MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Sirhindî, hicrî 971 (m. 1564) senesinde Hindistan’ın Sirhind kasabasında dünyaya geldi. Nesebi Hazret-i Ömer’e dayandığı için Fârûkî nisbesiyle anılır. Babası ilim ve irfan ehli, yüksek fazîlet sahibi bir şeyh efendi idi. Oğlunu ilk tahsil olarak Kur’ân-ı Kerîm’i ezbere yönlendirdi. Daha sonra kendi verdiği ilimlerin yanında, diğer ilimleri de tahsil etmesi için devrin âlimlerinin halkalarına gönderdi. İmam-ı Rabbânî, o zamanın ilim merkezi olan Siyalkut şehrine gidip, orada tahsiline devam etti ve sonrasında dönüp babasının yanında ders vermeye ve eserler telif etmeye başladı. Babası vefat ettikten sonra hacca gitmek için yola çıktı. Delhi civarlarına geldiğinde bir dostunun tavsiyesi ile Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’ni ziyaret etti. Bir müddet sohbetinde bulunduğu bu zâta intisâb etti. Hac mevsimi geçtiği için tekrar memleketine döndü ve buradan üstadıyla mektuplaştı. Bâki Billâh Hazretleri’nin vefatına kadar birkaç kez daha yüz yüze görüştüler. Üstadına büyük hürmet ve tâzim gösterir, karşısında âdeta erirdi. Bâkî Billâh Hazretleri kendisinden sonra irşad için İmam-ı Rabbânî’yi vazifelendirdi. Sünnete ittibâın üzerinde çok durarak, devrinin Ekber Şah kaynaklı bâtıl cereyanlarıyla mücadele etti. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi; «Müceddîd-i elf-i sânî» şeklinde vasfedilen bu zât, 10 Aralık 1624 (28 Safer 1034) tarihinde 63 yaşında iken fânî dünyaya vedâ etti. Kabri, doğduğu yer olan Sirhind’dedir.

***

Hazretin talebelerinden Muhammed Hâşim-i Kışmî, bir gün kalbinden; “Eğer Allah Teâlâ, bu asrın âlimlerinin en büyüklerinden birine, imâmımızın Müceddid-i Elf-i Sânî olduğunu bildirse, bu mânâ tamâmen kuvvetlenirdi.” diye geçirdi ve bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî, talebesine dönerek; “Birçok kıymetli kitaplar yazan, aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir eşi bulunmayan Abdülhakîm-i Siyalkûtî’den bir mektup aldım. Mektuplarının bir yerinde bu fakiri methedip «Müceddid-i Elf-i Sânî» diye yazıyor.” buyurdu. Tevâzuda zirveleşen İmam, sadece talebesinin gönlünden geçenin gerçekleştiğini bildirmeyi arzu etmişti.

ARTAN YEVMİYE

Sultan II. Bâyezid Han, 3 Aralık 1447 tarihinde dünyaya geldi. Osmanlı padişahlarının sekizincisidir. Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirildi ve bu sayede henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine tayin edildi. Osmanlı Devleti’nin muntazam sistemi sayesinde yedi yaşındaki bir «çocuk» dahî idarenin başına geçtiğinde işleyişte herhangi bir aksama olmazdı. II. Bâyezid, 1481 yılında tahta çıkınca kardeşi Cem Sultan’ın yaklaşık on dört yıl süren iç muhalefeti ile uğraştı. Dolayısıyla devlet, dışa yapılabilecek birçok seferden mahrum kaldı.

Fakat II. Bâyezid devri, görünmeyen köklü altyapı çalışmalarına sahne oldu. Padişahın, son günlerde tekrar gündeme gelen Da Vinci’nin İstanbul’u imar tekliflerini, millî sebeplerle reddetmesi, firâsetinin şahididir.

Sultan, birçok hayır müessesesi kurdurarak, bu müesseselerle ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesini sağladı. Bu sebeple isminin yanına «velî» eklenerek «Bâyezîd-i Velî» diye anıldı. Şiir ve hat sanatlarıyla uğraştı. 1512 yılında, o sıralar Trabzon valisi olan geleceğin Yavuz’u, bu görevi sırasında gösterdiği başarılarla öne çıkıp tahta geçti. II. Bâyezid, oğlunun cülûsundan sonra Dimetoka’daki sarayda uzlete çekilmek üzere yola çıktıysa da yolda hastalanıp 26 Mayıs 1512’de vefat etti. Cenazesi tekrar İstanbul’a getirildi. Kabri, Bâyezid Camii’ndeki türbesindedir.

***

Bâyezid Cami-i şerîfinin inşaatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tespit edilmişti. Bunlar her gün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak her gün küpteki akçelerde bir yevmiye artmaktaydı. Bunun üzerine kimin kendi payını alıp almadığı araştırıldı ve nihayet fakir bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Adamcağızın akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşaattan ayrıldığı öğrenildi. Kendisine bunu niçin yaptığını sorulunca; fakir işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde;

“– Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyada murad ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için daima mahzunum. Hiç olmazsa bu caminin inşaatında para almadan çalışayım da gönlümü ferahlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm… ” dedi.

İşte padişahıyla, işçisiyle Osmanlı böyle bir toplumdu.

ORACIKTA DERS

Hattat Hâfız Osman Efendi, 1642 yılında İstanbul Haseki’de doğdu. Küçük yaşta Kur’ân’ı hıfzeylediği için bu lakabı aldı. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa himâyesinde tahsil gördü ve bu sırada hüsn-i hatta ilgisi arttı. Kısa bir süre Derviş Ali’nin rahle-i tedrîsinde eğitim gördükten sonra, Suyolcuzâde Mustafa ve Nefeszâde İsmail Efendilerle meşk etti. Suyolcuzâde’den on sekiz yaşında icâzet aldı. Sanatıyla Ağakapılı İsmail Efendi ve benzeri büyük hat üstatlarının takdirini kazanan Hafız Osman Efendi, kardeşi Mustafa Râkım Efendi’yi de yetiştirdi.

Sultan II. Mustafa, Hâfız Osman Efendi’ye çok hürmet gösterir, yazı yazarken hokkasını tutardı. Bir ders esnasında Padişahın; «Artık Hâfız Osman gibi bir hattat yetişmez!» sözüne, Hâfız Osman’ın; «Hocasına hokka tutan padişahlar geldikçe, daha çok Hâfız Osmanlar yetişir hünkârım!» cevabı meşhurdur.

Hâfız Osman Efendi, bazı harflerin boyutlarını küçülterek kelime-harf aralıklarında âhengi yakalayıp kendisine has üslûbunu sanatına yansıtmasının yanında, günümüzde yaygın olarak görülen hilye-i şerîfe formunu oluşturmuştur.

Beşiktaş’tan Üsküdar’a bir «vav harfi» mukabilinde geçen Hattat Hâfız Osman Efendi, 3 Aralık 1698’de vefat etti. Kabri, Sümbül Efendi Camii hazîresindedir.

***

“… Bir gün talebelerinden biri vakt-i tâlimden sonra esnâ-yı râhda rast gelib sebeb-i tahallüfü suâl olundukda bir özr-i şer‘î sebebiyle tâlimden mahrûmiyetini beyân eyledikde dâbbesinden nüzûl ve hemen şâhrâhda kuûd edib hattını tâlîm eylediği mervîdir.”

“Bir gün öğrencilerinden birine dersten sonra yolda rast gelmişti. Neden derse gelmediğini sorup talebesinin meşrû bir özürden dolayı gelemediğini öğrenince, hemen bineğinden indiği ve yolun kenarında yere oturarak dersini verdiği rivâyet olunmuştur.” (Bkz. Süleyman KINLI, Hat ve Hattâtân’da Osmanlı Hattatları)

MİLLETLERİ YAKAN ŞEY AHLAKSIZLIKTIR

Hasan Basri ÇANTAY, 18 Kasım 1887 tarihinde Balıkesir’de doğdu. Babası, bilgili ve güzel ahlâk sahibi bir tüccardı. Babasının vefatı üzerine, idâdî (lise) dördüncü sınıfa geldiği hâlde okulu bırakıp, annesinin ve üç kız kardeşinin geçimini temin için memur oldu. İlerleyen zamanda babasının bazı dostları sayesinde dersler alarak tahsilini tamamladı. Edebiyat ve felsefeyle meşgul olup makaleler yazdı. Meşrutiyet’in ilk yıllarından itibaren gazeteciliğe başladı. 1909 yılında İstanbul’da Sırat-ı Müstakim dergisinde Mehmed Âkif ile tanıştı. I. Dünya Savaşı sonlarına doğru çıkardığı «Ses» gazetesiyle Millî Mücadele’ye kalemiyle destek verdi. Birinci mecliste Karesi milletvekili olarak yer aldı. Birinci dönemden sonra tekrar Balıkesir’e döndü ve okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı. Ülkemizde ilk meal çalışmalarından olan; «Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm» adlı 3 ciltlik eserinin ilk cildini 1952’de, ikinci ve üçüncü ciltleri 1953’te yayımladı. Eserin gelirini Balıkesir’de kendi adına yaptırılan camiye bağışladı. 3 Aralık 1964’te İstanbul’da vefat eden Hasan Basri ÇANTAY, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

1918’de çıkardığı «Ses» gazetesinin takdimindeki şu satırlar, geçerliliğini korumaktadır:

“Bütün vatandaşlar birleşmedikçe, fena hâllerimizi değiştirmedikçe, ahlâkımızı iyi temeller üzerine kurmadıkça dünyanın bütün zengin parçalarını alsak yine hiçtir! Milletleri yakan yaman şey, ahlâksızlıktır. «Kale içten alınır» sözü ne kadar doğru ise; «içeriden verilir» sözü de o kadar doğrudur.”

Şiir ile de meşgul olan Çantay’ın, Arapça’dan tercüme ettiği bir kıt’a:

Selef yapardı fakat söylemezdi hiçbir şey,
Halefte başladı kavl ile fiil peyderpey…
Zamâne halkını hiç sorma, yapmadan söyler;
Odur cihânı kuran lâfla, hey utanmaz hey!..