ONA; «SULTÂNU’L-ULEM» DEYİNİZ!
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com
Muhammed Hüseyin Hâtibî Bahâeddin Veled, 1125 yılında Belh’te dünyaya geldi. İlk tahsilini babasından gördükten sonra, dedesi Ahmed Hâtibî ve Necmeddîn-i Kübrâ’dan ders aldı. Dînî ilimler, hikmet ve tasavvuf alanında önemli bir seviyeye ulaşıp bu ilimler ışığında vaizlik ve müderrislik yaptı. Hicrî 610 yılında hacca gitmek niyetiyle ailesini de yanına alarak Belh’ten ayrıldığında oğlu Celâleddin de yanındaydı. Bahâeddin Veled; sırasıyla Nişabur, Bağdat, Hicaz, Halep ve Şam’a gitti. Şam’da Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile görüştü. İbnü’l-Arabî Hazretleri; istikbâlin Mevlânâ’sını, babasının ardından edeple yürür görünce tebessümle;
«Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin ardından gidiyor!» dedi.
Bahâeddin Veled, daha sonra Anadolu’ya geçip eski adıyla Lârende, bugünkü adıyla Karaman’a yerleşip orada dört yıl kaldı. Oğlu Muhammed Celâleddin’i burada Gevher Bânû Hatun ile evlendirdi. Aynı yıl, hicrî 622’de, Selçukluların başkenti Konya’ya yerleşerek orada halkın büyük teveccühüne mazhar oldu;
«Ben yaşadıkça ve mânâ meydanında at koşturdukça benim gibisi zuhur etmez. Dünyadan göçüşümü bekleyin. Sonra oğlum Celâleddîn’in nasıl bir insan olacağını, benim mertebemden daha yüksek bir mertebeye çıkacağını görürsünüz» dedi. Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled, 12 Ocak 1231 tarihinde Konya’da ebediyete erdi. Kabri, Mevlânâ Hazretleri’nin kabr-i şerîfinin yanındadır.
***
İlmine ve kerâmetine izâfeten Bahâeddin Veled’e; «Sultânu’l-Ulemâ» yani «Âlimlerin Sultanı» denmesinin sebebi şöyle rivâyet olunur:
Bir gece, Belh’in ileri gelen üç yüz âlimi birden şu rüyayı görmüşlerdi:
Bir sahrâda kurulan ulu bir çadırda Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla oturmaktaydı. Tam bu sırada Bahâeddin Veled, edep ve hürmetle selâm verip çadıra girince Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ona iltifat ederek sağına oturttu ve oradakilere;
“Bugünden itibaren Bahâeddin Veled’e, Sultânu’l-Ulemâ deyiniz ve öyle hitap ediniz.” buyurdu. Sabah olunca rüyayı gören âlimler doğruca Bahâeddin Veled’in medresesine gidince daha rüyalarını anlatmadan, o da rüyayı aynen anlattı. Herkes tebriklerle ona şöyle hitap etti:
“Allah, Rasûl’ü ve bizler şahidiz ki, sen Sultânu’l-Ulemâ’sın. Bundan sonra bu namla tanınacaksın.”
HASTALIKLAR SÂRÎDİR
Asıl adı Mehmed Şemseddin olan Akşemseddin Hazretleri, 1389 yılında Şam’da doğdu. Hazret-i Ebûbekir’in soyundan gelen Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin torunudur. İlk tahsilini âlim bir zât olan babasından aldıktan sonra, henüz küçük yaşta hâfızlığını ikmal etti. Ardından Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitimini tamamlayıp müderris oldu. Tıp ve eczacılık ilminde kitap telif edecek kadar bilgiliydi. Zâhirî ilimleri ikmal etmesine rağmen gönlündeki boşluğu dolduramayan Akşemseddin Hazretleri, devrin mürşidlerini araştırdı ve Ankara’da ikamet eden Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin yanına gidip ona talebe oldu. Daha sonra sırasıyla Beypazarı, İskilip ve Göynük’e yerleşerek insanlara Hakk’ı anlattı ve eserler yazdı. Göynük’te bulunduğu sırada devrin sultanı II. Murad Han’ın arzusu üzerine Şehzade Mehmed’in eğitimini üstlendi. Talebesinin hedef ufkuna; Peygamber müjdesi İstanbul’un fethini koyarak, kuşatmaların başladığı tarihten itibaren, İslâm ordusu zaferle müşerref oluncaya kadar fethin mânevî kumandanı oldu. Sahâbeden Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-’ın kabrinin mevkiini keşfen bildirdikten sonra, ısrarlara rağmen, İstanbul’da kalmayıp Göynük’e döndü ve 15 Ocak 1459 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri, vefat ettiği beldedeki Gazi Süleyman Paşa Camii’nin avlusundadır.
***
Akşemseddin Hazretleri, tıp ilmine dair kaleme aldığı Maddetü’l-Hayat adlı eserinde; «Hastalıkların insanlarda teker teker peydâ olduğunu sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görünmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.» diye yazmıştı. Bu kayıt, mikrop teorisini Fransız tıp bilimci Pasteur’den 400 sene evvel Akşemseddîn’in ortaya koyduğunun delilidir.
HİÇ OLMAZSA
KÖMÜR KARASI OLSUN!
Süleyman Nazif, 1870 yılında Diyarbakır’da dünyaya geldi. Maraş’ta başladığı tahsilini Diyarbakır’da sürdürerek rüşdiyeyi bitirdi. Özel eğitim alarak öğrenimine devam ettiği sırada Arapça, Farsça ve Fransızca dillerini öğrendi. 1892’de Diyarbakır Valiliği’nde Meclis-i Vilâyet Kâtipliği, Vilâyet Matbaası Müdürlüğü ve «Vilâyet» gazetesinde başyazarlık yaptı. İstanbul’a geldiği yıllarda hükûmete yönelttiği sivri eleştiriler sebebiyle Paris’e gidip orada sekiz ay ikamete mecbur oldu. Döndüğünde Bursa’da vilâyet memurluğuna atandı. 1908’de İstanbul’a dönüp ilk gazetesi olan «Tasvîr-i Efkâr»ı çıkardıysa da bu gazete kısa süre sonra kapandı. 1918’de İstanbul’un işgalini kınamak üzere Hâdisat gazetesinde «Kara Bir Gün» adlı makaleyi yazması ve 1920’de Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşma neticesinde İngilizler tarafından sürüldüğü Malta’dan 1922’de dönebildi. Abdülhamid Han’ın 33 yıllık huzur devrini önceleri hicveden Süleyman Nazif, daha sonra o devre olan hasretini şöyle dile getirmiştir:
Pâdişâhım gelmemişken yâda biz,
İşte geldik senden istimdâda biz,
Öldürürler başlasak feryâda biz,
Hasret olduk eski istibdâda biz.
Dembedem coşmakta fakr u ihtiyaç,
Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.
Memleket mâtemde, öksüz taht u taç,
Hasret olduk eski istibdâda biz.
Meşhur yazar, 4 Ocak 1927 tarihinde zatürreeden vefat etti. Kabri, Edirnekapı Şehitliği’nde Mehmed Âkif ERSOY’un yanındadır.
***
Harp esnasında birçokları gibi Süleyman Nazif Bey de geçim sıkıntısına düşer ve kömür ticaretine başlar. O arada bir dostu, kendisine sitem eder:
–Üstâdım, sen yıllarca devletin üst makamlarında vazifeler gördün, valilikler yaptın. Memleketin önde gelen ediplerinden de birisin. Böyle basit işlerle uğraşmak sana yakışıyor mu?
Edibin nükte yüklü cevabı şu olur:
–Azizim, bu harpten hiçbirimizin yüz akıyla çıkacağımızı zannetmiyorum. Hiç olmazsa benim yüzümün karası, kömür karası olsun, istiyorum!
ŞEYHE VEFÂ
Mehmed Ârif Nihat ASYA, 7 Şubat 1904 tarihinde Çatalca’nın İnceğiz Köyü’nde dünyaya geldi. Dört yaşındayken ilk hocası Hüseyin Efendi’den Kur’ân talim etti. Bu sırada annesi Filistinli bir subayla evlenerek Filistin’e göç ettiği zaman Mehmed Ârif, Türkiye’de dedesinin himayesinde kaldı. Çatalca’nın Örçünlü Köyü’nde oturan halasının yanında köy mektebine başladı. Halasının gayretleriyle rüşdiyeye devam etti. Ardından Bolu Sultanîsine parasız yatılı talebe olarak girdi. Sultanîdeki sanat faaliyetlerine katıldı ve «Açıksöz» ile «Gençlik» adlı mecmûalarda ilk şiirlerini yayınladı. 1923 yılında Yüksek Muallim Mektebine kabul edildi. İkinci sınıf öğrencisiyken ilk eseri «Heykeltraş»ı okurlarına sundu. 1933 yılında Mevlevî dedesi Ahmet Remzi AKYÜREK’le tanışarak ondan el aldı. 1936’da «Âyetler», 1945’te «Kanatlar ve Gagalar», 1946’da da «Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor» isimli şiir kitapları yayınlandı. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Adana milletvekili olarak meclise giden Bayrak Şairi Ârif Nihat ASYA, 5 Ocak 1975 tarihinde Ankara’da vefat etti. Kabri, Karşıyaka Mezarlığı’ndadır. (Bkz. Süleyman DOĞANAY, YL Tezi, Adana-2009)
***
«Kayseri Şairleri» kitabının yazarı Abdullah SATOĞLU, Ârif Nihat ASYA ile ilgili bir hâtırasını şöyle anlatır:
“18 Mayıs 1957 tarihinde düzenlediğimiz bir edebiyat matinesi dolayısıyla Kayseri’ye davet ettiğimiz Bayrak Şairi Ârif Nihat ASYA, o gece Şeker Fabrikasının Misafirhanesi’nde kaldı ve;
«Mevlevî Şeyhi Ahmet Remzi AKYÜREK, benim mânevî hocamdır. Onu mutlaka ziyaret etmeliyim.» dedi. Kendisini ertesi gün Ahmet Remzi Dede’nin kabrine götürdüm. Asya, hocasının kabri başına varınca toprağa kapandı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sonra da, Mevlânâ ve Mevlevîliğe ithaf ettiği şu mısraları okudu:
Ney, kudüm, ud… Uyumuşlar şimdi…
Okur evrâdını kuşlar şimdi…
Hepsi; «Mevlâ» diye çarpardı, yazık!
O yürekler soğumuşlar şimdi…
Mesnevî nerde, nasıldır dîvan?
Çeşmelerdir, kurumuşlar şimdi…
Yolcusuz Kubbe-i Hadrâ’ya gelen
Şu inişler, şu yokuşlar şimdi…
Rahlelerden el açar Arş’a duâ,
Okur evrâdını kuşlar şimdi…
Bu hazin fakat hazin olduğu kadar da haşmetli manzara bana son derece tesir etti.”