TIRTIL, KOZA, KELEBEK

Melda ÖZATA

Mistikliği kendisinden mi gelir, yoksa içinde bulunduğu loş, antika dükkânından mı, henüz kestirememişimdir. O ünlü hattatların el yazması sülüsler, ta’likler, kûfîler… gibi çeşitli yazıları, o çevreler, bohçalar, vazolar, tombaklar, opaller, sedefli kaşıklar, masalar, necefler, gümüş, akik tesbihler, buna benzer neler neler… Bu eski yıllanmış eşyaların içinde, kendi dünyasına gömülmüş, öyle yaşar. Ekmek parası için alır, satar. Ama gerçekte yayın yapmamış bir şairdir, şiirleri vardır. Ağırbaşlı, durgun görünür ama dip akıntısı olan, heybetli nehirlere benzer. Dostluğu rahat, huzur verici, sohbeti tatlıdır. Onun sohbetinden feyz ve zevk aldığım hâlde, rahatsız ederim, korkusuyla kendisini seyrek ziyaret ederim.

Günlerden bir gün, yine uğramış, şundan, bundan söz ediyorduk. Söz, mânâ âlemine, rüyâlara, sembollerle anlatılmak istenen bildirilere geldi.

“Bunlar, yazılabilmeli, değil mi?” dedi ve devam etti: “İnsan o âlemden neler öğrenmiyor ki…”

Daha sonra tarihi gerçekleşen rüyâları aktardık birbirimize hatırlayıp. Derken durdu ve her zamanki sakin hâliyle:

“Tırtıla ne dersin?” diye sordu ve devamla:

“Tırtıl, koza, kelebek… ” Gözlerinde dervişçe pırıltılarla:

“İnsan, mezar, sonra… ya sonra … ” dedi.

“O yemyeşil, o boğum boğum minicik canlı. Tırtıl diyenler de var, ipek böceği diyenler de. Nafakası dut ağacının yaprakları… Nasıl çıtır çıtır çıtırdatırlar. Sen hiç ipek böceğini bir dut yaprağı yerken gördün mü? Sonra, bir zaman sonra, kendine minicik bir özel oda, bir koza örer. Bu ne hikmettir ki, bu minicik böceğin salgıladığı sıvı, havada nasıl da ipek oluveriyor. Yumuşak, zarif, güzel, sıhhî, beğenilen… Bu hüner, yine ne hikmettir ki, her böceğe göre ayrı renkler taşır. Beyazdan siyaha kadar. Krem çokça varsa da, pembesi öyle az ki… hele siyah… çok seyrek.

İşte şu sırf koza ipeğinden, el dokuması… Tut bak, ne kadar ağır değil mi?”

Kumaşı, kapıdan süzülen bir demet ışık yakamozlandırmıştı. Dokuyan, kozanın her çeşidinden yapmıştı bunu. Beyazdan kreme, eflâtundan filiz rengine, pembeye birkaç sıra da siyaha kadar hemen hemen renklerin hepsi vardı. Ama bunlar en uçuk, rengin en dokunaklılarıydı. Parlaklıkları ise bir başka anlam taşıyor. İnsan elinde olmadan bu kumaşı tutmak, okşamak istiyordu. Ben, bu kumaşı seyrederken o söze devam etti:

“Ya bu antepfıstığı kadar minicik kozanın ipliği, dünyanın çevresini kırk kere nasıl kateder, öyle metrelerle ipliği nasıl yapar?” Sustu, önüne baktı, içini çekti, yutkundu. Sonra yine konuşmaya başladı:

“Bence, kozacığı böcek için îtikâf, nasıl da kapanır, dünyadan elini, eteğini çeker, kendi âleminde yaşar.” Sustu. “Ya sonra… ” dedi.

“Sonra birden deliverir kozacığını… ” Bense o sırada kısmetse diye düşünüyordum. Öyle ya, işte bu kumaş, içinde canlı canlı ölen böceklerin ispatı değil miydi? O, devam ediyordu:

“Artık kelebektir, uçar, uçar… yeni bir hayat. Tırtıl, koza, kelebek, insan, mezar, sonrası… “

Kâinat kozasının içinde insan, kendi kozasını nasıl deler acaba?