EDEBÎ SÖZ VE TELKİN

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

İster edipler, ister edebiyatçılar olsun; edebî söz üzerine söz söyleyenlerin, üzerinde durduğu en mühim hususlardan biri, «telkinden kaçınma» ikazıdır.

Ancak her şeyde olduğu gibi, bu düsturda da; ifrat ve tefritten kaçınmak, itidali yakalamak lâzım.

Telkin; bir duygu veya düşünceyi, söz yoluyla muhataba aşılamaktır.

Edebiyatta telkinin ifrat hâli;

Nasihat ve telkini, kaba saba bir üslûpla, samimiyetten uzak bir malûmatfuruşlukla yapmak… Edebî söz ve zarafeti tamamen kaçırıp, «Ali topu tut!» seviyesinde demirlemektir. Bazı çocuk şiir ve şarkılarında bu «yalınlık», bazı samimiyetsiz ağızlarda da bu «kalınlık» dikkat çeker. Söz edebiyattan çıkıp, yufka yürekli nine lâkırdısına yahut asabî dede azarına dönüşür.

Tefrit hâli ise, edebiyatı gayesinden uzaklaştırmaktır. Telkinde bulunmamak adına; hiçbir tavır, renk, görüş belirtmemek… Neredeyse aşırı tarafsızlıktan, karşı tarafın taraftarı olmaktır!

Hâlbuki sözün gayelerinden biri de öğretmektir, yol göstermektir. Hakkı, hayrı, sabrı, merhameti tavsiye etmekten kaçınmak; tarafını, inancını, düşüncelerini âdeta gizlemeye çalışmak mârifet olursa; ortaya, suya sabuna dokunmayan; bu sebeple de veballe kirlenmiş mahsuller çıkar.

Edebiyatımız, güzel ve doğruyu dile getirmek gayesiyle meşgul iken; yediden yetmişe, köylüsünden saraylısına milletimizin baş tâcı idi. Bu gayeden uzaklaşıp, ya kuru bir kavga olarak boş ideolojilerden, ya lehviyattan, ecnebî kadınlardan, yahut da şairinin iç sıkıntılarından bahsetmeye başlayınca; sağduyulu halkımız bu tür bir edebiyatı başından indirdi. Alâkasını az da olsa kendi bildiği usûlden gidenlere hasretti. Günümüzde zaman zaman dile getirilen; «Edebiyat öldü mü, şiir bitti mi?» suallerinin cevabı bu paragrafta saklıdır.

Telkin, bütünüyle terk edilmesi gereken bir husus değildir. Özü değil usûlü üzerinde bir şerh vardır:

Doğrudan değil dolaylı…

Edebî sözde, doğrudan telkinin güzel kabul edilmemesi dahî; telkinin başarısı içindir.

Çünkü insanoğlunun psikolojisi;

Doğrudan kendisine söylenen emir ve talimatlardan ziyade; ayniyet kurabileceği bir başkasına söylenenleri, vicdanına sessizce seslenen dolaylı hatırlatmaları, îmâları kabule daha müsaittir…

Direk yüzüne yüzüne yağdırılan nasihatlere karşı, itiraz hâlet-i rûhiyesine girebilir. Vaizlik müessesesinin edebiyatta bu denli itici bir mazmun hâline gelmesi de bunu gösterir.

Bu itirazın derinlerinde, muhataptan yükselen;

“Senin bu nasihate ihtiyacın mı var demek istiyorsun?” şeklindeki nefsânî bir gurur da yer alır. Bu sebeple doğrudan telkin yerine, dolaylı telkin tercih edilmelidir.

Meselâ;

Mehmed Âkif, Seyfi Baba şiirinin hiçbir yerinde;

«Hamiyet sahibi olun, eşinize-dostunuza sahip çıkın.» demiyor. Fakat şiir size bunu âdeta içiriyor.

Kur’ân kıssalarında gerek konuşan şahıslar, gerekse «anlatıcı» yerinde söze giren Cenâb-ı Hak; nice dolaylı mesajlar vermektedir. Yûsuf kıssasını okuyan; hasedin, ihânetin kötülüğünü; iffetin, affediciliğin güzelliğini; hasedi azdırmamak için tedbirler almak gerektiğini, kaderin adalet ettiğini, asil bir gönül için bir günaha düşmektense; yıllarca haksız yere zindanlarda kalmanın yeğ olduğunu… anlar. Peygamber hanımlarına hitap eden âyetler, ümmetin şuurlu hanımlarınca bizzat kendilerine mesaj olarak kabul görmüştür.

Hakikî edebiyat mahsûlleri, hep bu dolaylı telkinler ve mesajlarla doludur. Hattâ methiyeler bile, övülmeye lâyık sıfatları tekrar tekrar hatırlatır insanlara.

Telkin o kadar önemlidir ki; genelde makbul olmasa da, doğrudan telkin hususî bir tür olarak edebiyatta yerini almıştır:

Didaktik veya tâlîmî edebiyat…

Hikemî, ahlâkî eserler… Pendnâmeler… Nasihatnâmeler…

Kabusnâmeler, Bostan-Gülistanlar, Kutadgu Biligler…

Dikkat edilirse, insanların en büyük ihtiyacı bu sahada olduğu için hâfızalarda bu tarz şiirler daha çok yer tutar. Didaktik şiirleriyle meşhur Ziya Paşa’nın bazı mısraları, atasözü hâlini almış:

En ummadığın, keşfeder esrâr-ı derûnun,
Sen; herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından,
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pektir…

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma,
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir…

Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir…

Arap edebiyatından İbnü’l-Verdî’nin (v. 749 h. / 1349 m.) Nasîhatü’l-İhvân adlı «Lâmiyye»si de bunlardandır…

Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN Hocamızın neşriyle, Mehmed Zihni Efendi’nin bu esere yazdığı «Feyz-i Yezdan» adlı tercümeyi* okuyunca, bu kasîdeyi nazmen tercümeyi daha doğrusu Türkçe bir söyleyişle söylemeyi arzu etmiştim.

Oradan mısralar:

Safâdan bahsi kes, sıyrıl gazelden…
Hakîkat söyle, ayrıl her hezelden…

Şu gençlik devri bir yıldızdı söndü,
Anıp durmanla bir şey gelmez elden!..

Sefih günlerden en hoş dem de olsa;
Kalan eyvâhıdır, sor zevki yelden…

Bulur izzet, tadarsın sen celâli,
Kesersen gönlü, fettandan, güzelden…

Oyun-eğlence, lehviyyâtı terk et,
Uzak dur bir de oynak kahpe belden…

Yiğitler cinnetin meftûnu olmaz,
Yiğitsen, içkiden kurtul tez elden!

Hudâ’dan kork! Gönül takvayla dolsun,
Hudâ’dan kork! Ümitvâr ol visalden…

İlâhî hükmü tasdîk eyle ancak…
Sakın hayr umma Merkür’den, Zuhal’den…

Ölüm yazmış Hudâ, kānun bu kevne…
Bir iz yok hiç, muazzam bin düvelden…

İlim arttıkça kahrolmakta düşman,
İlim ispât olur sâlih amelden…

«Buyur!» en tatlı söz; lutfet fakîre…
«Hudâ versin!» zehirdir, anla hâlden…

Maîşet Hak Teâlâ’dan, kaderden,
Nasîbin indi, taksim tâ ezelden!

Ne zenginlik; azimden, cehddendir,
Ne yoksulluk gelir illâ keselden…

Tahammül et, cefâ ehliyse komşun…
Tahammül yoksa, hicret var o elden…

Hükümdardan, uzak dur hiddetinden;
Mühür ehliyle -zinhar- kaç cidalden!

Riyâset ehlinin keyfinde zevk yok…
Leziz bir bal, zehirlenmiş vebalden…

Azalsın ihtirâs, artar kazancın…
Akıl rehberse; «Kurtul,» der «emelden!»,

Ölümden titresin elbet o kimse,
Ecel gelmiş, geçirmezken hayalden…

Çekil, eş-dostu az gör, özlesinler;
Yiyen her gün, bıkar baldan, reçelden…

Sefer yurdunda durmak, acziyettir…
Sefer etsen, bulursun ehl-iyalden…

Acır durgunlaşan berrak su; ders al,
Koşup durmakla bedr olmuş hilâlden…

Sözümden zerre hazzetmez, hasetçi!
Kaçar «mâlûm böcek», en gözde gülden…

«Halim, nâzik…» deyip aldanma gence,
Güvenmezsin; yılan nârin ya tülden?..

Sudur aslım, mülâyim, ince, nârin…
Fokurdarsam fakat, korkun ecelden!

Misâlim bambudur, hem öyle esnek…
Ve hem sağlam çelik ilmekli telden…

Fakat ben aksi bir devrandayım ki,
«Malın?» derler, suâl etsen «kemal»den…

Bu devrin halkı câhil, nâ-ehildir…
Ben istisnâ mıyım, hâyır, o selden?!

Türk edebiyatında tâlîmî, hikemî üslûbun en mühim ismi Nâbî’dir. Meşhur na‘tında bile, «terk-i edepten sakın!» öğüdünde bulunan Nâbî, nasihatnâme türünde «Hayriyye» adlı mühim bir eser vermiştir.

Devrinin (1642-1712) pek çok cemiyet meselesini de tenkit ettiği bu eserde, aradan geçen asırlara rağmen tazeliğini aynen muhafaza eden birçok nasihat var.

Onlardan bir deste:

İlme sa‘y eylememekten hazer et,
İlm ü sa‘y ikisi birdir nazar et!

“İlim öğrenmeye çalışmamaktan, tembellikten kaçın. Gör ki ilim ve sa‘y birdir.”

Şairimiz «ilim» ve «sa‘y» kelimelerinin ebced hesabıyla aynı rakamı (140) verdiğine işaret ederek, ilim ile gayreti «birleştirme»ye çağırıyor.

Şu beyit meşhur:

Etme âr öğren oku ehlinden,
Her şeyin ilmi güzel cehlinden…

Fakat nasıl bir ilim?

Öyle bir ilme çalış kim mutlak,
Onu bir sen bilesin bir dahi Hak!..

Şakalaşmak bilhassa gençler arasında yaygın olur. Fakat latîfe nasıl olmalı:

Hiç latîfe deme ol söz okuna,
Ki ucu hâtır-ı yâre dokuna…
Bâğ-ı dilden yeni kopmuş gül ola,
Gûş iden vasfı ile bülbül ola…

Bugün neredeyse kaybolmuş bir edep:

Tek başına yemek yememek:

Yalınız lokmaya bâz etme dehen,
Hissedâr et yediğin nîmetten…

Gönül almak:

Kimsenin cevr ile cânın sıkma,
Hâtırın yapmaya sa‘y et, yıkma!..

Sanki tecrübe konuşuyor:

Gayr için olma dü âlemde zelîl,
Ne vasî ol, ne kefîl ol, ne vekîl…

Kibir hakkında:

Kibriyâ vü azamet Hakk’a yarar,
Kul olanda bu sıfatlar ne gezer?!.
Tutalım çarha erişmiş câhın,
Yine ednâ kulusun Allâh’ın!

İsraftan sakındırma:

Masrafın’ etme gözüm nûru, ziyâd,
Ne kadar vâsi olursa îrâd…

“Gelirin ne kadar çok olursa olsun, masrafını artırma!”

Geçtiğimiz ay yine bir deprem yaşadık. 99 depremi sonrasında çok tartışmalara sebep olan, günah-deprem irtibatını Nâbî de söylüyor:

Mülkte zelzele gaflettendir,
Terk-i ahkâm-ı şerîattendir…

Bizim çocukluğumuzda atariler, atari salonları vardı. Bugün her evde bilgisayarlar, playstationlar ve yeni nesil cihazlar var. Fakat bu cihazlar, «bilgi»den ziyade oyunda geçen saatleri sayıyor! Hem de bazen şiddet içeren kanlı, baltalı oyunlar. Nâbî devrinde, dama-satranç gibi oyunlar yiyormuş, gençliğin zamanını:

Var iken mushaf-ı zikr ü salevat,
Etme bâzîçeye sarf-ı evkat!

“Zikir ve salevat mushafı dururken, vaktini oyuna harcama!”

İptilâ mertebesinde niceler,
Uyumaz subha dek oynar geceler…

Zaman zaman basına da yansıdığı gibi, internet üzerinden oynanan oyunların içinde başka oyunlar çıkıyor. Para, kumar, kavgaya dönüşüyor:

Lu’b u lehvin sonu vâveylâdır,
Var ise fâidesi kavgādır…

“Oyun ve eğlencenin sonu feryattır. Bir faydası varsa o da kavgadır!”

Oburluğa karşı güzel teşbihli bir uyarı:

Eyle perhîzi muhâfız bedene,
Girmesin hasm-ı maraz kasr-ı tene…

“Perhizi, az yemeyi bedene muhafız kıl da, hastalık adlı düşman, ten sarayına giremesin.”

İtimat ve tedbir dengesi:

Herkesin kavlini sâdık sanma,
Cümleyi lîk münâfık sanma…

Nefs adına ayıplamamak:

Kime müznib desen, ey cân-ı peder,
O da bir zenbdür anlarsan eğer!

“Kimi günahkâr diye ayıplarsan, idrak et ki bu sözün de bir günahtır.”

Kendi nefsine ise asla göz açtırma, çünkü:

Günahın sonu peşîmanlıktır!
Cürmün encâmı perîşanlıktır!

Uyuşturucu kullanan eşektir, alay konusudur, ucûbeye dönen bir varlıktır:

Beng ü esrâr dahî bedterdir,
Yiyen insan değil, ânı hardır.
Âdemi maskara-i nâs eyler,
Sûret-i nâsda nesnâs eyler…

Bugün batıdan geldiği için daha çirkin, daha rezil olsa da, dün de birtakım erkeklerin süslenmeye merakı varmış. Nâbî onlara da sert söylüyor:

Olamaz dürr ü güher merde sezâ,
Merde sermâye-i ihsandır zer,
Zene pîrâye-i ebdandır zer…

Terk-i ârâyiş-i nisvân eyle!
Zerin efzûn ise ihsân eyle!

“İnci ve mücevher erkeğe yakışmaz! Altın; erkek adama ihsanda bulunma, cömertlik etme sermayesidir. Sadece kadın için süstür! Kadınlar gibi süslenmeyi bırak! Çok altının varsa (süsleneceğine) ihsan et!”

Yalan:

Merd olan, kizbe tenezzül etmez!
Zillet-i kizbe tahammül etmez!

Zanlar:

Hüsn-i zan, eylemez îcâb-ı keder,
Sû-i zandan olur olursa zarar…

Sabrın neticesi:

Sabr ile dôst olur düşmenler,
Sabr ile rehber olur rehzenler…

rehzen: Eşkıya.

Hâsılı;

Sözde, telkinin yeri var. Fakat bu telkin «sözde» olmamak şartıyla…

Atalarımızın;

“Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!” tenkidine ve hele Cenâb-ı Hakk’ın;

“İnsanlara iyiliği emrediyor da, kendinizi unutuyor musunuz?” (el-Bakara, 44) şeklindeki ikazına muhatap olmamak şartıyla…

_______________

* Feyz-i Yezdân Kasîde-i Lâmiyye Tercümesi, İbnü’l-Verdî, (Terc. Mehmed Zihni Efendi), (Haz. Ahmet Turan ARSLAN), İstanbul 2006, İFAV Yayınları.