Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın TAKVÂ HASSÂSİYETİ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

irfan_ozturk_yuzakidergisi_subat2016

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; Irak’a İslâm ordusunu gönderip, kısa zamanda Allah Teâlâ’nın yardımıyla zafer kazandılar. Sağ sâlim ve ganîmetlerle döndüler. Hazret-i Ömer’in huzûruna vardıklarında halîfe, İslâm ordusuna hiç bakmadı. «Ne yaptınız?» diye sual bile sormadı. Halîfe’nin bu muamelesi, ashâb-ı güzîne çok ağır geldi. Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullâh’ı mescidde görüp Halîfe’nin onlara karşı alâkasızlığından şikâyet ettiler. Hazret-i Abdullah;

“–Babamın huzûruna bu elbiselerinizle mi çıktınız?” diye sordu.

Meğer, İslâm ordusu, İran’ın süslü elbiselerinden giymişlerdi. Ashâb-ı güzîn, Hazret-i Abdullâh’ın işaretiyle gidip elbiselerini değiştirdiler. Böylece Hazret-i Ömer’in huzûruna vardılar. Bu sefer Hazret-i Ömer; bunları iyi karşılayıp her birinin ayrı ayrı hâlini, hatırını sordu. Ashâb-ı güzînden birisi cesaret edip, kalktı;

“–Yâ Emîre’l-mü’minîn! İlk görüşmemizde bize hiç iltifat etmediniz. İkinci görüşmemizde çok iyi karşıladınız. Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Hazret-i Ömer;

“–Sizi, elbiselerinizi değiştirmiş görünce kendi kendime;

«Ashâb-ı güzîn, benim hayatımda elbiselerini değiştirdiler. Birkaç gün sonra Allah korusun kalplerini değiştirirler. Dünyayı sevmeleri artar. Yarın kıyâmet gününde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuşunca;

‘Yâ Ömer! Senin halîfeliğin zamanında benim ashâbım elbiselerini değiştirdiler, sonra kalpleri değişti. Niçin mâni olmadın?’ diye hitap eder, azarlar diye korktum.» Onun için İran’ın süslü elbiselerini giydiğiniz zaman, her biriniz gözüme bir belâ dikeni gibi göründünüz. Fakat elhamdülillâh elbiselerinizi değiştirince, endişe ettiğim tehlike ortadan kalktı. Size iyi muamelede bulundum.” buyurdular.

Naklederler ki:

Harpten gelen ganîmetleri Hazret-i Ömer, ashâb-ı güzîn arasında müsâvî (eşit) olarak taksim etti. Oradan kaplar içinde Acem tatlılarından getirilmişti. Hazret-i Ömer tadına baktı, beğendi;

“–Bu tatlılar yüzünden; baba oğulu, kardeş kardeşi öldürebilir. Bunları gazâda şehid olanların çoluk çocuğuna, yetimlerine verin. Babalarının ayrılığı ile acı olmuş ağızları tatlansın.” buyurdular.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bir sahifesi vardı. O sahifeye her gün işlediklerini yazardı. Cuma günü olduğunda bir haftadır işlediklerinden, kendi nefsini hesaba çekerdi. Allah Teâlâ’nın rızâsına muhalif bir şey olursa kendini sopa ile döverdi ve;

«Ben bunları işledim mi?» derdi. Kur’ân-ı Kerîm’in azap âyetlerini okuyunca veya duyunca kendinden geçer ve bayılırdı…

Ashab kendini ayıltmaya geldiklerinde iki gözünün yaşının akmasından dolayı, yüzünde iki iz olduğunu görürlerdi ve o;

«Ne olaydı, beni vâlidem doğurmayaydı.» derdi.

Hattâ bir gün hayvanın üzerinde giderken, bir Kur’ân okuyucu;

“Şüphesiz Rabbinin azabı vukû bulacaktır. Onu çevirecek de yoktur.” (et-Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesini okuyordu. Hazret-i Ömer Efendimiz duyduğunda istiğrak hâlinde hayvanından aşağı düştü. Hâne-i şeriflerine götürdüler ve bir ay evinden çıkamadılar.

Kâ‘bu’l-Ahbar geçmiş kavimlerden nakille der ki:

“Allah Teâlâ’nın haşyetinden ağlayıp yaş akıtmak vücudum ağırlığınca altını sadaka vermekten daha sevimlidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın haşyetinden bir damla gözyaşını akıtan kimseye cehennem ateşi dokunmayacaktır.”

Kıyâmet günü kul, Rab Teâlâ huzûrunda durduğu ve kendisine amel defteri verildiğinde, günahlarını çok olarak bulur;

“–Allâh’ım, ben bu kadar günah işlemedim.” dediğinde, Rabbü’l-Âlemîn;

“–Benim kavî şahitlerim vardır.” buyurunca o kimse etrafına iyice bakıp;

“–Yâ Rabbî! Şahitleri göremiyorum. Hangi şahitlerdir onlar?” diye münâcaat eder. O zaman Rabbü’l-Âlemîn o kimsenin âzâlarına;

“–Bu kişi üzerine şahitlik ediniz!” buyurduğunda âzâları birer birer şahitlik yapmaya başlarlar.

Kulakları;

«Yâ Rabbî! Bizimle yasak olan şeyleri dinledi.»

Gözleri;

«Yâ Rabbî! Bizimle haram olan şeylere baktı.”

Ağzı;

«Yâ Rabbî! Benimle yasak sözler sarf etti.»

Elleri;

«Yâ Rabbî! Bizimle de senin yasakladığın şeyi yaptı.»

Ayakları;

«Yâ Rabbî! Bizimle haram olan yerlere gitti.» derler.

Kul, hayrette kalır.

Rabbü’l-Âlemîn;

“–Bu kulumu ateşe atın!” buyurduğunda; o kulun gözünün kirpiklerinden biri Rabbü’l-Âlemîn’den söz için izin ister. Rabbü’l-Âlemîn de izin ihsan buyurur.

O kirpik;

“Yâ Rabbî! Sen; «Eğer bir kulum, benim haşyetimden bir kıl bile ıslatsa Ben onu ateşime koymam.» dedin. Yâ Rabbî! Ben şahâdet ederim ki, bu kulun Sen’in haşyetinden beni suya boğdu idi.” diye şahâdet eder. Bunun üzerine Hak Teâlâ o kulunu cennete koyar.

Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana;

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de;

«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hazret-i Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce;

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır.

Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve;

‘–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!’ (derler).»” (Âl-i İmrân, 190-191) (İbn-i Hibbân, II, 386)

Ey kardeş ibret alalım. Efendimiz, geceleri ihya etmedikçe kendini şükretmiş kabul etmiyor. Geceleri Allah korkusu ile dökülen gözyaşları ihya eder. Yanık secdeler, içli duâlar ve feyizli zikrullah ihya eder.

Bir köle var, geceleri ne kendi uyur ve ne de efendisini uyuturdu. Bir gün efendisi;

“–Ey gulâm! Niçin böyle yaparsın? Ne kendin uyursun, ne de beni uyutursun…” dedi.

Köle;

“–Ey efendim! Akşamın karanlığı çökünce, kabrin ve cehennemin karanlığını hatırlıyorum. Onların dehşetli hâlini hatırlayınca da uykum kaçıyor. Allah Teâlâ’nın huzûrunda durmayı hatırlıyorum, bu defa kalbimin gamı çoğalıyor. Cennet-i ilâhîyi hatırladığım zaman da şevkim artıyor. Bu hâlde ben nasıl uyku ile meşgul olayım?” cevabını verdi. Bunu duyan sahibi, kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayıldığında;

“–Ey köle! Benim gibi bir kimseye, senin gibi bir köleye sahip olmak câiz değildir. Ben seni âzâd ettim. İstediğin yere git.” dedi.

Ehl-i mârifet buyurmuşlardır:

“Ey mü’minler! Siz dört şeyi dört şeyle temizleyiniz. Yüzünüzü gözyaşı ile; dilinizi, Rabbiniz’i zikir ile; kalbinizi Allah korkusu ile; günahlarınızı da tövbe ile temizleyiniz.”

Rivâyet olundu ki:

Bir adamın bir küçük oğlu vardı. O küçük çocuk, bir babası ile bir yatakta yatar ve uyurdu. Bir gece çocuk muzdarip oldu, uyuyamadı. Babası;

“–Oğlum! Sana ne oldu, neren ağrıyor?” dedi.

Çocuk;

“–Hayır, bir yerim ağrımıyor fakat, yarın günlerden perşembedir. Bir hafta ne öğrendi ve yaptımsa onları benim üstâdım dinleyecektir. Eğer ben dersimi veremezsem, beni üstâdım döver, diye ağlıyorum.” dedi.

Babası da ağladı. Başı üzerine toprak saçtı;

“–Ben bu korkuya daha lâyıkım. Çünkü dünyada senelerdir işlediğim günahlar, Allah Teâlâ’ya arz olunduğu zaman benim hâlim ne olur!” diye inledi.

Rasûl -aleyhisselâm-’ın ve o güzel ashâbının takvâ hayatından bizlere de ikram ve ihsan eyle. Yâ Rabbe’l-Âlemîn. Âmîn…

Örnek alıp yaşarsan,
Ömer’in t takvâsını.
Cennetlik olacaksın,
Almışım fetvâsını. (Gülzâr-ı İrfan)

Gönül tezgâhını tevhidle doku,
Tevhiddir bilesin, îmânın kökü,
O hâlde tevhîdi aşk ile oku,
Râzı olsun senden Hak Sübhânehû.

(Gülzâr-ı İrfan)