YOZGATLI AHMED ŞEVKİ EFENDİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

«Asıl Bu Masumların Elini Öpmek Lâzım Evlâdım!»

YOZGATLI AHMED ŞEVKİ EFENDİ

“Ufak bir dere, yağmur ve kar suyu şu karşı tepeden akmaya başlayınca, büyük bir gürültü çıkarır ve çağıltı ile akmaya başlar; fakat büyük dereye kavuşunca sesi biraz azalır. Oradan ırmağa kadar yine gürültüyle devam ettikten sonra, ırmağa kavuşunca sesi biraz daha kesilir. Denize kavuşunca ne sesi kalır, ne soluğu, ne de kendisi, kaybolur gider; ummanda bir damla olur. Cahil insanlar da böyledir. Önce her şeyi bildiklerini zannederler, lâkin okuyup öğrendikçe ne kadar az şey bildiklerini anlarlar!”

***

Bu ay sizlere;

İnsan odur ki, koymalı dünyada bir eser;
Eseri olmayanın yerinde yeller eser!

diyerek, dünyada ya inşa ederek, ya yazarak, ya da söyleyerek bir eser bırakmak gerektiğini söyleyen bir «Allah Dostu»nu;

“Tasavvuf bir ilâçtır, kullanmasını bilirsen âbâd, bilmezsen berbat olursun!” diyerek, seyr-i sülûk yolunda atılan adımların çok hesaplı atılması lâzım geldiğini beyan eden bir «Gönül Sultanı»nı Yozgatlı Ahmed Şevki Efendi’yi tanıtmaya çalışacağım.

DÂRU’L-HİLÂFE’DE…

Ahmed Şevki Efendi; 1906’da, o tarihteki adı Bozok olan Yozgat’ta dünyaya geldi. Dedesi; Yozgat’ta ilk Halvetî tekkesini kuran, maddî-mânevî ilimlerle halkı irşad eden ve «Büyük Şeyh» nâmıyla mâruf Şeyh Hacı Ahmed Efendi; babası, Abdullah Ârif Efendi; annesi ise, Müderris Mehmed Ali Efendi’nin kızı sâlihat-ı nisvandan Hâfize Hanımdı. Küçük yaşta babasını kaybettiğinden, amcaları tarafından himaye edildi. İlk dersini Cevherî Ali Efendi Medresesi mahalle mektebinde Büyük Ali Efendi ve Derviş Efendi’den almış, sonra Yozgat Sultânîsi’nin orta bölümünü bitirmişti. Ardından Yozgat Dâru’l-Hilâfe Medresesi’ne devam etmiş; okul kapatılınca Dersaâdet’e gelmiş, İstanbul Dâru’l-Hilâfesi’ne girmişti. Ancak 1924’te henüz on sekiz yaşında iken geçirdiği ağır bir hastalık üzerine tasdikname alarak Yozgat’a dönmek zorunda kalmıştı. 1925’te öğretmenlik müracaatında bulunmuş ve merkeze bağlı Karga Köyü’ne vekil öğretmen tayin edilmişti. İki yıl sonra asil oldu…

KÂMİL BİR MÜRŞİDDİ!

Öğretmenliği sırasında tasavvufa duyduğu yakın ilgi üzerine, Dedikhasanlı Şakir Efendi ile tanışması tavsiye edilmiş ve bu büyük gönül sultanıyla görüşmüştü. Bir müddet sonra bu zâta intisâb eden Ahmed Şevki Efendi, 1937 yılında şeyhinin vefatına kadar yanından ayrılmadı. 1953’te Yozgat İmam Hatip Okulu’nun faaliyete geçmesiyle, bu okulda on yıl meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptı. Ayrıca şehrin çeşitli ortaokullarında din derslerine girdi. 1971’de (65) yaş haddinden emekli oldu. Hem Nakşî, hem Halvetî, hem de Kādirî tariklerinde kâmil bir mürşid olan Ahmed Şevki Efendi; emekliliğinden sonra, dedesinin adını taşıyan camide fahrî imamlık yaparak, vaaz ve nasihatleriyle halkı irşada çalıştı.

ALMA MAZLUMUN ÂHINI!

Ahmed Şevki Efendi’nin, zararı âşikâr olan sigaraya karşı düşüncesi menfî imiş, ancak misafirlerine, hocası Şakir Efendi’ye atfen, şu ilgi çekici hâtırasını pek sık anlatırmış:

Köyün birinde halkına zulmeden, onlara haksız ve lüzumsuz yere kaba davranıp hakaret eden bir muhtar varmış. Bir gün Şakir Efendi’nin ziyaretine gelmiş. Sohbet esnasında bir ara muhtar;

“–Hocam, ben sigara müptelâsıyım, duâ buyursanız da şu illeti bıraksam!” diye duâ istirhamında bulunmuş. Şakir Efendi de;

“–Evlâdım sigara dediğin nedir ki; içersin, dumanını üflersin, uçar gider. Asıl mühim olan, mazlumun âhını almamaktır. Zira onların duâsı ile Cenâb-ı Allah arasında perde yoktur.” diye cevap vermiş. Yani toplumdaki zayıf ve muhtaç insanların mutlaka korunup gözetilmesi gerektiğini, onlara haksızlık edilmemesini, bu konuda çok hassas davranılması lâzım geldiğini vurgulamıştı.

İKİNDİ TERK EDİLMEZ!

Yozgat eşrafından Dursun UYAR bir hâtırasını şöyle özetliyor:

1978 yılıydı… Sekiz-on arkadaş; öğle namazını Ahmed Efendi Camii’nde, Ahmed Şevki Efendi’nin arkasında kıldıktan sonra, hocanın arkasına dizilerek hazretin evine doğru yollanmıştık. O sırada aklıma çocukken duyduğum;

“Çok büyük evliyâ imiş!” sözü hücum ediyor, içimden bir ses;

“Ben bugün sabah namazını kaçırdım, eğer büyük evliyâ ise bunu bilir!” diyordu. Bu düşüncelerle iki katlı ahşap evin alt katındaki misafir kabul edilen odasına girmiştik. Hoca efendinin;

“Gençler buyurun oturun, ayakta kalmayın!” ikazıyla hepimiz bir yerlere oturduk. Sohbet sırasında bir ara bana dönüp;

“Evlâdım; namaz dört vakit değil, beş vakittir. Gençsiniz, tazesiniz, sabah namazlarını ihmal etmeyin!” dedi. Birkaç dakika kendime gelemedim, içim doluyor, yutkunuyor, yutkunuyordum.

Hoca, değişik mevzularda konuştuktan sonra bir ara tekrar namaz konusuna döndü:

“Gençler; ikindi namazı tehir edilir, ama terk edilemez. Akşam kılarım, diye ikindi terk edilmez.” buyurdular… Sohbet bittikten sonra sırayla elini öperek huzûrundan ayrıldık. Yolda arkadaşların biri şöyle konuşmaya başladı:

“Allah! Allah! Ben Ofis’in inşaatında çalışıyorum. İkindi namazlarını kılmayıp akşam evde kılıyorum. Bu konudaki kanaatini tam kendisine soracaktım ki, durumu açıkladı.”

Anladık ki, hocaefendinin bugünkü sohbeti, kafamızdakilere cevap vermek üzerineymiş…

KAYISIDAN VERSELERDİ!

Eski bakanlardan Abdulkadir AKSU, hocaefendi ile ilgili bir hâtırasını şöyle özetliyor:

Bir defasında Yozgat’a giderken, bende misafir olan kayınpederimi de (ki aynı zamanda dayımdı) yanımda götürmüştüm. Kendisine;

“Seni Yozgat’ta çok muhterem bir zâtla tanıştıracağım!” dedim. Şehirdeki işlerimizi bitirdikten sonra, hocaefendiyi ziyarete gittik. Bizi bahçesinde ağırladı. Kendisini büyük bir zevkle dinledik. Bir ara oğlu Şakir’i çağırdı, bize meyve ikram etmesini istedi. O da bahçeden topladığı o nefis meyveleri bize ikram etti.

Müsaade isteyip kalkmıştık. Tam kapıdan çıkacağımız sırada bize dönerek;

“Bir dakika bekleyin bakalım!” dedi. Yine oğlu Şakir’e dönerek;

“Misafirlere şu kayısı ağacından meyve topla da eve de götürsünler!” buyurdular. Bekledik, kayısılar toplandı, bir sepete konuldu. Biz de sepeti alıp vedâlaşarak evden ayrıldık. Biraz yürüdükten sonra dayım büyük bir heyecanla şöyle dedi:

“Oğlum, bu zât, çok büyük bir zât, ne iyi ettin de beni getirdin! Tam evden çıkarken;

«Ne olurdu bu kayısıdan biraz verselerdi de, evdekilere de götürseydik.» diye içimden geçirmiştim. İşte tam o anda bizi durdurdu ve oğluna talimat verdi.”

EN BÜYÜK NASİHAT: ÖLÜM!

Gazeteci Taha AKYOL bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

1983’ün Şubat tatiliydi… Kar yağmış, İstanbul’a dönmek zorlaşmıştı… Hemen her gün namazı Ahmed Şevki Efendi’nin camisinde kılıyor, namaz sonrası evinde yaptığı tadına doyulmaz sohbetine katılıyordum. Bir gün gönlüme şu endişe düşmüştü. Ya bana;

“Delikanlı, neden her gün geliyorsun, bir şey mi sormak istiyorsun?” derse, ne cevap verecektim? Şöyle bir karar verdim. Kendisine diyecektim ki:

“Bir sorum yok efendim, sadece nasihat buyurmanızı isterim.” Bu duygu ve düşünceyle odasına girdiğimde artık rahattım, cevabım hazırdı. Odada kimse bir şey konuşmuyor, kimse soru sormuyordu. Uzun ve derin sessizliği Ahmed Şevki Efendi bozdu. Gözlerini gözlerime dikerek;

“Dünyada en büyük nasihat ölümdür!” deyiverdi, şaşırmıştım. Sonra da şöyle devam etti:

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e demiş ki:

“–Yâ Rasûlâllah, bana nasihat buyurun!”

O da şöyle cevap vermiş:

“–Yâ Ömer, dünyada en büyük nasihat ölümdür!”

***

Ahmed Şevki Efendi’nin bağlıları; minicik yavrularıyla kendisini ziyarete gelir, evlâtlarına hocalarının ellerini öptürmek isterlerdi. Hocanın cevabı ise her zaman şöyle olurdu:

“Asıl bu masumların elini öpmek lâzım evlâdım.” Ve eğilerek o masumların ellerini öperdi. Bu mübârek zât, 7 Ocak 2002’de doğduğu şehir olan Yozgat’ta rahmet-i Rahmân’a kavuştuğunda 86 yaşındaydı.