler…
Eskiden böyle değildi. İnce ölçüler vardı. Meselâ bir insan; birkaç kilo et alacaksa, kasapta başka müşterilerin yanında almaz, onların çıkmasını beklerdi. Eğer meyve ve benzeri şeyler alırsa sepete veya yağlık dedikleri büyük mendile koyar başkalarının görmesini engellerdi. Çünkü gelip geçenin gözü kalmasın, tahrik olmasın diye düşünülürdü. Evinde yemek yaparken koku salan yemekleri yapmaz, komşunun canı çeker diye benzeri şeylere dikkat ederlerdi. Yahut yaptığı yemekten, hak geçmesin diye ikram ederlerdi.
İnsanın olduğundan yüksek görünmesinin nelere mâl olabileceğiyle ilgili iki yaşanmış hikâye anlatalım ki, zihinlerde iyice yerleşsin:
Gaziantep’te Şire Hanı 80-90 sene önce hapishâneymiş. İstiklâl Harbi’nden sonra köyün birinde bir adam öldürülmüş. Adamın birini tutmuşlar, neden öyle hükmettilerse;
“–Bunu sen öldürdün.” diye hapse atmışlar. Adam; “Ben yapmadım.” dese de mahkeme neticelenmiş; suç, üzerinde kalmış. Yıllarca o hapishânede ceza çektikten sonra, hâdise aydınlatılmış, esas katil meydana çıkmış. Senelerdir içeride yatan adamı salıvermişler. Mahcup bir şekilde sormuşlar:
“–Sen bu kadar sene, suçsuz yere hapis yattın. Fakat hiç feryat etmedin. «Ben suçsuzum beni buraya niye atıyorsunuz?» demedin.”
Adam boynunu bükmüş;
“–Ben suçluyum.” demiş.
“–Nasıl suçlusun? Asıl suçlu meydana çıktı.”
“–Ben o dediğiniz cinayet hâdisesinden suçlu değilim, fakat suçluyum!..”
“–Ya…”
Başlamış anlatmaya:
“–Ben terhis oldum, askerden dönüyordum. Yolda bir askerle karşılaştım. O da benim gibi terhis olmuş, memleketine dönüyordu. Beraber bir müddet yolculuk ettik. Yol boyunca bu adam;
“–Gittiğim yerde şöyle para kazandım, böyle para biriktirdim. Memlekete dönünce şunu alacağım, bunu yapacağım.” diye anlatıp durdu. Sonra bir kuyu başına geldik. Orada su çektik, su içtik, elimizi-yüzümüzü yıkadık, abdest aldık. Anlattıklarından dolayı, şeytan kalbime girdi, nefsimi ayarttı. Bunda; “İyi para var!” dedim. Onu öldürüp, paralara konmaya karar verdim.
Namaz kılacaktık. Onu imamlığa geçirdim. Secdeye varınca onu sırtından bıçakladım. Şeytan gözümü döndürmüştü. Adam öldü. Hemen cebini, koynunu, kuşağını aradım. Hiçbir şey yoktu! Ne para ne altın ne bir şey! Beş kuruşu yok. Meğer adam yol boyunca bana hava atmıştı. Kendi diliyle kendi âkıbetini hazırlamıştı. Ben de çok pişman oldum. Bir hiç uğruna katil olmuştum. Onu gömdüm, kimseye bir şey söylemedim. Köye geldim. Kimse beni ne aradı, ne sordu. Çünkü adamla karşılaştığımızı dahî bilen yoktu. Ne onun akrabaları beni tanırdı, ne ben onları tanırdım. Mesele kapanıp gidecekti.
Fakat aradan çok zaman geçmedi. Köyde bir adam öldürüldü, cinayeti benim üstüme attılar. Ben, suçumu bildiğim için itiraz etmedim. Takdîre boynumu büktüm. Ben bu cezayı hak ettim.”
Kıssadan bir hisse: «Adâlet yerini bulur!»
Zenginlik, para, servet… Bunlarla ilgili övünmeyeceksin. Hele ticarî, mâlî sırları saklamayı öğreneceksin.
Paraya, servete tamah etmek, insanın düşebileceği bir felâket. Bu sebeple, kimseyi tamah ettirme! Nazardan da, hasetten de, kötü niyetlerden de elinden geldiğince sakın. Bilen bilsin. Fakat sen insanların gözüne sokmaya çalışma.
Para öyle bir şey ki insanların ona meyletmesi nice tuzaklara sebep olmuş.
Diğer bir kıssa:
İki serseri adam yolda gidiyorlarmış. Bakmışlar bir adam bir ağacın altına kıvrılmış yatıyor. Biri diğerini dürtmüş:
“–Bak şunun ayakkabısı yeni. Şunun ayakkabısını çalayım mı?”
Öbürü dudak bükmüş:
“–Nasıl alacaksın?!. Adam başının altına koymuş…”
“–Ben çalayım da gör! Gel şimdi şöyle!..”
Ağacın öbür tarafına geçmişler. Ellerine bir şeyler alıp başlamışlar toprağı kazmaya. Yatan adam sesi duyunca uyanmış. Uyanmış ama; “Bu adamlar kimdir, necidir, ne yapıyorlar?” bilmediği için meseleyi anlayıncaya kadar uyuyormuş gibi davranmaya karar vermiş.
İki kafadar bir çukur eşeleyip, sonra da kapatmışlar. Aralarında numaradan birtakım konuşmalar yapmışlar. Sonunda adamı yeni fark etmiş gibi fısır fısır konuşmuşlar:
“–Yahu biz parayı buraya gömdük ama bu adam da burada yatıyormuş. Ya bu adam bizi gördüyse, duyduysa? Biz gidince kalkar parayı çıkarırsa!”
“–Yok yok, görmüyor musun, derin derin uyuyor.”
“–Yoo, hiç belli olmaz, bir deneyelim bakalım. Uyuyor mu, uyanık mı?..”
“–Nasıl deneyeceğiz?”
“–Şu başının altındaki ayakkabıyı yavaş yavaş çekelim. Eğer uyanırsa uyanık olduğunu anlarız, parayı oradan çıkarırız. Eğer sesi çıkmazsa demek ki derin uykuda. O zaman bir şey olmaz.”
Uyuma taklidi yapan adam, kendini iyice numarasına kaptırmış. Kafadarlar gelip, ayakkabısını başının altından çekmişler. Adam, hiç sesini çıkarmamış. Çünkü zannediyor ki onların gömdüğü hazineye konacak. Ayakkabı gitse ne olur!
İki hırsız ayakkabıyı almış gitmiş. Adam gittiklerinden emin olunca kalkmış, hemen kapattıkları yeri kazmış. Lâkin ne kadar kazsa da hiçbir şey bulamamış!
Adamın ayakkabısını göz göre göre çaldılar.
Nasıl?
Yemle…
Av, ekseriyetle yemle yapılır.
Oltanın ucuna yem takılır. Yem olmasa hangi balık gidip de zokayı yutar? Yem tuzağın kamuflâjı olur.
Dolandırıcılıkların bazısı da böyledir. Tamah edilecek bir yem atarlar. Adam «bir koyup, üç alacağım» derken, eldekini de kaybeder.
İnsanlar hep kötü mü? Böyle karamsar ve kötümser olmayalım. Fakat kötünün ve kötülüğün varlığını da unutmayalım. Tavsiyemiz; gizlenmek, saklanmak değil, hava atmamak, övünmemek. Çünkü gereksiz gövde gösterileri dikkat çeker.
Piyasada insanlar, birbirlerinin kuvvetini tartmaya çalışırlar. Çünkü zor duruma düşmüş olduğunu bildikleri bir kişinin elinden, malını daha ucuza kapatmak kolaydır. Bu sebeple, insan, ekonomik açıdan sıkıntısı varsa onu da belli etmemeli.
Şu hikâye de buna misal:
Köroğlu’na bir dâvâ getirmişler. Bir genç, bir adamın kızını kaçırmış. Genci yakalamışlar getirmişler. Kızın babası öfkeli:
“–Dâvâcıyım! Bu adam, kızımı kaçırdı. Dâvâcıyım.”
Köroğlu gence dönmüş:
“–Ulan niye kaçırdın?”
“–İstedim, vermedi. Benim de gönlüm vardı, kaçırdım.”
Bu sefer, babaya dönmüş:
“–Peki, sen niye kızını vermedin?”
“–Yahu baksana hâline! Bunun nesine kız vereyim? Üstünde yok, başında yok! Serveti yok, sepeti yok! Aç karnını doyuracak hâli yok, avradına nasıl baksın?!.”
Köroğlu o anda bir manevra yapmış, gence dönüp numaradan kızmış:
“–Oğlum niye söylemedin, bizim hayvanların içinde yüz tane koyununun olduğunu, iki tane ineğinin olduğunu?..”
Adamın kulakları dikilmiş:
“–Bu delikanlının yüz koyunu, iki ineği mi var?”
Köroğlu cevaplamış:
“–Var ya…”
Öfkeli baba, olmuş bir melek:
“–Niye söylemedin yavrum? Madem böyle…”
Köroğlu pekiştirmiş:
“–O hâlde mesele kalmadı. Öyle mi? Öp oğlum babanın elini!..”
Köroğlu malından biraz vererek meseleyi çözmüş. Para barıştırır.
Bizim de Köroğlu’nunkine benzer arabuluculuklarımız oldu.
Bir akrabamız vardı. Yıllar önce idi. Bir gün ziyaretine gittim. Hâl-hatır sordum:
“–Yahu ölüp ölüp diriliyoruz.” dedi.
“–Niye?” dedim.
“–Oğullarım iki kardeş ortak çalışıyorlardı. Sonra ayrıldılar. Ayrılırken ihtilâf çıkmış. Birisi diyor ki:
«–Benim sekiz milyon alacağım var.»
Diğeri diyor ki:
«–Yok!»
Küçük kardeş, eline bir senet geçirmiş;
«–Bunu ben tahsile koyacağım, bu sekiz milyonu senden alacağım.» diye tutturuyor.
Öbürü de diyor ki:
«–Senin benden böyle bir alacağın yok?»
Vardı, yoktu derken öyle bir hâle gelmişler ki, bizim yanımızda büyük oğlan eline satırı aldı, küçük kardeşini avlunun içinde kovaladı. Üç-dört tur attılar, yakalasa vuracak!
Anasının benim huzûrumda, söz-nasihat dinlemiyorlar. Birisi kaçtı gitti. Bunlar birbirlerini bulur, yine kavga ederler, birbirlerini öldürecekler. Baba-ana ol da buna dayan! Ne yapacağımızı bilmiyoruz, oğlum ne olur, bize yardım et! Bunları bul, nasihat et, bir şeyler yap, çare bul!”
Bir düşünün kaçan da oğlu kovalayan da oğlu! Adamın ızdırabını ve çaresizliğini bir düşünün, insan ürperiyor.
Kardeşlerden birini buldum.
“–Annenizin, babanızın yanında para için kavga etmeye utanmadınız mı? Allah’tan korkunuz yok mu?” dedim. Dedi ki:
“–Ben kavga etmedim ki! Ben hakkımı istedim; «Elimdeki senedi muameleye koyar hakkımı alırım!» dedim, niye almayayım? Hem beni dışarı koyuyorlar hem de hakkımı vermiyorlar.”
“–Dövüşmeyi bırakın. Sen bu paradan vazgeç, hiç olmazsa yarısından vazgeç, yarısına sulh olun, ortayı bulalım.” dedim.
“–Olmaz! Ben paramı alırım.” dedi.
Büyük kardeşe gittim:
“–Siz ananızın, babanızın yanında kavga etmişsiniz. Sizin Allah’tan korkunuz yok mu? Onları niye üzersiniz?!. Ortayı bulalım, yarısını sen ver, yarısından da o vazgeçsin; dâvâ bitsin. Olmaz mı?!.”
“–Ben haklıyım! Hem de mağdurum. Ölsem de yarısını vermem, beş kuruş da vermem, haksızlık ediyor; sizler de ona sahip çıkıyorsunuz!”
Biri; “Elimde senedim var, hakkımı mahkemeye verir alırım!”
Öbürü; “Kuruş vermem, ölürüm öldürürüm alabilirse gelsin alsın!”
İkisi de; “İnadım inat, adım kel Murat!” vaziyetinde!
Nasihat kâr etmiyor. Sebebi biraz da yokluk…
“Varlık barıştırır, yokluk dövüştürür, fedâkârlık yatıştırır.” demişler.
İstanbul’da başka bir kardeşleri var, durumu fena değil. Kavgalı kardeşlere;
“–Sizin inadınızdan vazgeçeceğiniz yok, bu parayı ben İstanbul’daki kardeşinizden alırım, sana veririm sen paranı almış olursun; sen de bir şey vermemiş olursun. Buna itiraz etmeyin dâvâ da bitsin.” dedim.
Dediğim gibi yaptım. İstanbul’daki kardeşine gittim, konuştum:
“–Durum böyle böyle… İkisi de kardeşin, şeytanın atına binmişler. Bunun çözümü için parayı sen verirsen; birisi parayı almış olur, diğeri vermemiş olur. Annenin-babanın ıstırapları biter, mesele hallolur.”
O da;
“–Ben parayı onlar için mi kazandım?!. Ne hâlleri varsa görsünler!..” dedi.
Baktım, olacak gibi değil; dedim ki:
“–Sen bu teklifi kabul edersen paranın yarısını ben veririm. Onlara da; «Ben verdim. demem. Desem kabul etmezler. Ama sen kardeşlerisin senin vermeni kabul ederler, sen vermiş olacaksın; «Ben verdim.» diyeceksin.”
Düşündü;
“–Olur!” dedi.
Dediğimiz gibi yaptık, mesele kapandı.
Para ne kardeş dinliyor, ne akraba.
Para hem dost hem düşman.
Bakıyoruz kardeşler arasında, ortaklar arasında, akrabalar, komşular arasında, neticede mü’minler arasında patlak veren sayısız çekişme ve dâvâ var… Bir kısmı mîras, bir kısmı inat, bir kısmı fitneden kaynaklanıyor.
“Ben bilirim!”, “Benim dediğim doğru!”, “Ben haklıyım!” derken, nefis ve şeytan da körüklüyor ve bu hiç istenmeyen dâvâlar ortaya çıkıyor.
İki günlük dünyadan hepimiz göçeceğiz, dâvâ etmeye değer mi?
Biraz fedâkârlık yapsak hallolacak, neticede fedâkârlık yapan kazanacak.
Para, varlık, servet, adı her ne ise, büyük bir imtihandır. Onu malzeme olmaktan çıkarırsan, hemen sana oyun oynar. «Sen-ben» dâvâlarına düşürür. Ruh sağlığını da ağız tadını da kaçırır.
Onun fânî bir imtihan malzemesi olduğunu bilip de, gerektiğinde kolayca vazgeçmeyi, fedâkârlık etmeyi bilenler; işte onlar iki dünyada huzuru tadarlar.
Mevlâ’m şeytanın şerrinden, nefsin şerrinden, münafığın-fitnenin şerrinden, düşmanın şerrinden, servetin ve fakirliğin şerrinden, şehvetin şerrinden muhafaza eylesin.
Âmîn…