MEHMED MUHYİDDÎN ÜFTÂDE HAZRETLERİ

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

«Şu akçe evimize geleli, hânemizin bereketi gitti, hemen sefer edelim!»
MEHMED MUHYİDDÎN ÜFTÂDE HAZRETLERİ

Hakk’a âşık olanlar, «zikrullah»tan kaçar mı?
Ârif olan cevherin, boş yerlere saçar mı?

Üftâde yanıp tüter, bülbüller gibi öter.
Dervişlere taş atan, îmân ile göçer mi?

Bu ayki yazımda sizlere;

Derdimin dermanı Sen’sin,
Gayriden yoktur devâ!

diyerek, âşıkların dermanının ancak Mevlâ aşkı olduğuna işaret eden bir Allah dostunu;

Yâ İlâhî, zikrinle ver gönüllere cilâ!

mısraıyla, gönlün ancak Allah zikriyle mâsivâdan temizlenebileceğini söyleyen bir velîler sultanını, Mehmed Muhyiddîn Üftâde Hazretleri’ni anlatmaya çalışacağım.

İLMİN KAPILARI!

Üftâde Hazretleri; 1490 yılı civarında Bursa’nın Araplar Mahallesi’nde dünyaya geldi, asıl adı Mehmed, lakabı Muhyiddîn’di… Babası, Balıkesir Manyas’tan gelip Bursa’ya yerleşen Şeyh Ali Efendi; annesi, Hamamlıkızık eşrafından, sâliha bir hanımdı. Küçük Mehmed; 9-10 yaşlarında intisâb ettiği Bayrâmî şeyhlerinden Hızır Dede’nin teşvikiyle ilim tahsiline başlamış, tasavvufî aşk yolunu seçmişti. Hızır Dede; Mihaliç Kasabası’nda koyun çobanlığı yaparken, soğuktan ayakları donarak kötürüm olmuş;

“Gayrin ganemini ra‘y itmektense kendi kuvâ-yı rûhâniyyemi ra‘y itmek evlâdır.”1 diyerek, mesleğini bırakmış, gelip Bursa’ya yerleşmişti. Mehmed’in babası, oğlunu o yıllarda bir kazzazın (ipekçinin) yanına çırak vermişti, ama o dervişliği seviyor, şeyhinin hizmetinden ayrılmak istemiyordu.

Hızır Dede, bir gün Mehmed’e 14 akçe verdi ve ona Ebu’l-Leys’in «Mukaddime» isimli eserini alıp getirmesini söyledi. Mehmed, kitap almak için çarşıya giderken elinde «Mukaddime» nüshası taşıyan bir sahafa rast geldi. Fiyatının şeyhinin söylediği gibi 14 akçe olduğunu öğrenince de hemen satın alarak Hızır Dede’ye getirdi. Bu kıymetli eseri; şeyhinden, birkaç defa okuyan Mehmed’e ilmin bütün kapıları açılmaya başlamıştı!

ÜFTÂDE OLDUN!

Genç Mehmed Muhyiddîn’in önce babası ve erkek kardeşi, ardından ustası vefat etmişti. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte yaşamaya başlayan Mehmed, ipek ticareti yaparak ailesinin geçimini temin ediyordu. Fakat kız kardeşinin evlenmesi, annesinin de onun yanına yerleşmesinden sonra; kendini tamamen şeyhi Hızır Dede’nin hizmetine vermişti. Bir yandan riyâzat ve mücâhede ile meşgul oluyor, öte yandan mahalle çocuklarının alaylı kahkahaları altında şeyhini sırtına alıyor, şifâ bulması için onu Ulu Cami civarından bir hayli uzakta, Çekirge’deki eski kaplıcaya götürüp getiriyordu.

Dinleyenleri vecde getiren, yanık güzel bir sesi vardı. Bursa Ulu Camii’nde ve Doğan Bey Mescidi’nde ezan okuyor, sesi halk tarafından huşû içinde dinleniyordu. Cemaat, onu dinleyebilmek için erkenden cami avlusunda toplanıyordu. Bir gün Ulu Camii’nin mütevellîsi, Mehmed’in bu hayırlı hizmetine karşılık kendisine birkaç akçelik bir ücret tayin etti. Bu ücreti kabul eden Mehmed, o gece rüyasında;

“Mertebenden üftâde oldun!”2 sözüyle azarlanınca, derhâl bu bedeli terk etti ve «Üftâde» sözünü kendisine lakap edindi.

Üftâde ismi daha sonra şiirlerine mahlâs olacak, menkıbeleriyle birlikte gönülden gönüle akarak günümüze kadar ulaşacaktı.

HİZMETİMİZİ KABUL ET!

Üftâde Hazretleri; Hızır Dede’nin vefatından sonra, kendi gayretiyle Arapça öğrendi, ilmini geliştirmeyi sürdürdü, üveysî3 tarîkle kemal seviyesine ulaştı. Fahrî imamlık ve müezzinlik yapıyor, halkla içiçe oluyordu. 1525 yılında otuz beş yaşlarında iken, Bursa’nın Hisar semtinde cami ve dergâhını inşa ettirerek halkı irşâda başladı. «Halk içinde Hak’la beraber olmak» demek olan Celvetiye’yi tesis etti. Ayrıca çeşitli camilerde vaazlar veriyor, şehirde büyük sevgi ve ilgiye mazhar oluyordu.

Üftâde Hazretleri, devlet ricâli tarafından Emir Sultan Camii imam-hatipliğine de tayin edilmişti. Halkın bütün ısrarına rağmen bu vazifeyi bir türlü kabul etmek istemeyen Üftâde, rüyasında Emir Sultan’ın;

“Bizim hitâbetimizi ve camimizde hizmeti kabul ediniz!” ikazına muhatap olunca, muhalefetten vazgeçmiş, bu hizmeti kabullenmişti.

Hüsâmeddin Bursevî, Üftâde’nin Emir Sultan Camii imam-hatibi iken vefat ettiğini kaydeder.

MESNEVÎ’Yİ BİLMEM!

Arapçaya hâkim olan Üftâde Hazretleri, Farsçayı daha sonra öğrenmişti. Bir gün halîfelerinden Veli Dede; bir rüya tabiri için şeyhinin halvethânesine varmış, fakat içeriden konuşmalar geldiğini duyunca durup beklemişti. Hazret, az sonra kapıyı açmış ve kendisini içeriye davet etmişti. Odada kimsenin bulunmadığını hayretle karşılayan Veli Dede; şeyhine az önce kiminle görüştüğünü sormuş, o da durumu şöyle açıklamıştı:

“Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri geldi;

«–Benim kitabım Mesnevî’yi vaazda naklediniz!» diye emrettiler:

«–Kat‘â lisân-ı Fârisî bilmem!» deyince de;

«–Hele sen başla, o lisan sana münkeşif olur!» buyurdular.”

Veli Dede, o günden sonra Üftâde Hazretleri’nin bir Mesnevî aldırıp vaazlarında oradan nakillerde bulunduğunu ifade eder. Üftâde Hazretleri de;

“Bir gün Mevlânâ’ya «Mesnevî’yi bilmem!» dedim. Bana tâlim eyledi, yedi mertebeye mârifet hâsıl oldu!” diyerek bu hâdiseyi doğrular.

BU ŞEYH, TÂRİK-İ DÜNYA!

Büyük Osmanlı hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman; Üftâde Hazretleri’nin şöhretini duymuş, görüşmek için kendisini İstanbul’a davet etmiş, bu daveti kabul eden Hazret, Dersaâdet’e gelerek padişahla görüşmüştü. Kendisini yedi adım istikbal ederek, derin bir hürmetle karşılayan Sultan, Hazretin tekkesine birkaç köy vakfetmek istemiş, fakat Üftâde Hazretleri bu ikrama sıcak bakmamıştı. Bu tavrı üzerine, şeyhe olan hürmet ve hayranlığı bir kat daha artan Sultan Süleyman; yanında bulunan vezire, bazı şeyhlerin tâlib-i dünya (dünyaya düşkün), lâkin Üftâde’nin «târik-i dünya» (dünyayı terk etmiş) olduğunu söylemiş, takdir hislerini dile getirmişti.

III. Murad’ın annesi Nurbânû Vâlide Sultan da, Hazreti ziyaret ederek, kendisine yüklü miktarda akçe getirmişti. Efendi Hazretleri akçeleri kabul etmemiş, onların bir köşeye konulmasını işaret etmişti. Sonra şöyle buyurdular:

“Şu akçeler evimize geldi geleli, bereketimiz gitti, huzurumuz kaçtı, sefer edelim!” Çok geçmeden dâr-ı dünyadan irtihal buyurdular…

FAREYİ ÂZÂD EYLE!

Üftâde Hazretleri’nin müridlerinden Sahaf Muslihiddin Efendi şöyle anlatıyor:

Dükkânıma fare dadanmıştı. Kitaplarımı kemiriyor, malıma zarar veriyordu. Bu durumu önlemek için tuzak kurdum. Sabah dükkâna vardım ki, kapana bir fare tutulmuş. «Bir kedi gelse de versem…» diye düşünürken Üftâde Hazretleri çıkageldiler;

“–Bu fareyi ne yapacaksın Muslihiddin?” diye sordular.

“–Kitaplarıma çok zarar verdi şeyhim, kediye vermek istiyorum!”

“–Gözünle gördün mü, senin kitaplarını bu fare mi kemirdi? Kesin biliyor musun?” diye sordu. Duraklamıştım;

“–Bilmiyorum şeyhim!” dedim.

“–Bu derdmendi (derde düşmüşü) âzâd eyle! Cefâ eyleme!” buyurdular. Salıverdim, gitti.

Uzun bir süre dükkânımda fare görünmedi, malıma zarar gelmedi. Ama ne zaman ki, bu hâli fâş ettim (açıkladım), dükkânımı yeniden fare sardı ve zarar vermeye başladı.

Kıssadan hisse şudur ki: Bu kābil hâlleri fâş etmemek gerekir, fâş edenler faydasından mahrum kalırlar…

________________

1 Başkasının koyununu gütmektense kendi rûhânî kuvve ve melekelerimi gütmem (onları inkişâf ettirmem) daha iyidir!

2 Makamından düştün!

3 Daha önce yaşamış bir velînin rûhâniyetiyle terbiye edilen.