Millî Birliğimizin Zirve Bir Timsâli:
ÇANAKKALE HARBİ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Oğuz Han Destanı’nda, birlik ve beraberliğin önemine dair şöyle bir örnek yer alır:

“Oğuz Han, vefatına yakın altı oğlunu başına toplar. Onlardan aldığı bir ve iki oku eliyle, üç oku da dizinde kırar. Her birinden aldığı altı okun ise kırılamayacağını onlara göstererek; «Bundan ders alın; birbirinize destek olun.»” der.

Yine devletin bekāsı için, Orhun Âbideleri’nde de;

“Çinlilerin kardeşi kardeşe kötüleyip birbirine düşürdüğü; beyleriyle milletin arasını açıp fesat soktuğu; milleti bölüp parçaladığı; devletin dağılıp hâkimiyetin elden gittiği; oğulların Çinlilere kul, kızların câriye olduğu…” hususları, ibret alınması için uzun uzun anlatılır.

Ancak bu ibretâmiz nasihatlere rağmen, tarihî akış içerisinde millî birlik ve beraberlik temin edilebilmiş midir? Veya fitne ateşi engellenerek, bu vasıf ne nisbette hayata geçirilebilmiştir? Ne yazık ki; sayılı bazı örneklerin dışında, buna müsbet bir cevap verebilmek mümkün olamamaktadır.

İslâm medeniyetinin şâhika bir örneğine mekân olan Asya’nın tarihi için; bölük pörçük Türk-İslâm devletlerinin birbirleriyle didişmeleri süreci dense, herhâlde yanlış tavsif edilmiş olmaz. Tabiî bu bölünüp parçalanmanın neticesi de, ancak «yem olma» vâkıasıyla tezâhür edebilirdi. En batıdaki Endülüs’ün kaderi de; şanlı bir sekiz asırdan sonra, bundan farklı olmamıştır. Bu hazin mukadderât, bugün her müslümanın gönlünde bir ukdedir. Birlik-beraberlik mefkûresini kuvveden fiile çıkarma gayretleri, mevziî başarılar dışında, arzu edilen bir vüs‘ate ulaşamamıştır. Ancak Osmanlı; devleti ve içtimâî yapıyı bu zemine oturtarak, i‘lâ-yı kelimetullah için, «nizâm-ı âlem» dâvâsını gütmüştür. Osmanlı’daki bu basîret, yüreği ümmetin birliği için titreyen Yavuz Sultan Selim Han’ın bir şiirinde şöyle ifadesini buluyor:

Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,
Kûşe-i kabrimde dahî bî-karâr eyler beni.
İttihadken savlet-i a‘dâyı def‘e çâremiz;
İttihad etmezse millet, dâğ-dâr eyler beni.

İnsanlığın saâdet ve huzuru için, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 103);

“…Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yolunda en değerli ve üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır (takvâ sahibi olanınızdır)…” (el-Hucurât, 13);

“Allâh’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çekişmeyin -sonra içinize korku düşer ve devletiniz elden gider- ve sabırlı olun…” (el-Enfâl, 46)… buyuruluyor.

Bu cümleden olarak; «cemaatte rahmet, ayrılıkta azap» olduğunu belirten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Arab’ın Acem’e, Acem’in de Arap olanlara bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir…” buyuruyor. O Varlık Nûru’nun yüksek adâleti sayesindedir ki; Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, hususî müezzini, Acem olan Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- de ehl-i beyti olmakla müşerref oluyorlar. Hattâ O Rahmet Peygamberi; mübârek kucağını öylesine açıyor ki, kendisini seven ve yolunda giden herkesi, ehl-i beyti olarak kabul buyurmakla müjdeliyor. Hayatını milletimizin istiklâli için birliği dâvâsına adayan şairimiz Mehmed Âkif; bu mefhûmun vatan için değerini şöyle haykırıyor:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilme sancılarının yaşandığı son devrini taçlandıran Çanakkale Harbi; birlik ve beraberlik sağlandığı takdirde nelere kādir olunabileceğinin zirve timsallerinden biridir. Bu; en aşılmaz engellerin aşıldığı, en olmaz sanılan neticelerin elde edildiği, bir ibretler meşheridir. Îmanla demir-çeliğin çarpıştığı bu harbin neticesini; İngiliz devlet adamı Churchill; “Biz Allah’la savaştık ve yenildik.” diye ancak îzah edebiliyor bu yüzden. Cephe komutanı Alman General Liman von Sanders; hâtırâtında, îman kuvvetinin semeresi olan bu umulmadık galibiyetin sırrını şöyle belirtiyor:

“Teftiş sırasında Mehmetçiğe soruyorum:

«–Niçin savaşıyorsunuz?»

O;

«–Allah rızâsı için.» diyor.

Evlâtları Allah rızâsı için savaşan bir millet ebediyen var olur.”

Çanakkale Harbi; katılan her Mehmetçiğin ayrı ayrı yazdığı, tarihin en şanlı destanlarından birisidir. Tahrip olan mevzide, tek başına iki yüz seksen kiloluk mermiyi sırtlayıp topa sürerek, düşman zırhlısını batıran Havranlı Seyit Onbaşı’nın; altmış üç gönüllüsü ile bir alay düşmanla akşama kadar bütün gün, ölümüne savaşan Ezineli Yahya Çavuş’un; kumandanından erine kadar tamamı şehid düşen Elli Yedinci Alay’ın; liseden, üniversiteden sınıflarını boşaltıp cepheye, ölüme koşan gencecik fidanların; oğlunun başını kınalayıp, kurbanlık olarak cepheye bağışlayan anaların… elbirliğiyle yazdıkları bir destan… Hem de günde iki tas üzüm hoşafına kanaat ederek.

Orada bir millet yatıyor; doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden… yan yana. Hattâ; kendisini Osmanlı vatandaşı gören gayr-i müslimler de dâhil.

Orada bir ümmet yatıyor; Azerbaycan’dan, Bosna’dan, Filistin’den, Senegal’den… gönüllüler kucak kucağa. Ucunda ölüm olan bir kardeşliğe, beraberliğe râzı olan bir topluluk ile, hangi işe niyet edilir de başarılmaz? Milletimize; «İstiklâl Marşı»nı armağan eden âbide şahsiyet Mehmed Âkif; aynı zamanda Çanakkale Harbi’ni de en güzel tasvir eden şairimizdir. İstiklâl şairimiz, bu destan kahramanlarını şöyle tebcil ediyor:

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın,
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.

(…)

Ey şehîd oğlu şehîd isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber!..

Japonlar, gençlerini yönlendirmede mahir bir millet. Bu ülkeden, yirmi beş sene kadar evvel Türkiye’ye gelen eğitimle ilgili heyetin; «gençlerimizin eğitim ve yönlendirilmesinde; Çanakkale’nin, mânâsıyla bir örnek, bir fırsat olduğunu belirttikleri» hususu basında yer almıştı.

İki yüz elli bini harp sahasında olmak üzere, hasta, yaralı ve kayıpların da ilâvesiyle takrîben dört yüz bin civarında şehidle yazılan bu büyük destan; ne yazık ki, ancak üç-beş senedir milletçe hatırlanmaya başlanmıştır.

Fakat işin keyfiyeti yine de düşünülmeye muhtaçtır.

Her yıl tâ Yeni Zelanda’dan binlerce kişi, askerlerinin hâtırasını yâd etmek için, «şafak âyini»ne katılmaya geliyorlar.

Hâlbuki bizler, o muazzam cidalden kalan izleri ne kadar muhafaza edebildik; gezilerimizi turistik hüviyetten ne kadar çıkarabildik; kuru ekmek ve iki öğün üzüm hoşafıyla bir gün geçirip, o kahramanların nefisten geçmelerini hissedebildik mi; gecenin sessizliğinde her adımda durup, bitmez tükenmez bombardımanlar altında parçalanan, siperlerinde toprağa gömülen kahramanları, «altta binlerce kefensiz yatanı» hatırlayıp gözyaşı dökebildik mi; açık arazide toplanıp, onlar gibi bir bayram namazı kılıp -kim bilir, belki çöken sis mûcizesini de yaşayıp-, hep bir ağızdan tekbirlerle ufukları inletebildik mi?..

Çanakkale’nin aziz gazi ve şehidlerine milletimizden milyonlarca Fâtihalarla…