HASAN BASRİ ÇANTAY

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

“Dinle vatan ayrılmaz bir bütündür. Din giderse vatan da ortada kalmaz!”

HASAN BASRİ ÇANTAY

Bu ay sizlere; “Şiir, hikâye ve sâir eserleriniz ıstırapları teselli etmeli, sosyal hayatımızın her safhasını apaçık göstermeli, hurâfelerle pençeleşmeli, hayatta başarıya ulaşmanın yollarını anlatmalı, bir şeyin iyi veya fena olduğunu ispat etmeli… Öyle ki eseri okuyanlar, zihinlerinde yeni bir uyanış, yeni bir değişim, yeni bir heyecan hissetmeli!” diyerek, yazarların eserlerinde mutlaka bir gaye, bir maksat gözetmesi gerektiğini vurgulayan bir ilim adamımızı, Millî Mücadele’nin isimsiz kahramanlarından Hasan Basri ÇANTAY Hocayı tanıtmaya çalışacağım.

1887’de Balıkesir’de dünyaya gelen Hasan Basri Hoca, ilk tahsilini İbtidâ-ı Kebir’de gördükten sonra Balıkesir idâdîsine girmiş, okulun dördüncü sınıfında (1903) babasının vefatı üzerine, ailenin geçimini sağlayabilmek için mektebini bırakmak zorunda kalmıştı. Genç yaşta Nâfia (bayındırlık) bakanlığında aldığı bir görevle memuriyet hayatına atılan Çantay Hoca; bu arada Müftü Osman Nuri Efendi’den Farsça, Balıkesir Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Naci Dede’den Arapça öğrenmiş, ayrıca edebiyat, hukuk ve felsefe ile meşgul olmaya başlamış, Mutasarrıf Mümtaz Beyden iktisat ve maliye okumuştu.

Meşrutiyetin İlânı’ndan (1908) sonra Balıkesir’de; Yıldırım, Karesi, Ses gibi birçok gazete çıkardı, özellikle «Ses»le Millî Mücadele’nin Batı Anadolu’daki sesi oldu. Ölüm kalım mücadelesinin verildiği Kurtuluş Savaşı’nın isimsiz kahramanlarından, vatanseverlik ve fedâkârlığın en çarpıcı örneklerinden biriydi. Halka gerektiğinde kalemi ve silâhı, gerektiğinde fikir ve düşünceleriyle öncülük eden mücâhid münevverlerimizdendi. 1919 Mart’ında İzmir’in işgalinden iki ay önce İzmir’de düzenlenecek olan kongreye, Balıkesir’i temsîlen delege seçildi. 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan 1’inci TBMM’de Karesi meb‘usu olarak yer aldı, aynı mecliste Burdur meb‘usu olarak bulunan şair Mehmed Âkif Beyle yakın bir dostluk kurdu.

NE YARIŞMAYA KATILIRIM, NE DE…

Millî Mücadele’nin en hararetli günleriydi… Milletin hürriyet ve bağımsız yaşama aşkını dile getirecek bir marş yazılması düşünülüyordu. Millî heyecanı canlı tutacak böylesine tesirli bir vasıtanın gerçekleşmesi için Maârif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı) tarafından bir yarışma açıldı. Yarışmanın ilân edilişinin üzerinden çok zaman geçmemişti ki, her taraftan şiirler gelmeye başladı. Ne var ki, büyük şair Mehmed Âkif Bey; kazanacak şaire verilecek mükâfat yüzünden, yarışmaya katılmaya râzı olmuyordu. Hasan Basri Bey, bu teklifi kendisine tekrarladığında; “Ne yarışmaya katılırım, ne de mükâfat alırım!” diyordu. Bu büyük insan, bu önemli vazifenin mükâfatsız yapılması gerektiğine inanıyor;

“Bırak yazsınlar, ben bu yaştan sonra yarışa mı çıkacağım, ayıp değil mi?” diyordu.

O günlerden birinde Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, mecliste Hasan Basri Beyi gördü. O güne kadar yarışmaya 1500’ün üzerinde marş geldiğini, lâkin hiçbirini beğenmediğini söylüyordu. Sonra da; “Üstâdı ikna edemez misiniz?” diye sordu.

Hasan Basri Bey; “Âkif Bey, yarışmanın şeklini ve ikramiye verilmesini kabul etmiyor. Eğer buna bir çare bulabilirseniz, yazdırmaya çalışırım!” dedi. Maarif Vekîli, hemen kâğıt ve kaleme sarılıp kendi el yazısıyla Mehmed Âkif Beye hitâben bir pusula yazdı. Pusulada, endişelerini giderecek ne varsa hepsinin yapılacağını, memleketin bu müessir telkin ve tehyic (heyecanlandırma) vasıtasından mahrum bırakılmamasını rica ediyordu.

SÖZ MÜ VERDİNİZ?

Bir gün mecliste Mehmed Âkif Beyle yan yana oturuyorlardı. Hasan Basri Bey, çantasından bir kâğıt çıkararak masanın üzerine koydu. Ciddî ve düşünceli bir tavırla üzerine kapandı. Güya bir şey yazmaya hazırlanıyordu. Mehmed Âkif Bey merakla sordu:

“–Ne düşünüyorsun Basri?”

“–Mâni olmayınız efendim, işim var!”

“–Bir şey mi yazacaksınız?”

“–Evet!”

“–Mâni olacaksam, kalkayım!”

“–Hayır, hiç olmazsa ilhamından rûhuma bir şeyler sıçrar!”

“–Anlamadım!”

“–Şiir yazacağım da!”

“–Ne şiiri?”

“–Ne şiiri olacak, İstiklâl şiiri… Artık onu yazmak bize düştü de!”

“–Gelen şiirlere ne olmuş?”

“–Beğenilmemiş… Üstad, bu marşı biz yazmalıyız!”

“–Yazalım, ama şartları felâket!”

“–Hayır, şart falan yok! Siz bunları düşünmeyin, yazarsanız yarışmanın şekli değişecek… Hem güneş varken yıldızı kim arar? Ben, Hamdullah Suphi Beyle görüştüm, anlaştık. Hattâ sizin nâmınıza söz bile verdim!”

“–Ne diyorsunuz, söz mü verdiniz? Peki, şimdi ne yapacağız?”

“–Marşı yazacağız!”

Büyük şair; Hasan Basri Beyden kesin teminat aldıktan sonra, İstiklâl Marşı’nı yazmaya ikna oldu; birkaç gün zarfında marşı tamamlayarak, yarışmaya katıldı ve kazandı.

BENİ SEVEN, EVLÂDIMDIR!

TBMM’nin I. Dönemi sonunda, edebiyat muallimi olarak Balıkesir’e dönen Çantay Hoca, 132 şehid çocuğunun eğitimi için kurulan yetiştirme yurdunun müdürlüğünü de üstlendi, Zafer-i Millî gazetesinde makaleler yazmaya başladı. 1928’de aşırı çalışma sebebiyle zihin yorgunluğuna yakalandı ve hastalığı sebebiyle emekli edildi. Yöneticilerin keyfî icraatlarından korunabilmek maksadıyla birkaç yıl tarımla uğraşan Hoca, daha sonra dînî, ilmî ve edebî faaliyetlerine geri döndü.

Hazret-i Peygamber’e sonsuz muhabbeti vardı. O’nun soyundan gelmiş olmayı dünyalara değişmezdi. Bu duygusunu sık sık dile getirir;

“Yâ Rabbi! Ne olurdu, beni O’nun soyundan dünyaya getirseydin, O’na daha yakın olurdum!” diyerek, mahzun olurdu.

Bir yaz günü bahçe kapısı çalındı. Kapıyı açtığında tanımadığı biriyle karşılaştı. Yabancı;

“Ben Medîne-i Münevvere’den geliyorum, adım İbrahim!” demişti. Çantay Hoca, hemen bahçeye bir hasır serdi, içeriden yiyecek bir şeyler getirip misafirin önüne koydu. Misafir, yemekten birkaç lokma aldıktan sonra şöyle dedi:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Beni seven her ümmetim, benim evlâdımdır.» buyuruyorlar.”

Sonra ayağa kalkarak; “Ben artık gideyim.” dedi. Kapıdan çıkıp birkaç adım attıktan sonra, Çantay Hocanın şaşkın bakışları arasında gözden kayboldu…

SOYADI KOMEDİSİ!

Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra (1934), Türkçe bilgisinin üst seviyede oluşu sebebiyle başvuru kaynağı hâline gelmişti. Kendisine, alınacak soyadlarının Türkçe olup olmadığı soruluyor; ancak «Türkçedir» belgesini verdiği kelimeler, soyadı olarak alınabiliyordu.

Bununla ilgili garip pek çok hâdise yaşandı. Bir defasında, aile adı «Bilâl» olan bir şahıs, bu ismi soyadı olarak almak istemiş; lâkin nüfus memuru; «Bilâl» kelimesinin Arapça olduğunu söyleyerek isteğini yerine getirmemişti. Şahıs; dedelerinden gelen bu lakabı, soyadı olarak alabilmek için ne kadar dil döktüyse, memuru râzı edemedi. Nihayet adama, kelimenin Türkçe olduğuna dair Hasan Hocadan kâğıt getirdiği takdirde; isteğini kabul edebileceğini söyledi. Çaresiz kalan şahıs, soluğu Hasan Basri Beyin yanında aldı, durumu anlatarak yardım istedi. Hasan Basri Hoca; «Bilâl» kelimesinin; «bil» ve «al» sözlerinin birleşmesiyle meydana gelen Türkçe bir kelime olduğunu yazılı olarak memurluğa bildirdi ve ailenin «Bilâl» soyadını almasını sağladı.

Bir başkası da; «Saraç» soyadını almak istiyor, fakat nüfus memurluğu, kelimenin Arapça olduğunu söyleyerek talebini reddediyordu. Çantay Hoca, kelimenin Arapça kökenli olduğunu bilmesine rağmen, adamın işinin görülmesinden yanaydı. Kelimenin; «sar» ve «aç» olarak iki Türkçe kelimeden oluştuğu yolunda görüş bildirerek, problemi halletti.

3 Aralık 1964’te İstanbul’da vefat eden ve Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedilen Hasan Basri ÇANTAY Hocaya Allah’tan rahmet diliyoruz.