Kaldırımlardan, Sessiz Çığlıklar; SOKAKLARIN FERYÂDI…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Sokaklar da bir gönül gibi.

Hem de;

Pek çok gönülden daha merhametli, daha dertli.

Sokaklar…

Hiç kimsenin şefkatle elinden tutmadığı kimsesizleri tek başına kucaklayan bir gönül. Evsiz ve barksızları bağrına basan bir gönül. Üşümüşleri, döşek misâli kaldırımlarında ısıtmaya çalışan bir gönül. Ne kadar çiğnense de gariplere acıma duygusu hiç ölmeyen bir gönül.

Geçmişimizde;

Ecdadımız, o gönlü, bir cennet koridoru hâline getirmişti. O koridorda bir kapı, medreseye açılırdı. Bir kapı, dergâha açılırdı. Bir kapı, sanat âbidesi mâbedlere açılırdı. Bir kapı; misafirleri buyur eden konaklara, sıcacık hanelere açılırdı. Bir kapı, şifâhaneye açılırdı. Bir kapı, kütüphaneye açılırdı. Bir kapı, unutulmaz sohbetlerin yapıldığı sofralara açılırdı. Bir kapı, bülbül sesleri arasında güller yetiştiren mânevî bağlara açılırdı. Neticede her kapı, insana açılırdı. Her kapı, iyiliklere ve güzelliklere açılırdı. Âdeta her kapı; cennete açılırdı, Allâh’a açılırdı.

Her kapı;

Diğer bir kapıyla dosttu, kardeşti, aynıydı. Her kapı; diğerine destekti, faydaydı, çareydi, imkândı, rahmetti, bereketti. Her kapı; diğerine bağlıydı, sâdıktı, saygılıydı.

O cennet koridorda;

Kimse kimseye yan gözle bakmazdı. Ruhları felâket uçurumlarına yuvarlayan çelmeler yoktu. Kalpleri boğan çukurlar yoktu. Sarhoş nâraları duyulmazdı. Kötülükler, o koridorda barınamazdı.

O koridorda;

Herkes emindi, huzurluydu, sakindi, memnundu.

Çünkü;

O koridorun temelinde îman ve İslâm’ın güler yüzü vardı. Medeniyetimizin temel taşları vardı. Şekli de bizdendi, mânâsı da bizdendi. Bizdi.

Her sokak bizdi.

Sonra; gel zaman git zaman, başkalıklar araya girdi. Hele meydana gelen kültür ve îman depremlerinin ve kasırgalarının sonrası, büyük çatlaklar oluştu. Yıkımlar yaşandı. Biz olmayan genişlemeler yapıldı. Önceki cennet koridoru sokaklar; yabancılaştı, yabanîleşti, başkalaştı ve bozuldu. Sonunda tehlikeli bir hâle dönüştü.

Yine de;

Belki merhametli bir gönül gibi.

Fakat artık sadece fiziken merhametli. Rûhen ve kalben ise, ona acımasızlık ve zalimlik şırınga edilmiş vaziyette. Yenilik diye araya karışan başka başka kapılar, onu kargaşa ortamına döndürmüş vaziyette.

Zamânede;

Artık o koridorda her kapı çareye açılmıyor. Kimi kapılar, gayyâya açılıyor. Kimi kapılar, felâkete açılıyor. Kimi kapılar, nankörlük girdabı. Kimi kapılar, azap çukuru. Kimi kapılar, gençliği yutan ve hiç doymayan tuzaklarla dolu.

Artık o koridor, hâlinden memnun değil. Ses ve nefes kirliliğinden can çekişiyor. Nefsânî ve şeytânî telâşlar ve uğraşlar yüzünden sakin değil, huzurlu değil.

Acı acı feryat ediyor.

Her sokak feryat ediyor.

Nasıl feryat etmesin ki!

İçlerinde, ezan sesinden bile mahrum olanları var. Onların iniltisi; daha fazla, daha canhıraş!

Her sokak;

Üzerinden gamsız gamsız gelip geçen ayakların altında inliyor. Tekrar cennet koridoru hâline dönebilmek için hıçkırıyor, figan ediyor. Cehennem koridoru olmamak için direniyor, çırpınıyor, yalvarıyor. Bin bir dert içinde, her gün sesini duyurmak için haykırıyor.

Bir sokakta;

“Bizimle ilgilenen sıcak gözler nerede?” feryâdı yükseliyor.

Bir sokakta;

“Yanlışlarımızı düzeltecek anne-babalar nerede?” feryâdı var.

Bir sokakta;

“İçine düştüğümüz çukurları bertaraf edecek mahir gönül ustaları nerede?” çığlığı var.

Bir sokakta;

“Her biri; bir güzelliğe, sanata, huzura, rahmete, insana ve cennete açılan kapılar nerede?” figanı var.

Bir sokakta;

“Dışımı restore edip gelin gibi süslerken, içimde yaşadığım kültür depremlerinin çatlaklarını niçin restore etmiyorsunuz? Tarihî dokumu, sadece şekil olarak restore etmek ne fayda, asıl mânâ olarak restoreye muhtacım…” haykırışları var.

Bir başka feryat tekrar ediyor:

“Evet! Ruhlarımızın ve gönüllerimizin mimarları nerede? Îman ve irfanıyla gönül ve ruh bağları kuvvetli anneler ve babalar nerede? Zamâne modası biyolojik anne ve babalar yüzünden ruhsuz büyüyen sokak çocukları bizi de ruhsuzlaştırdı. Artık ruhlarımız perişan. Kalplerimiz nasipsiz.”

Bir feryat daha:

“Hasene ile seyyienin / iyilik ile kötülüğün / sevap ile günahın arasındaki farkı bizden kaldırdılar. Bağrımızda ikisi de aynı hâle getirildi. Artık ha iyilik, ha kötülük! Fark etmiyor. Böyle olunca diğer mahlûkattan farkımız kalmadı. Fazîletlerimiz altüst oldu. Değerimizi yitirdik. Mânen iflâs ettik.”

Bir feryat daha:

“Şimdi, gerçek garipleri kim duyacak? Yeni yetişen taptaze yavrucaklara güzellikleri kim gösterecek? Onları kim şekillendirecek? Yavrulardaki tertemiz duyguları, kirli bir dünyanın tasallutundan kim kurtaracak?”

Bir başka feryat:

“Nerede eli tesbihli nineler?”

“Nerede çocuklara her gün şeker dağıtan dedeler?”

“Nerede ezan okununca dükkânını kapatıp camiye koşan babalar? Oyunlarını bırakıp namaza koşturan çocuklar nerede?”

Daha nice feryatlar:

“Öncenin okuma koridorunda şimdi kütüphane yok!”

“Öncenin ibâdet koridorunda şimdi küçücük bir mescid bile yok!”

“Bağrımızda gönüller için huzur dergâhı yok, şifâhane yok!”

“Çoğumuzda artık kimsesizlere açılacak sıcak bir yuva yok!”

“Çoğumuzda sanatın kalbi de yeri de yok!”

“Hayra ve iyiliklere açılan kapılar ya yok; ya ârızalı, ya da çok az, yeterli değil.”

“Sarhoş şişeleri iflâh kesiyor!”

“İnternet kafeler zaman ve şuurların vampiri hâlinde işliyor.”

“Hoyrat bir şekilde eğlence sefâleti, ortalığı çıldırma merkezleriyle doldurdu.”

“Fuhşiyat bataklığı, öldürücü mikroplar saçıyor.”

“Sokaklara sığınanlar, artık iflâh olmuyor.”

“Bir zamanlar kim sokağa düşse, bizde ona çare olacak bir kapı illâ bulunurdu. Şimdi çareleri de tüketen bir vaziyete kurban edildik. Ne olacak hâlimiz?”

İşte bu şekilde;

Sokakların daha nice feryatları var.

Tabiî duyabilenler için.

Bazıları hariç; onların çoğu yaralı, muzdarip, sancılı, dertli, çaresiz ve perişan. Şekilden ziyade rûhen, kalben, yani mânen harap.

Çare?

Gerçek çare?

Kökten devâ için en güzel ve doğru çare, sokakların hakkını vermek.

Nasıl?

Sadece;

Hazret-i Peygamber’in diriltici, güzelleştirici, huzur, hikmet ve bereket dolu şu hadîsini anlamak ve yaşamak kâfî:

Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma;

“–Yol ve sokaklara oturmaktan sakınınız!” buyurdu.

Sahâbîler, (durumlarını ve zaruretlerini arz için) dediler ki:

“–Ya Rasûlâllah! Bizim yol ve sokaklara oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü lüzumlu işlerimizi orada konuşuyoruz…”

(Bu şekilde ashâbın idrâk ve dikkatlerini uyandıran) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Vazgeçemiyorsanız ve mutlaka oturmak zorunda kalıyorsanız, o hâlde yolun hakkını veriniz!” buyurdu.

Bunun üzerine;

“–Yolun hakkı nedir ki, ya Rasûlâllah?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz de, şöyle buyurdu:

“–(Yolun ve sokağın hakkı);

1. Gözü haramlardan korumak,

2. Gelip geçene eziyet vermemek,

3. Verilen selâma mukabelede bulunmak,

4. İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma vazifesini yerine getirmek…” (Buhârî, Mezâlim, 22, İsti’zân, 2; Müslim, Libâs 114. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 12)

Bu güzelliklere, sokakların bugün o kadar ihtiyacı var ki.

Öyle ihtiyacı var ki.

Bilhassa çarpık sokaklar, bu mânâ ve keyfiyet dolu güzellikler ile yoğrulmayı bekliyor.

Özellikle korkulu sokaklar, selâm içinde, selâmet içinde olmayı bekliyor.

Hele ki kasvetli sokaklar, yeniden ibâdet sesleriyle dolu bir âhenk arıyor. Ezan seslerini ve güzelliğini, beş vaktin dışındaki zamanlara da yansıtmayı bekliyor.

Soğuk ve boğuk sokaklar da, sıcacık bir iklime dönüşmek istiyor.

Artık sokaklar, üzerlerinde şeytânî ve nefsânî kanalizasyonların çöreklenmeye başladığı mekânlar olmaktan kurtulmak istiyor.

Bu yüzden geceleri bile gözlerine uyku girmiyor sokakların. Kaldırımlar da hep uykusuz. Bu noktada şairin şu ifadeleri ne kadar yanık:

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn-cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,
Ne senin anladığın kadar kaldırımları… (NFK)

Bu mısralar, 1927 yılına ait.

Şimdi yazılsa, kim bilir ne kadar sancılı mısralar ortaya çıkardı?

Çünkü bugün sokakların yüzü temizlenirken kalbi kirlendi. Saçı taranırken rûhu tırmıklandı. Eli kınalanırken alnı karalandı. Dışı ağzına kadar doldurulurken içi dibine kadar boşaltıldı. Görüntüsü sıhhate kavuşurken görünmeyen tarafı mikroplara yenik düştü. Güzellikleri, bin bir çirkinlikle bulamaç oldu. İyi tarafları da, kötülüklerle karmakarışık hâle getirildi.

Bunlar yetmez gibi;

Zavallı sokaklar; evvelce sınırları belli bir vaziyette iken, şimdi kontrol edilemeyecek bir şişkinliğe ve hantallığa dönüştü.

Üstelik;

Evlerin içi de sokaklara dâhil oldu.

Evlerin daracık odalarına, binlerce sokak döşendi. Selâmsız-sabahsız bin bir tipin yolgeçen hanı gibi kullandığı sokaklar. Her gün bozulup tekrar yapılan sayısız sokaklar. İki metrekarelik odada bile iki bin kilometrelik trafik yoğunluğu yaşanan sokaklar kuruldu evlerde.

Dış sokaklardan daha beter ve hüsran içinde iç sokaklar oluştu.

Ciğerpâresi evlâtlara dış sokaklarda şırınga edilen kötülüklerin ve kötü alışkanlıkların daha berbatları şimdi iç sokaklarda cirit atıyor.

Böyle olunca;

Tabiî ki iç sokaklarda, yani evlerdeki feryatlar daha yüksek. Belki daha sessiz ama; daha acı, daha ıstıraplı, daha yanık, daha çaresiz. O iç sokaklarda kimseleri olan kimsesizlerin feryatları ve figanları daha yürek dağlayıcı. Belki kendileri bile duymuyor, fakat işitmesini bilenlerin kulaklarını patlatacak kadar elem dolu o feryatlar. Feryat edenlerin bile habersiz olduğu değişik ve ince figanlar.

Sahiplerinin bile alâkasız olduğu o feryatlar, dış sokaktaki dilenci iniltisinden daha garip! Çünkü sahibi, öncelikle kendisi bilmiyor ki, başkasına vaziyetini bildirsin!

Bakın istif istif evlere;

Evin gülleri, bir çıkmaz sokakta unutulmuş zavallılar gibi. İç sokak dibindeki bir uçurumdan aşağıya yuvarlanırken elinden merhametle tutacak tek el bile yok. Başını okşayan o kadar ele rağmen.

Bu feryat kolay kolay kesilir mi?

Evin direği, iradesi eğrilmiş ve yelkenleri sert fırtınalardan parçalanmış bir harabe gibi. Evin kucağı, zehir dolu bir cadı kazanı sanki.

Ruhlar darmadağın…

Çığlık çığlığa…

Nefesler tıkanık…

Gönüller bulanık…

Hâsılı;

Bir an evvel, evlerin içinden sokakları dışarı çıkarmak şart. Sokaklardan da feryâda sebep hâlleri bertaraf etmek şart.

Yani;

Evlerin, sokakların ve yolların hakkını, hakkıyla yerine getirmek gerek.

Ta ki feryatlar kesilsin.

Sokaklar, ta ki yine birer cennet koridoru hâline gelsin.

Evler de, tekrar cennet yuvası olsun.

Vakit geçmeden.

Şimdi.

Tarihî bir zarûret bu!

Bu eksende;

Gönül ehli bir ahbabımın anlattığı şu tablo, diğer güzel hâtıralar gibi yenilerine muhtaç:

“Henüz küçücüktüm. Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Fakat şu hâtıra, net olarak hâfızamda. Ninem, bazı zamanlar bize gelir ve bir müddet kalırdı. O ne zaman gelse, bende hemen büyük bir heyecan başlardı. Derhâl onun dizinin dibine koşardım. Hâlbuki ninem, seksen küsur yaşındaydı. Dediklerinin hepsini anlayamamama rağmen onu can kulağıyla dinlerdim. Sıcacık ilgisi, sevgisi ve varlığı benim için bambaşka bir duyguydu, bambaşka canlılıktı, bambaşka bir nimetti. Bu sebeple ona bir çocuğun mutlak istekleri kadar düşkündüm.

O seviyede ki;

O gideceği zaman beni büyük bir üzüntü kaplardı. Gitmemesi için elimden geleni yapardım. Hattâ çoğu kere ninemin ayakkabılarını saklardım. Hani ayakkabıları olmasa, gidemeyecek diye.

Sonunda ayakkabıları bulunur ve ninem giderdi tabiî.

Fakat o gidince de, evimizde de gönlümde de büyük bir boşluk meydana gelirdi.

O boşluk, başkasıyla da bir türlü dolmazdı.

Ne yapsalar, bir müddet yüzüm gülmez, durgunlaşırdım.

Oysa;

Yaş itibarıyla akran olmayan biriyle bu kadar yakınlık ve iç içelik olacak gibi görünmüyordu. Fakat akranlarımın yanında tadamadığım bir dostluk, bir rahatlık, sıcaklık ve huzur tadıyordum ninemin yanında.”

Ya şimdi?

Acaba bugünün çocukları da iç dünya itibarıyla öyle bir mânevî eksenin nasipleri ve imkânları içinde mi?

Çoğu değil.

Fakat olmalı.

Çünkü;

Ancak o zaman, müstesnâ şahsiyetler yetişecek.

O zaman, evlerdeki feryatlar azalacak, azalacak ve bitecek.

O zaman sokaklardaki feryatlar kesilecek.

O zaman sokaklar yine;

Bir cennet koridoru hâline gelecek.

Gelmeli değil mi?

Öyleyse…