17. YÜZYILDA OSMANLI SAFEVÎ REKABETİ

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

ŞAH ABBAS DÖNEMİ (1587-1629)

1587 yılında İran tahtına, Safevî Devleti’nin en büyük hükümdarlarından biri olan Şah I. Abbas (1587-1629) çıktı ve başlangıçta, içte ve dışta büyük problemlerle karşı karşıya geldi. Ancak muktedir bir şah olan I. Abbas; müstakil hareket etme arzusu taşıyan yönetici Türk beylerinin nüfûzunu kırarak, otoritesini içte pekiştirdi. Ardından ordusunu ıslah ederek sayısını da yüz binin üzerine çıkardı. Böylece Safevî Devleti’ni yıkılma ve sarsılma sürecinden çıkardı. Rakipleri Özbeklere ve Osmanlılara karşı kaybettiği toprakları, kısa zamanda tekrar ele geçirdi.

Şah Abbas döneminde; İran, en parlak ve güçlü dönemini yaşamıştır. Bu dönemde klâsik Şiî politikalar izlenmiş, Sünnîlerin Şiîliğe geçişi teşvik edilmiş, hattâ geçiş için zorlanmışlardı. Barış döneminde Sünnîlere vergi uygulanmış (resm-i Sünnî), halka Şiîliğe geçilmesi konusunda baskılar uygulanmış, ancak bunun dışında tecavüzler yapılmamıştır.

Savaş sırasında ise, her iki ülke yöneticileri aşırı bir tutum takınmaktaydı. Safevîler, Sünnîleri güvenilmez Osmanlı işbirlikçisi olarak görmüş; Osmanlılar da Şiî-Kızılbaş tâifesine benzer tavrı göstererek güvenlik politikaları izlemişti.

1603 yılında Şah Abbas; Tebriz’i Osmanlılardan geri alınca, burada yaşamakta olan Sünnî ahâlîyi işbirlikçilik yaptığı gerekçesiyle kılıçtan geçirdi. Nahçıvan şehrini yeniden ele geçirdiklerinde de, benzer bir zulüm yaşanmış, bu durum Nâimâ tarihinde şöyle yer almıştır:

“Sünnî nâmına olanların hânelerine girdiler. Ve bulduklarını yağmalamaya giriştiler. Önlerine çıkan reâyânın tamamına zulüm, zarar ve hasar verdiler.”1

Revan’ın Safevîlerce alınışı sırasındaki zulümleri Nâimâ, şu ifadelerle anlatmaktadır:

“Mâh-ı Zilhicce’de (Mayıs 1604), asker-i Kızılbaş; hücûm-i umûm üzre hisâr-ı cedîde girip zaptettiler. Ve Sünniyândan nicesini esir edip, ekserin şehid ettiler.”

Şah Abbas 1603 yılından itibaren; Osmanlı’nın bölgedeki idarecilerinin çekişmelerinden de yararlanarak, daha önce Safevîlerin kaybettiği -başta Kafkasya olmak üzere- topraklarını birer birer geri aldı. Yapılan Nasuh Paşa Antlaşması’na rağmen, özellikle «Irâk-ı Arap» topraklarında sınır ihlâlleri ve düşük yoğunluklu çatışmalar uzun bir süre devam etti.

Osmanlı tahtında II. Osman (Genç Osman)’ın fecî bir biçimde katledilmesinin ardından, çeşitli isyanlar çıkmış bu isyanlardan biri de Bağdat’ta gerçekleşmişti. Bu isyandan yararlanan Şah Abbas, aldığı diplomatik ve askerî tedbirlerin sonucunda Ocak 1624’te Bağdat’ı ele geçirmeyi başardı. Bağdat’ın zaptı sırasında Sünnî halka çeşitli eziyetler yapıldı; bir kısım halkın mal ve can güvenliği tehlikeye düştüğü gibi, şehri teslim eden yöneticiler de öldürülmekten kurtulamadı. Şah Abbas, mezheb taassubunu; İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin mezarını ve ünlü mutasavvıf Abdülkādir Geylânî’nin türbelerini tahrip ederek ortaya koydu. Öte yandan Abbas, Şiîlerce daha çok önemsenen Hazret-i Ali’nin kabrini ve diğer mukaddes mekânları ziyaret etti. Kanunî’den sonra Kerbelâ’ya bir kanal da kendisi açtırdı.

Safevîler, Bağdat’tan sonra Hile, Necef ve Kerbelâ’yı da kısa zamanda ele geçirdiler. Çok geçmeden Musul, Kerkük ve Şehrizor da Safevîlerin hâkimiyetine geçti.

Osmanlılar, Bağdat’ın ve «Irâk-ı Arab»ın İran’ın eline geçmesini hiçbir zaman kabullenmedi. Ancak duraklama döneminin isyan ve iç karışıklıklarının önünün alınamaması yüzünden, bu toprakların geri alınması gecikti. 1624 yılından itibaren iki kez Bağdat kuşatıldığı hâlde alınamamıştı. IV. Murad, Osmanlılar için bir itibar meselesi hâline gelen Bağdat’ın fethi için ancak 1632 yılında harekete geçebildi. Fıtraten cesur ve fiziken Osmanlı tarihinin en kuvvetli padişahlarının başında gelen IV. Murad; ilk seferini, beklenenin aksine Revan üzerine gerçekleştirdi. 1635 yılında Revan fethedildi, ancak altı ay geçmeden tekrar Safevîlerin eline geçti. İkinci kez doğuya sefer düzenleyen IV. Murad’ın bu kez hedefinde Bağdat ve Irak bulunmaktaydı. Hazırlıklar tamamlanarak Musul üzerinden Irak’a girildi.

Bu sırada Safevîler, Hindistan’daki Timurîlerle mücadele etmekteydi. Timur sülâlesinden, Bâbür Sultanı Şah Cihan; Osmanlıları ve Özbekleri, mücadele hâlinde olduğu Safevîler üzerine sevk etmekteydi. Safevîler zor durumdaydı ve üç ateş arasında bocalamaktaydılar.

Nihayet Osmanlı Ordusu, Bağdat’ı 39 günlük kuşatmanın ardından ele geçirmeyi başardı. Bu yorucu sefer ve kuşatma zaferle sonuçlandı. Bazı misillemeler de yapıldı.2

IV. Murad bir süre Bağdat’ta kaldıktan, Sünnîlerce mukaddes mekânları tamir ve tâdil ettirdikten sonra İstanbul’a yola çıktı. Safevîlerle yapılan üç günlük müzakerenin ardından da iki devlet arasında Kasr-ı Şirîn Antlaşması imzalandı (1639). Günümüz sınırlarını da belirleyen bu antlaşmanın imzalanmasından, Safevî hanedanının çöktüğü 1722 yılına kadar, kayda değer büyüklükte bir olay meydana gelmedi.

Böylece bu antlaşmayla, iki ülke arasında uzun sürecek barışın temelleri atılmış oldu. Artık Osmanlı Devleti; dikkatlerini ve ilgisini batıya çevirebilmiş, özellikle de Avusturya ile daha rahat mücadele etme imkânına sahip olmuştu.

İran ise; liyâkatsiz şahların yönetiminde, çeşitli aşîretlerin çıkardığı iç karışıklıklarla uğraşmak zorunda kaldı. Artık Safevî hanedanı, devletin kuruluşundaki dînî liderlik pozisyonunu kaybetmişti. Bu gelişmeler müsbet bir netice verdi ve Şiî ulâmasının da çabalarıyla; Safevî Şiâsı yerine, topluma nisbeten daha ılımlı bir «İsnâ Aşeriyye» inancı benimsetildi.3

Osmanlı Devleti’yle İran arasındaki birkaç asırlık rekabet, günümüzü de etkileyen vahim sonuçlar doğurmuştur. Tamamen siyasî kaygı ve etkilerden kaynaklanan bu rekabet, her iki devleti de son derece olumsuz etkilemiş, içte ve dışta zaafa uğratmıştır. Tamamen siyasî zıtlıklardan kaynaklanan tavırlar; taraflarda belirli bir alan körlüğü meydana getirmiş, İslâm toplumunun birlik ve beraberliği zedelenmiş, tarafların birbirini tahrip etmesinden doğan yaralar kapanmayacak boyuta ulaşmıştır.

Oysa İran rekabeti yaşanmasaydı, siyasî tahriklerle Anadolu Alevîleri kışkırtılmasaydı, Anadolu’da bu kadar «dînen fakir» ve bîçare bir kitle oluşmaz, diğer müslüman topluluklarla daha kaynaşmış ve barış içerisinde hayat devam ederdi. Ortak noktaları artırma, ihtilâflı konuları zamana yayarak halletme yoluna gidilseydi, günümüzde bile etkilenmekte olduğumuz ve kapımıza dayanan uğursuz mezheb savaşları yaşanmazdı.

Öte yandan bir cephe ülkesi olan Osmanlı Devleti, siyasî hırstan gözü dönmüşlerce çelmelenmese, «cihad ve gazâ devleti» olmasının gereği olarak batıda çok daha yararlı hizmetlere imza atabilirdi. Enerjisini gereksiz yere hebâ etmemiş olurdu. Burada İran’ın tarihî sorumsuzluğunun da çok belirleyici olduğunun altını çizmek gerekmektedir. İslâm’ın öncü güçlerine bir nevî çelme takmaları batılılara nefes aldırmış, Osmanlı’nın gücünü zayıflatmıştır.

Osmanlı’nın Avrupa devletlerine göre ne derecede korkulu bir tehlike olduğunu Alman İmparatoru’nun Osmanlı nezdindeki elçisi Ogier Gisleen van Busbeke hâtıralarında şöyle kaydediyor:

“Yalnız İran bizimle felâketin arasında durmaktadır. Eğer İran olmasaydı, Türkiye bizi mahvetmeye muvaffak olurdu. Osmanlılarla İran arasındaki savaş; bizim kurtuluşumuz değildir, ancak bize nefes aldırmaktadır.”4

Diğer yandan Safevîler; Osmanlı ve civardaki diğer müslüman hanlıklarla uğraşmak zorunda kalmasaydı, Ermeniler ve Gürcülerin İslâm medeniyetinin bir parçası olmaları çok kolaylaşırdı. İran, Kafkas halkları ve Rus toplumu üzerinde daha etkili olabilirdi.

Şah Abbas; 1614 yılında Gürcistan Seferi’ne çıkmış, sadece bu sefer sonrasında 30 bin kişi İslâm dîniyle şereflenmiştir. Aynı hükümdar döneminde; hıristiyanlara İslâm’a girmeleri konusunda genel bir çağrı yapılmış, sonucunda 5 bin hıristiyan müslüman olduğu gibi; Mazenderan bölgesine nakledilen Ermeni ahâlînin çoğu Mevlânâ Muhammed Ali Tebrizî’nin gayretleriyle müslüman olmuştu.

Ticarî tecrübeleriyle bilinen ve kadîm bir medeniyetin mirasçıları olan İranlılar, Hindistan ve Çin istikametinde daha önce başarıyla yürütülen İslâmî faaliyetleri daha güçlü yürütebilirlerdi.
________________

1 Küpeli, Özer, History Studies, Orta Doğu özel sayısı, 2010, s. 239.
2 Sarıkaya, M. Saffet, Dînî ve Siyasî Bakımdan Osmanlı-İran Münasebetleri, Türk Kültürü, sa. 363, yıl XXXI, s. 406-442.
3 Oktay EFENDİYEV, Azerbaycan Safevîler Devleti, Şerq-Gerb Bakı, 2007, s. 107.
4 Aydoğmuşoğlu, Cihat, Safevî Hükümdarı Şah Abbas’ın Dînî Siyaseti, s. 1333, Dr. Ank. Ün. TDCF Tarih Bölümü.