Dertlerimizin Devâsı İçin; HEMHÂL OLMAK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan; Allah Teâlâ’nın yüce Zâtına halîfe olma mes’ûliyeti tevdî buyurulmuş ve eşref-i mahlûkat olmaya mazhar kılınmış bir varlık. Ahmed Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu liyakati;

“Allah Teâlâ, kâinâtı insan için; insanı da kendisi için yaratmıştır.” diye açıklıyor. Gönül ehli de bu nazargâh-ı ilâhî olma vasfını şöyle tebârüz ettiriyor:

“Allah Teâlâ, iki cihanı bir gönül için yaratmıştır.” İnsana öyle yüksek bir mertebe lutfedilmiştir ki; zamanımızın ilmî tesbitlerine göre dünya, sonsuz ve muhteşem kâinât içinde, sonsuz zenginlikte ve sonsuz güzelliklerle süslenmiş, hayatın var olduğu tek gezegendir. İnsan da, bu biricik mekânın en mütekâmil varlığıdır. Dîvan şairlerimizden Gālib Dede, bu mazhariyete atfen şu muhteşem değerlendirmeyi yapar:

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen;
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

Böylesine ilâhî bir ihsana mazhar olmuş insanın şahsiyetini çiğnemek, gönlünü yıkmak pek ağır bir cürüm olarak görülmüştür. Bu hususla ilgili olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara; işlemedikleri bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (el-Ahzâb, 58) buyurulur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, had cezası uygulanan bir kişi için, oradakilerden birisinin;

“–Allah seni rezil etsin!” diye söylenmesi üzerine;

“–Hayır öyle demeyiniz; adam aleyhinde böyle şeyler söyleyip de, şeytana yardımcı olmayın.” (Buhârî, Hudûd, 4) buyurarak duâ tavsiyesinde bulunmuştur.

İnsanların bir araya gelerek teşkilâtlanmalarından maksat, huzur ve saâdetin temini ve emniyet içinde yaşamaktır. İnsan, cemiyet içinde; canı, malı, aklı, dîni ve nesli ile mütalâa edilir; onlarla vardır; onlarla kendine yön çizer ve faaliyette bulunur. İnsan hak ve hürriyetlerinden kasıt, bu değerlerin ihlâl edilemez olarak ona has kılınması, aidiyetinin kabul edilmesidir. Bu esasların çiğnenmesi, ihlâl edilmesi durumunda ise huzur ve saâdet ortadan kalkar; cemiyetler kargaşa girdabına kapılır. Bu vasatı tekrar düzeltmek adına ortaya çıkan art niyetli çeşitli hizipler sebebiyle, ülkeler kan ve ateşlere gark olur.

Yüce dînimiz, ferdin ve cemiyetin iki cihan saâdeti için, zarûrât-ı dîniyye denilen şahsî hak ve hürriyetler çerçevesindeki bahis mevzuu esasların korunması hususunda bütün tedbirleri vaz etmiştir. Bu düstur, asırları aydınlatan şanlı medeniyetimizde de görüldüğü üzere ve her inançtan bütün insanlara da şâmil olacak şekilde, fevkalâde başarılı bir şekilde uygulanmıştır. İslâm coğrafyasında yaşayan gayr-i müslimlerden; devletin himayesine girmeleri karşılığında, mükellef olanlardan cizye vergisi alınırdı. Bu verginin gereğinin yerine getirilememesi durumunda, geri verilmesi cihetine de gidilmiştir. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında Suriye Valisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh- Hazretleri; cizye aldığı Humus halkını Bizans’a karşı koruyamayacağını anlayıp şehri terk etmek zorunda kalınca, onlardan topladığı vergiyi geri vermiştir.

Yüce dînimiz, birlikten doğacak gücün ve huzurun temini için gönülleri kardeşlik hukuku ile birbirlerine bağlamıştır. Böylece, atasözümüzün ifade ettiği gibi:

“Dertler paylaşıldıkça azalır; sevinçler paylaşıldıkça çoğalır.” Cemiyeti ayakta tutan bu bağla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Mü’minler ancak kardeştirler…” (el-Hucurât, 10) diye beyan buyurulur.

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352) buyuran Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu mevzuun önemini şöyle belirtir:

“Mü’min; mü’min kardeşi için, birbirine destek veren bir binanın tuğlaları gibidir.” (Buhârî, Salât, 88)

Kâinâta rahmet nazarıyla bakmayı şiâr edinen şanlı medeniyetimizin hususiyeti, insan merkezli olmasıdır. Nitekim bu rahmet medeniyetinin son halkası olan Osmanlı’nın mayasını çalan Şeyh Edebâlî -kuddise sirruhû- Hazretleri, bu umdeyi;

“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın.” sözüyle hulâsa etmiştir. Hazret’in, halka merhamet ve şefkat sadedinde, devletin ilk beyi Osman Gazi’ye nasihati de şöyledir:

“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlik, anlaşmazlık bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana…”

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Kim bir müslümandan dünya kederlerinden bir keder giderirse, Allah ondan âhiret günü kederlerinden bir keder giderecektir…” (İbn-i Mâce, c. 1, s. 389) buyurur. İnsanlığı rahmet iklimiyle huzura kavuşturmak gayesindeki şanlı medeniyetimiz de; bir vücudun âzâsı olma hassâsiyetiyle, zaman ve mekân sınırı tanımadan, derdi olana derman olmayı şiâr edinmişti. Ülkede, tabiata rahmet nazarıyla bakmanın bir neticesi olarak; sayısı yirmi altı bini aşan vakıf müesseseleriyle gerek insanlara gerekse hayvanlara yönelik, akla gelebilecek her türlü içtimâî ihtiyacın karşılanması gayretinde olunmuştur.

Memleket dışında da, Uzak Doğu’da Açe Sultanlığı’nı Portekiz ve Hollanda sömürgecilerinden korumak için, Kanunî Sultan Süleyman Han’dan itibaren zaman zaman yardımda bulunulması da bu minvaldeki faaliyetler cümlesindendir.

1845-50 yıllarındaki kıtlık zamanında, İngiliz ablukasına rağmen, İrlanda’ya beş gemilik ilâç ve gıda yardımı yapılması da, hâlâ şükranla yâd edilen ve bu mevzudaki hassâsiyetin boyutunu gösteren bir örnektir.

Kezâ; 1894 yılında da ABD’ye, büyük orman yangını sebebiyle önemli miktarda nakdî yardım yapılmıştır.

Osmanlı’nın vârisi mevkiindeki ülkemiz de, ülkelerindeki zulümlerden kaçan insanların sığınağı durumundadır. Bu cümleden olarak; hâlihazırda, karşılaşılan birçok sıkıntılara rağmen üç milyon civarında Suriyeli, ensar âlicenaplığı ile misafir edilmektedir. Çok şükür ki; çeşitli vakıf müesseselerimiz, mesafe mefhumunu düşünmeden, dünyanın her köşesindeki tabiî âfet, yoksulluk, iç savaş gibi sebeplerle muhtaç duruma düşen insanların yardımlarına koşarak, ecdâdımızın hizmetlerini kaldığı yerden devam ettiriyorlar.

Bugün İslâm coğrafyası; işgaller, iç savaşlar ve kışkırtılan terör hâdiseleriyle, baştan başa kan ve ateşler içinde çırpınıyor. Ancak, ateş düştüğü yeri yakıyor; gönül coğrafyamızın her köşesinin, bundan bir vücudun uzuvları gibi müteessir olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Ümmet, aralarına ekilen fitne tohumlarıyla paramparça. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, gönüllerin birbirine bağlı olmasının önemini;

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

diye belirtiyordu. Bu dayanışma temin edilebildiği takdirde, İslâm âlemi muhtaç olduğu güce kavuşacaktır. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Bir müslümanın, bir din kardeşine gıyâbında yaptığı duâ kabul olunur. Başında vazifeli bir melek vardır. Kardeşine hayır duâda bulunduğu vakit bu melek; «Âmin!» der ve; «Senin için de bir misli olsun.» der.” (Müslim, Ebû Dâvûd, Tâc, c. 5, s. 210) buyurur. Gönül coğrafyamızın saâdet ve selâmeti için herkesin yapabileceği bir şeyler mutlaka vardır. Ancak bunun ilk eşiği, sıkıntıya düşen kardeşleriyle hemhâl olabilmek, onlara «günahsız ağızla» duâda bulunmaktır.