PÂK ECDAT
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Seyyid Yahya Şirvânî Hazretleri, Azerbaycan’ın kuzeyinde Şirvan’da doğdu. Fatih Sultan Mehmed devrinde yaşadı. Şeyhi Sadreddin Hiyâvî’den hilâfet alarak Bakü’ye gitti ve orada irşadda bulundu. Kırk kadar kolu bulunan Halvetiye tarîkatının yayılmasında en önemli âmil olarak, Yahya Şirvânî’nin yetiştirdiği halîfeleri civar beldelere göndermesi kabul edilir. Halvetî tarîkatının «Pîr-i Sânî»si yani ikinci kurucusu kabul edilen Yahya Şirvânî Hazretleri, 1464 (hicrî 868) yılında Bakü’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Kabr-i şerîfi, Şirvan Şahlarsaray külliyesindedir.
***
Seyyid Yahya çocukken bir gün arkadaşları ile yolda oyun oynuyordu. Şeyh Sadreddîn’in önde gelen müridleri ve Pirzâde Takiyüddin Şirvânî de oradan geçmekteydi. Oyun esnasında, Yahya; sûfîlerin önünden geçecek iken, geçmeyip edeple onları selâmladı. Onun bu hareketi Pirzâde’nin hoşuna gitti ve sûfîlere;
“–Bu çocuk seyyiddir, Allah Teâlâ bu çocuğa, dedelerinin edebini, olgunluğunu ve güzel huyunu ihsân etmiş. Gelin duâ edelim de Allah, onu âlemlerin seyyidi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in esrârına lâyık eylesin, pâk ecdâdı gibi velâyet ehlinden olsun.” dedi.
Allâh’ın izni ile duâsı kabul olundu. Yahya, o gece uykusunda büyük ceddi Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördü. Hazret-i Peygamber ona nasihatler ettikten sonra Şeyh Sadreddîn’i göstererek onu mânevî ata olarak tayin ettiğini ve ona intisâb etmesini söyledi. Bunun üzerine Seyyid Yahya, Şeyh Sadreddin dergâhına giderek ona mürid oldu.
***
Ömer Rûşenî, mürşidi Yahya Şirvânî’nin dünyaya ve ukbâya bakışına bizzat şahitlik ederek dîvânında onu şöyle vasfeder:
Gusleder idi, gönlüne nâgâh; gelse idi hayâli ukbânın,
Âbdest alır idi, geçse idi hâtırından hadîsi dünyânın.
TESKİN EDEN AZAMET
Sultan I. Mahmud, 1696 yılında Edirne’de dünyaya geldi. Şehzadeliğinde yüksek din ve fen ilimlerini öğrendi, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’den dersler aldı. III. Ahmed’in Patrona Halil İsyanı’yla saltanattan indirilmesi üzerine, 30 Eylül 1730’da tahta çıktı. Başta isyancıların isteklerini siyâseten yerine getiren Sultan, daha sonra âsî Patrona Halil’i bertarâf ederek devlet işlerinde otorite tesis etti. Bu isyandan dolayı İran’ın Osmanlı topraklarına yaptığı saldırılara cevap verilmesi 1731 yılına kadar gecikti. Nihayet 31 Temmuz 1731 tarihinde Kermenşah, 4 Aralık 1731’de de Tebriz alındı.
Rusların antlaşmalara mutâbık hareket etmemesi ve Kırım’ın iç işlerine karışmaları üzerine, I. Mahmud; 16 Haziran 1736’da Rus Seferi’ne çıktı. 1 Eylül 1739’da Belgrad Kalesi alındı.
Zor, fakat başarılı bir padişahlık dönemi geçirerek vefatına yakın ülke içinde ve dışında huzuru temin eden Sultan I. Mahmud Han, 13 Aralık 1754’te hastalığı sebebiyle Cuma namazından dönerken, Demirkapı’da at sırtında teslîm-i ruh eyledi. Na‘şı, Yeni Cami Vâlide Turhan Sultan Türbesi’ne defnolundu.
***
Sultan I. Mahmud Han hizmet edenleri takdir edip, kıymetli vezirlerini ufak tefek kusur ve hataları ve hattâ mağlûbiyetleri dolayısıyla derhâl azl ve sâir sûretle cezalandırmayıp, hatasını tashih için kendilerine müsait davranırdı. Bağdat valisi meşhur Ahmed Paşa, İran seferleri dolayısıyla salâhiyeti haricinde devlet tevcîhâtını istediği gibi yapması sebebiyle azl olunarak Rakka eyâletine tayin edilmişti.
Ahmed Paşa; Bağdat’dan uzaklaştırılınca, korkup katledileceği vehmine kapıldı. Bu hususta Vezîr-i âzam Hekimoğlu Ali Paşa’ya bir mektup yazarak korkusunu beyan ile yardımını istedi. Ali Paşa bu mektubu padişaha arz eyleyince, Sultan Mahmud kendisine şunları yazdı:
“Sadrâzam tarafına gönderdiğin kāimen (mektubun) manzûr-ı hümâyûnum olup, kāimende bazı fikirler olduğun anlaşılmıştır. Sen bu kadar zamandan beri seraskerlik ve tevcîhat (tâyinler) ile kâmrev (istediğine kavuşmuş) olub, bundan dahî senden hidemât-ı seniyye (yüksek hizmetler) zuhûru me’mûl olmakla (ümid edilmekle) tahrîrâtına (raporuna) göre hilâf-ı melhuz (istenilene muhalif) hareketin vukû bulmuş olsa dahî affolunmuştur.”
Bu ferman ile Sultan Mahmud, Ahmed Paşa’nın hizmetlerini takdir ettiğini ve ufak bir kusur ile en ağır cezanın verilmeyeceğini beyan ile kendisini rahatlatmıştır.
AZİZ GELİR DİYE…
Hattat Aziz Efendi, 1872’de Maçka’da doğdu. Trabzon’dan İstanbul’a göç eden ailesi, Aziz Efendi’yi Eyüp’te Şah Sultan İbtidâî Mektebi’ne gönderdi. 1885’te Hattat Filibeli Bakkal Ârif Efendi’den sülüs, nesih; Karinâbadlı Hasan Hüsnü Efendi’den ta‘lik yazısını öğrendi. Yazı tahsilini tamamlayıncaya kadar Nûruosmaniye’deki Hat Mektebi’ne devam etti. Aziz Efendi, 1896’da Reîsü’l-Hattâtîn Muhsinzade Abdullah Hamdi Efendi’den de icâzet almaya muvaffak oldu. Medresetü’l-Kudât’ta ve Mahmûdiye Rüşdiyesi’nde yazı hocalığı yaptı. Mısır Meliki I. Fuad’ın adına bir Kur’ân-ı Kerim yazmak üzere Mısır’a davet edilen Aziz Efendi, «Melik Fuad» nüshası olarak bilinen mushaf-ı şerîfi tezhibiyle birlikte bir yılda yazdı. Daha sonra Kahire’de bir hat mektebi açıp burada sayısız talebe yetiştirerek hat sanatının Mısır’da yeniden ihyâsına vesile oldu. 1933’te emekli olduktan sonra İstanbul’a dönen Aziz Efendi, 6 Ağustos 1934’te Hakk’a yürüdü. Kabri, Edirnekapı Kabristanı’ndadır.
***
Sâmiha AYVERDİ, hâtıratında o büyük hat üstadından şu hâtıraları nakleder:
Çok şiddetli bir kış günü, hocası Ârif Efendi hem yolların karla kaplı, hem de kendisinin hasta olması sebebiyle meşkhaneye gitmekte tereddüt eder. Fakat bu zorlu günde hiç kimse gelmese bile; «Aziz gelir» düşüncesiyle dershaneye gelen Ârif Efendi, talebesinin kendisini beklemekte olduğunu görünce;
“–Evlâdım bugün ders gösteremeyecek kadar rahatsızdım fakat seni mahzun etmemek için geldim.” der.
Yine;
İstanbul’dan Mısır’a misafir giden bir Türk hattat, memleketine döndüğünde bu muhteşem tedris ve tâlim hayatını kendi görüş açısından bencil bir hükümle yorumlayarak İstanbul’a dönünce Aziz Efendi’nin kayınbiraderi Mazhar Bey’e şunları aktardı:
“Aziz Efendi’ye çok acıdım, yazık olmuş. Zira ne biliyorsa talebesine aktarmış;
«–Bunlara hiç değilse kalem yontmayı öğretmeseydin!» dediğimde Hocanın cevabı;
«–Yok birâder biz buraya esirgemeye değil öğretmeye geldik.» oldu.”
ÂVÂRE VE BAŞIBOŞ
Nihad Sâmi BANARLI, 1907 yılında İstanbul Fatih’te dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu İstanbul’da okuduktan sonra 1927 yılında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan, 1929 yılında da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Mezuniyetinden 1934’e kadar Edirne Lisesi ile Kız ve Erkek Öğretmen Okulu’nda, 1934’den 1947 yılına kadar ise Kabataş, Galatasaray, Boğaziçi, Şişli Terakki ve Işık liselerinde öğretmenlik yaptı. 1953 yılında kurulan İstanbul Fetih Cemiyeti’ne girerek bu kuruluşa bağlı olan İstanbul Enstitüsü’ne müdür oldu. 1958 yılında Yahya Kemal Enstitüsü yayın işlerini yürüten Banarlı, 1971 yılında kurulan Kubbealtı Akademisi’ne Edebiyat Kolu Başkanı ve Akademi Dergisi müdürü oldu. Ünlü edebiyatçı, 13 Ağustos 1974 tarihinde vefat etti. Kabri, Rumelihisarı Âşiyan Mezarlığı’ndadır.
***
Şiirde bazen öyle mısralar olur ki siz, söylenmesi müşkül nice duygu ve düşüncelerinizi onların yardımıyla kolayca söyleyebilirsiniz. Meselâ, bir gün karşınıza şu veya bu sebeple bazı masum vatan çocukları çıkar. Bir de bakarsınız ki geride bıraktığınız yıllar, onları bilgisiz yetiştirmek için onlara sanki cehâleti öğretmiş.
Allâh’ı bilmezler, Peygamber’i tanımazlar. «Mevlânâ kimdir?» dersiniz, gözleri derin bir meçhûle dalar. Fuzûlî’yi tanımazlar, Bâkî’nin kime ve niçin bir mersiye yazdığını bilmezler. Namık Kemal, zihinlerinde bir karanlık; Hâmid, hâfızalarda bir meçhuldür. Onlar yalnız maçları bilirler. Sinema yıldızlarını tanırlar. Eğlence, âvârelik, başının içi boş mânâsındaki başıboşluk, âdetleri olmuştur.
O zaman, millî vasıflardan ve millî mâzîlerden böylesine uzaklaştırılmış bu masumlar karşısında içiniz daralır, bir şeyler söylemek istersiniz. Kelimeler size dargındır. İşte o anda Fikret’in mısraları imdadınıza yetişir:
Ey kimsesiz âvâre çocuklar, hele sizler, hele sizler…
(Bkz. Nihad Sâmi BANARLI, Kültür Köprüsü, sa. 181)