OSMANLI’YA VEFÂ

YAZAR : Hilmi MUHTAR

Devlet nizamının ve içtimâî hayatın huzuru için devlet müessesesini elinde tutan iktidar sahiplerinin ehil ve âdil olması ve bu vasıftaki idarecilere itaat edilmesi devletin bekāsı için elzemdir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler! Allâh’a, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin!” (en-Nisâ, 59) buyurmaktadır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“İnsanların yüce Allâh’a en sevimlisi ve en yakın olanı, adâletli liderdir. O’nun en çok buğzettiği ve (dergâh-ı izzetinden) uzak tuttuğu kişi de, zalim liderdir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/22) buyurarak idarecilerde bulunması gereken vasıflara dikkat çekmiştir.

ZAMANIMIZIN TOTALİTER LİDERLERİ

Son zamanlardaki gelişmelere bakarak, totaliter iktidar sahiplerinin hem ülkelerini terk ediş şartları ve tarzı hem de şahsî servetlerini ve şatafatlarını görünce; insanın aklına Osmanlı hanedanının sürgüne gönderildikleri zaman, sonrasında maruz kaldıkları muamele ve düştükleri sefalet hayatı geliyor.

İktidarda iken devlet imkânlarını kendileri ve akrabaları için kullanmakta hiçbir beis görmeyen, halkının hissiyatlarına ve değerlerinden ziyade kendilerini iktidarda tutan güç merkezlerinin telkinlerine uygun siyaset izleyen mezkûr totaliter iktidar sahipleri; özünde şahıslarına değil, kendi milletlerine ait yüklü servetleri yurtdışına çıkarmayı tabiî hakları olarak görüyor, kendi insanına ve ülkesine güvenmediğinden, yatırımlarının çoğunu yabancı ülkelere yapıyor ve kendilerini zorda görünce de memleketlerini terk ederek güvenli limanlara sığınıyorlar.

SULTAN VAHÎDEDDÎN’İN SERVETİ!

Son Osmanlı Sultanı Vahîdeddin ve yakın ailesinin 1922 senesinde, geri kalan Osmanlı hanedanının 1924 senesinde çıkarılan bir kanunla haymatlos (hukukî olarak vatanı olmayan) olarak apar topar yurt dışına çıkmaları/çıkarılmaları hazin bir gurbet hayatının başlangıcı olmuştu. Sultan Vahîdeddin, vatanı terk ettiğinde, muhtelif rivâyetlere göre; otuz beş bin İngiliz sterlini1 veya elli bin Türk lirası veya yirmi bin altına sahip idi. Hazine dairesinde sonradan yapılan tetkiklerde, değerli hiçbir şeyin Vahîdeddin tarafından götürülmediği tespit edilerek kayıt altına alınmıştır.

Başına gelenleri ümmetin münevverleri hakkındaki hüsn-i zannındaki israfa2 bağlayan Sultan Vahîdeddin, o zaman hazinedeki kıymetli eşyalardan bazılarını ihtiyaten yanlarına almalarını tavsiye eden yakınlarını;

“Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız, şahsî malımızdır. Fakat ecdadım bu milletin hükümdarı olmasa idiler, onlara kim bu hediyeleri verirdi? Binâenaleyh bunlarda benim kadar milletin de hakkı vardır. Ben bu ihâneti kabul edemem!”3 diye reddetmişti.

Sultan; sırasıyla önce Malta, Mısır üzerinden Hicaz ziyaretlerinden sonra İtalya’ya yerleşir. 3 Mart 1924 yılında çıkarılan kanunla hem hilâfet kaldırılır hem de Osmanlı hanedanı sınır dışı edilir. Hanedan mensuplarının çoğu, Sultan Vahîdeddîn’in yanına giderler. Kalabalık artınca çok geçmeden maddî sıkıntılar baş göstermeye başlar. Tam da bu zamanda eski dostu olan İtalyan Kralı Viktor Emanuel’in çeşitli yardım tekliflerini, kendi dîninden olmayan birisinden alınacak yardımın; «Müslümanların Halîfesi» sıfatına ters düşeceğini belirterek kibarca geri çevirir. Sultan, 1926 yılında San Remo’da vefat eder.

SON SULTANIN CENAZESİNE
KONAN HACİZ

Sultanın âhir ömründe dûçâr olduğu sıkıntılara şahit olanlardan Refii Cevad; hâtırâtında, vefatını takip eden olayları şöyle anlatmaktadır:

“San Remo’ya, Villâ Manolya’ya gittiğim zaman ana-baba günü idi, maiyyet içinde ağlayanlar, düşünenler; ne yapacağını bilmeyenler vardı.

Başmusâhip Mazhar Ağa beni kolumdan çekti:

«–Cevad Bey!» dedi. «Hâlimiz ne olacak? On paramız yok, boğazımıza kadar borç içindeyiz.»

«–Canım Ağa Efendi! Koskoca bir padişah, on parasız olur mu?» dedim.

«–Neden olmasın? Efendimizin İstanbul’dan çıktığı zaman 20 bin altını vardı. Hazıra kar mı dayanır? Aylardan beri masraf ediliyor, kalanını da Zühtü Bey eritti. Müştemilâta bakacak olursanız, bütün esnaf oturmuş para bekliyorlar.»

O aralık yanımıza Miralay Tahir Bey geldi. Başmusâhibe;

«–Mazhar Ağa…» dedi. «Ne yapacağız? Esnafın, patırtısı, gürültüsü ayyuka çıkıyor.»

Ben lâfa karıştım:

«–İçinizde esnafla en yakın münasebeti olan Zühtü Bey’dir; onlara, o, meram anlatabilir.»

Tahir Bey;

«–Ne münasebet!» dedi. «Söyledik, aylardan beri on parasız idare ediyorum, ne hâliniz varsa görün, ben esnafın yanına bile gitmem!» diyor.

Sordum:

«–Borcun miktarı ne kadar?»

İşin garâbetine bakın, o kadar rezâlet oluyor, fakat daha borcun miktarını kimse bilmiyordu.

Baş musâhib;

«–Bu böyle olmaz!..» dedi. «Gidelim!»

Şehzade Faruk (son halîfe Abdülmecid Efendi’nin oğlu) ile seccadecibaşı, banyo odasında Sultan Vahîdeddîn’i yıkamışlar ve müstakil şekilde bir tabuta bile koyup kapatmışlardı.

Miralay Tahir Bey baş sağlığı diledikten sonra;

«–Efendim…» dedi. «Alacaklılar; ağaların, efendilerin dairelerinde bekliyorlar, borcun hakikî miktarı daha bilinmiyorsa da onları biraz para vererek tatmin etmek lâzımdır. Bu hususta ne mümkün ise yapalım efendim.»

Faruk Efendi;

«–Biz de aynı şeyi düşündük, merhumun çantasının anahtarını bulamadığımız için, onu kırdık, içinde elmasları, pırlantaları sökülmüş nişanlardan başka bir şey çıkmadı. Bizim ise vaziyetimiz maddî fedâkârlığa müsait değildir.»

O aralık içeriye telâşla Hayreddin Ağa girdi:

«–Efendim, esnaf, yanlarında bir memur getirmişler.»

«–Ne memuru?..»

«–İcra memuru.»

Hayreddin Ağa gözlerinden yaşları mendiline içirerek;

«–Velînimet Efendimiz’in cenazelerini haczettireceklermiş.»

Bu söz ortalığı altüst etti…

«–Nasıl olur yahu?»

«–Neredeyiz?»

«–Medenî bir memlekette böyle rezâlet olur mu?»

«–Ölü haczedilir mi?»

«–Edilir efendim.» dedi. «Bunlar öyle menfaatperest adamlar ki, haklarını elde etmek için her vasıtaya başvururlar.»

«–Ne yapacağız?»

«–Ne yapacağız?»

Sami Bey:

«–Hepimizin mâlî vaziyeti malûm, mamafih cebimde ne var ne yoksa vereyim.»

Oradakilerin hepsinde az çok bir şeyler vardı, son zamanlar müstesnâ, muntazaman maaşlarını aldıkları ve hiçbir masrafları olmadığı için paralarını biriktirmişlerdi.

Tahir Bey;

«–Efendim.» dedi. «Biz cenazeyi bahçenin sarmaşıkla örtülü kısmındaki hiç açılmayan kapısından kaçıracağız.»

Odadakiler irkildiler.

«–Nasıl olur?»

«–Başka çaremiz yok, zira alacaklılar bir santimlerinden vazgeçmiyorlar. Bu kadar borcu karşılamaya imkânımız yok. Ben bu parayı size fazlasıyla temin ederim, hattâ cenazenin nakil masrafını da bulurum.»

Odadakilerin yüzleri bir sorgu işareti şeklini aldı.

«–Arz edeyim, ben derhâl trene atlar Roma’ya saraya giderim. Kral’ın huzuruna çıkarım, vaziyeti anlatırım, o mûtemet bir adamını gönderir, bütün borçları tasfiye ettirir ve bu sıkıntıdan bizi kurtarır.»

Faruk Efendi:

«–Dünyada olmaz!» dedi. «Hilâfet postuna oturmuş bir hükümdarı dilendirmek seviyesine indiremem. Cenaze nakliye masrafını, Halîfe Hazretleri tesviye buyururlar, alacak meselesini de ne yaparsanız yapın.»

Faruk Efendi, Nice ile telefonla konuştu:

«–Pederim parayı Sakallı Reşid Bey’le gönderiyor. Cenazeyi Suriye’ye, o götürecek.» dedi.

İki-üç saat sonra Sakallı Reşid Bey, lâzım gelen parayı hâmilen Villâ Manolya’ya geldi, Zahir Bey, Ertuğrul Efendi’nin hocası Mahir Bey’le, Sami Bey’i, Hayreddin Ağa’yı, seccadecibaşıyı, ibrikdarbaşıyı, Ağalar Dairesi’nde toplanıp, bağırmaya devam eden bakkal-çakkal gürûhuna gönderdi:

«–Bu adamları avutunuz, o müddet zarfında biz cenazeyi kaçıralım.»

Berberbaşı istasyona koşturuldu, tek atlı bir yük arabası, bahçenin açılmaya açılmaya kol demiri paslanmış kapısının önüne getirildi.

Sandığın tabut olduğu belli değildi, içinde bir ölü yattığı da malûm olmuyordu. Tahir Bey;

«–Bir cenaze nakledildiğini belli etmeyin, içinde öteberi olan bir tahta sandığı Cenova’ya gönderiyoruz, onun için yalnız iki kişi tutup indireceğiz.»

Adamlara yakalarını yırtarak yüksek sesle ağlamaları emredildi, sandığı başından Şehzade Faruk Efendi, ayak tarafından da Tahir Bey tuttu. Bahçe kapısından çıkarıldı, arabaya konuldu. Arabacının yanına Faruk Efendi oturdu, arabanın sağ tarafında Tahir Bey, sol tarafında ben arabanın arkasında Sakallı Reşid Bey, bozuk kaldırımlar üzerinde haldır huldur, istasyona doğrulduk.”4

Osmanlı Devleti’nin son padişahının cenazesi işte bu şartlarda borçlulardan kaçırılıyordu. Maalesef Osmanlı hanedanından yurt dışına tehcire zorlanan hemen hemen tüm fertleri benzer hazin durumlarla karşılaşmışlar, ama asâletlerini muhafaza etmişlerdir. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere vatandan apar topar ve milliyet kısmının boş olduğu pasaportlarla yurt dışına sürülen Osmanlı hanedanı, senelerce haymatlos (vatanı olmayan) insanlar olarak sürgün hayatı yaşamışlardı.

Osmanlı torunlarının çektikleri çilelere şahit olanlardan biriside Muhterem Ali Ulvi KURUCU’dur. Eğitim için bulunduğu Mısır’da başından geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır:

ŞEHZADE AZİZ EFENDİ

Bir keresinde, bayram ziyareti için, Mustafa RUNYUN ve Ali Yakup Beylerle birlikte, Sultan Abdülaziz’in torunu Şehzade Aziz Efendi’ye gitmiştik. Yağmurlu bir gündü. Öyle görülüyordu ki Aziz Efendi, tek fanilâsını yıkamış, fakat kurumadığı için giyememişti. Gömlek düğmelerinin arasından teni görülüyordu.

Kahve getirdi. Eski bir tepsive en ucuzundan fincanlara koymuştu. Kahve de ancak suyun rengini değiştirecek kadar katılmıştı. Şehzade, kahveleri utanarak verdi;

“Aziz kardeşlerim!” dedi; “Sizlerin benim evime değil gönlüme geldiğinizi biliyorum. Tepsinin, fincanların ve kahvenin kusuruna bakmazsınız. Siz benim hatırıma, ecdadımın hatırına geldiniz, sağ olun…’’

Bunları söylerken gözlerinden yaşlar damlamaya başlamıştı.

Torun Âdile Sultan da yurt dışına çıkarılmış, Kahire’de Ebûbekir Sıddîk sülâlesinden bir ailenin oğluyla evlenmişti. Bu gencin de annesi Türk idi. Çocukları da Türkçe bilirlerdi ve gencin adı Orhan’dı.

Âdile Sultan’ı da bayramlarda ziyarete giderdik. Yine ziyarete gittiğimiz bir gün, şöyle demişti:

“Hâfız beyler, madem buraya kadar zahmet edip geldiniz, benim sizlerden bir ricam olacak. Geçen Ramazan gecelerinin birinde, rüyamda merhûme annemi gördüm. Bana;

«–Âdile, beni unuttun mu yoksa?» dedi.

«–Anne, ben seni unutamam.» dedimse de;

«–Unuttun, unuttun!» diye tekrarladı. Birbirimize sarıldık. Ağlaya ağlaya uyandım.

Rüyamı, kayınvâlidem Zekiye Hanım’a anlattım. Bana; «Kızım, annen senden Kur’ân istiyor, duâ istiyor. Buraya seni ziyarete gelen Türk hâfızlar var. Onlara söyleyelim, hem hatim indirsinler, hem de mevlid okusunlar. Anneni böyle analım.» dedi.’’

Âdile Sultan’la gün tayin ettik;

“Filân gün geliriz inşâallah.’’ diye ayrıldık.

SULTAN’IN GÖZYAŞLARI

Kararlaştırdığımız günde evlerine gittik. Akşam olmak üzereydi. Yemeği orada yiyecektik. Namazı evde kılarız, diyerek yürüdük. Zemin katta oturuyorlardı. Eve yaklaşınca ne görelim:

Âdile Sultan, elinde bez, yerleri siliyor. Herhâlde bizi, namazdan sonra geliriz diye tahmin etmiş olmalı… Bu hâli görünce, Mustafa RUNYUN’a;

“Aman hazret dön; Sultan bizi görmesin, perişan olur. İş yaptıracak kimsesi yok. Sultan Abdülhamid’in torunu; yerleri, taşları siliyor. Aman dönelim!’’

Sultan bizi görmeden döndük. Akşamı, mahallenin mescidinde kıldık. Namazdan sonra geldik. Sultan; güzelce giyinmiş, beyaz tülbentler sarınmış, bizi karşıladı. Sofralar kurulmuştu. Kadın-erkek ayrı taraflarda yemek yendi. Yatsıya kadar sohbet edildi. Yatsıyı birlikte kıldıktan sonra mevlid okuduk, duâ ettik. Mevlid-i şerîfe başladık, sonuna kadar, o Sultan, hıçkıra hıçkıra ağladı… Kimbilir hayalinden neler geçti, neleri hatırladı, neler düşündü…

CEVHERE SULTAN

Yine hanım sultanlardan bir de Cevhere Sultan vardı. Âdile Sultan’ın evinde okuduğumuz mevlidde o da bulunuyordu. Mevlidden sonra bizlere;

“–Hâfız Efendiler; benim adım Cevhere ama, bende bir cevher yok. Asıl cevherler sizin rûhunuzda, kalbinizde… Benim annemin rûhuna da bir mevlid okusanız olmaz mı?..’’ deyince;

“–Baş üstüne efendim, elbette okuruz.’’ demiştik.

Kararlaştırılan günde evine gittiğimizde, Âdile Sultan’ın evinden daha fakîrâne yaşadığını gördük. Genişçe tek bir odanın yarısını kilimle örtebilmişti. Bizi içeri buyur ettikten sonra, o da Aziz Efendi’nin dediği gibi;

“Aziz evlâtlarım, siz tabiî benim yoksul evime, sergime değil, gönlüme geldiniz. Şu mübârek günde, bu garibi sevindirdiniz. Allah da sizi sevindirsin. Ne yapalım, biz böyle olduk. Duâdan başka, elimizden bir şey gelmiyor. Kaderimiz böyleymiş. Eğer Cenâb-ı Hak; her nimeti elimizden aldığı gibi, gözyaşını da alsaydı da ağlayamasaydım, benim hâlim ne olurdu? Ağlamakla mütesellî oluyorum. Tek tesellim, gözyaşlarım…”5

Hulâsa, Osmanlı hanedandaki her bir ferdin çileli hayatları ayrı bir kitap veya film konusu yapılabilir. Bu noktada insaf sahibi herkesin son zamanlarda Osmanlı sultanlarının özel hayatı üzerinden, mahremiyete saygı göstermeden alâka çekmeye çalışanlara ibretle bakması gerekmektedir. Acaba Osmanlı sultanlarının mahrem hayatı konulu filmler yerine, yukarıda sadece bir kısmından bahsettiğimiz yurt dışına sürülen Osmanlı hanedanının yaşadığı çile ve dramlarla dolu hayatları filme alınsa; hem daha eğitici eserler yapılmış, hem de millet olarak bir nebze vefâmızı göstermiş olmaz mıydık?
_____________________

1 Tarık Mümtaz GÖZTEPE, Osmanoğulları’nın Son Padişahı Vahîdeddin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1969, s. 100.

2 Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1997, s. 33.
3 Kadir MISIROĞLU, Osmanoğulları’nın Dramı, s. 229.
4 Refii Cevad ULUNAY, «Bu Gözler Neler Gördü?» Tercüman Gazetesi,12 Kasım 1969.
5 M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Üstad Ali Ulvi KURUCU-Hâtıralar-1, İstanbul, 2010, s. 368-371.