Şehirlerimiz, Semtlerimiz ve İnsanlarımız; DÜN ve BUGÜN NASIL? PEKİ YARIN?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Asırlar öncesinde;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“–Yol ve sokaklara oturmaktan sakınınız!”

Ashâb-ı kiram dedi ki:

“–Ya Rasûlâllah! Bizim yol ve sokaklara oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü lüzumlu işlerimizi orada konuşuyoruz…”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“–Vazgeçemiyorsanız ve mutlaka oturmak zorunda kalıyorsanız, o hâlde yolun hakkını veriniz!”

Sordular:

“–Yolun hakkı nedir ki, yâ Rasûlâllah?”

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

“‒(Yolun hakkı);

◆Gözü haramlardan korumak,

◆Gelip geçene eziyet vermemek,

◆Verilen selâma mukabelede bulunmak,

◆İyiliği tavsiye etmek ve

◆Kötülükten sakındırmak vazifesini yerine getirmektir…” (Buhârî, Mezâlim, 22)

Ve de;

◆Güzel şeyler söylemektir…” (Müslim, Selâm, 2)

Bu talimat;

Şehirleri, mahalleleri, sokakları ve semtleri, insanlarıyla birlikte en yüksek seviyede inşa edici muazzam bir medeniyet ölçüsü. İçinde gerçek bir huzur, sürur, rahmet ve saâdetin yaşandığı fazîletlerle dolu bir medeniyetin ihyâ edildiği bir şehri, şehirleri doğuran ölçüler bunlar.

Bu ölçüler; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkıyla yoğrulan nesiller için insanlığın ve yaşanan şehirlerin, semtlerin ve sokakların vazgeçilmez hususiyetleri oldu.

Her şey;

Takvâ temelleri üzerinde yükseldi. Kardeşlik ve fedâkârlık örgüleri ile sağlamlaştı. Adâlet ve istikamet sütunları üzerinde yaşatıldı. Helâl ve haram ölçüleri içinde muhafaza edildi. İyiliğe sımsıkı sarılarak yücelere adım atıldı. Kötülüklerden sakınmak ve sakındırmak sûretiyle her bakımdan dinç ve sıhhatli bir kıvam kazanıldı.

İnsanda ve şehirde fazîletler medeniyeti iç içe bir bütünlük oluşturdu.

Muhteşem mâzî dediğimiz dün, böyle inşa edildi.

Sayısız belgeseller etrafında anlatıla anlatıla bitirilemeyen şahsiyet, huzur, ilim, irfan, şefkat, muhabbet ve cennet ocağı, medeniyet timsali şehirler, dün böyle tesis edildi.

Tarihin altın sayfalarını yazan âbide şahsiyetler, böyle yetiştirildi.

Her şey;

İki kanatlıydı:

Madde ve mânâ. Zâhir ve bâtın. Dünya ve âhiret.

Maddedeki tozlar, mânâ berraklığı içinde tertemiz oluyordu. Zâhirin tıkandığı yerde bâtının enginliği, insanı ufuklara ulaştırıyordu. Dünyanın darlığı karşısında âhiretin ferahlık pencereleri ruhlara çareler bahşediyordu.

Yetişmiş kâmil insanlar, medeniyet merkezi hâlinde şehirler gibiydi. Destan gibi şehirler de muhteşem insanlar gibi.

Çünkü insanlığın medâr-ı iftihârı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kusursuz bir şehir örneği sergilemişti.

Bir ilim şehri.

Zaten;

“Ben ilim şehriyim.” buyurmuştu.

İlâhî hakikatle dopdolu. Hidâyet pınarları gürül gürül. Af ve merhametin en güzel meyvelerinin müstesnâ bağları. Herkesin sığındığı bir cennet iklimi.

O iklim içinde oluşan netice, O’nun ravzası.

Sonra;

O’nun ravzasından devşirilen güllerle oluşturulan medeniyet şehirleri. Dün ecdâdımız, gittiği bütün beldelerde o şehirlerle asırları kucakladı. O şehirlerden arda kalanlar bile bambaşka güzellikle bugünleri diri tutuyor.

Hâlâ onlar;

Nesil nesil bütün gönüller için, îmanlar için, dimağlar ve şuurlar için medeniyet merkezleri, altın sayfalar, uyandıran ufuklar.

Çünkü onlar;

Dünya ne kadar zulme de bulaşsa, kargaşaya da sürüklense, yıkımlarla bunalsa, yine, her şeye rağmen yine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ölümsüz ölçüleri içinde mükemmelliğini korudu, dimdik ayakta kaldı. Efendimiz’in belirlediği şartları zirvede gerçekleştirdi.

Bu sebeple dün;

Eğlence çılgınlıklarında değil, yarışlar, hayr u hasenatta idi.

Unvanlar, şişirilmiş giysilerde ve bilgiçliklerde değil, îman ve ahlâk olgunluğu etrafındaydı.

Edep ve âdap, her şeyde özdü.

İlim ve sanat, keyfe değil keyfiyet eksenine bağlıydı.

Bunun için;

Dünün şehirleri ve insanları, her türlü hücumlara mukavemet eden ve zafer üstüne zaferler kazanan bir özelliğe sahipti.

Maalesef;

O özellik yaralandığı zaman, tarih altüst oldu.

Çok şükür;

O özellik iyileştiği zaman yine destanlar yazıldı.

Dün Çanakkale’de olduğu gibi.

Millî şairimiz M. Âkif’in;

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ,

Hani tâûna da züldür bu rezîl istîlâ…

dediği işgal ve saldırılar karşısında yine o özellik sayesinde;

Şühedâ gövdesi bir baksana dağlar, taşlar,

O rükû olmasa dünyâda eğilmez başlar!

Âsım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!

denildi ve;

«Çanakkale Geçilmez!» yazıldı.

Mesele;

O destanların harmanı olan gönül şehrini kurabilmek.

Tâ ki;

Orada yine destanlar devam etsin. Orayı; hakikat, hidâyet, şahsiyet, edep, şefkat, kardeşlik, ilim ve hikmet kervanları doldursun.

Gönül şehri.

Beşeriyetin yaşadığı yegâne şehir.

Orası nasıl imar edilirse, insan o şartlar içinde yaşıyor. Orası huzurla inşa edilmişse, insan çileler ortasında bile sekînet hâlinde. Fakat orası kargaşa ortamıysa; insan, en güzel iklimlerde ve rahatlıklar içinde bile darmadağın, huzursuz, sıkıntılı ve berbat. Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gönül şehrinin suyunu bulandırma! Tâ ki durulsun da, orada ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin!

Bil ki;

İnsanlar, ırmağın suyuna benzerler. Şayet o su bulanırsa, dibini göremezsin!

Arı duru şekilde;

Irmağın dibini ara; orası mücevherler ve incilerle dolu! Unutma; berrak ve duru su, kirlilikten uzaktır. Sakın o ırmağı bulandırma!

Yine bil ki;

İnsanların ruhları da havaya benzer. Şayet tozlarla karışırsa, o hava gökyüzüne perde olur, engin semâları göstermez!

Malûm;

Tozlu, kirli hava güneşin görünmesine de perde olur. Ancak toz yatışınca, saf ve temiz bir hâle gelir!”

Bunun için gönül terbiyesine ihtiyaç var. Erenlerin tasavvufî eğitimi zarurî. Çünkü gönül ırmakları, toprak bedenlerin tozları içinde bulanıyor, rûhun atmosferi de o tozlarla kapkara bir dehlize dönüyor.

Ancak o tozlardan ve kirlerden arınıp da saflaşan yürekler, ezelde kendisine verilen cevheri parlatarak ahsen-i takvim kıvamı sergiliyor. Takvâ ve ihlâs ile korunan gönüller hâline geliyor. Zaten düşman, ancak takvâ ve ihlâsın koruduğu gönül şehrine dâhil olamaz. Orayı, yani gönül şehrini; şeytandan ve şeytanın yığınlarından muhafaza eden yegâne gerçek, kalbin istikamet üzere samimiyetidir.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber; gönül şehrine, daima o samimiyeti, o takvâyı, o kardeşliği ve ilâhî emirlere riâyeti yerleştirmiştir.

Bir gün;

Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çarşıda bir satıcıya uğramıştı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu hissedince;

“–Nedir bu?” diye sordu.

Adam;

“–Yağmur ıslattı, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“–Bu ıslak kısmı üstte bırakıp herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? (Unutma!) Aldatan benden değildir.” (Müslim, Îmân, 164)

İşte peygamber eğitimi:

Aldatmanın olmadığı bir gönül tesisi. Böyle bir gönül, sağlam bir şehir demekti. O şehir ise bir medeniyet. O medeniyet de kardeşlik esaslarıyla güçlenen muhteşem bir kulluğun ebediyet kapısı. Cennet eşiği.

İşte insan ve şehir.

Mânevî hususiyetlerle öyle mâmur ki, maddesi bile aynı güzelliğin sanatı.

Hele;

Mahremiyet çizgileri asla çiğnenmeyen mübârek bir şehir.

Harem ilân edilmiş bir şehir.

O şehir hakkında Efendimiz buyurmuş:

“Kim orada Kitap ve Sünnet’e muhalif bir amel işlerse; Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olur!” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 1)

Tabiî kim Kitâb’a ve Sünnet’e muvafık amel işlerse, o da rahmete nâil olur.

Maksat,

Rahmete nâil edecek bir yaşayış, anlayış, davranış ve riâyet.

Daima;

Yapmak, yaşatmak, ihyâ etmek, inşâ etmek, imar etmek.

Tarihten beri o şehirleri yıkmak, o semtleri harap etmek, o insanları yok etmek için niceleri büyük mücadeleler verse de; yine maksat, daima yapıcı olmak, bina etmek.

Gerçek mânâda;

İnsana değer kazandıran yegâne şuur ve şahsiyet bu.

Hele bugün, en büyük meziyet ve maharet bu.

Çünkü;

Dünün tam tersi bir bugünün sancıları içinde dünya kıvranıyor. İnsanlık darmadağın. Suriye perişan. Mısır, Irak, Afganistan, Filistin ve daha nice memleketler kan ağlıyor. Her memleketin başında ayrı bir dert. Ayrı bir ıstırap. Ayrı bir çile.

Çünkü bugün;

İlmin şehrine aykırı bir cehâlet; sokakları, semtleri ve caddeleri esir etmek istiyor. Gönül şehirlerini günah ekseninde perişan etmek istiyor.

İsyanların, rezalet ve zulümlerin kıskacında toplumları boğmak istiyor.

Bütün zayıf coğrafyalarda;

Güzelliklere hücum eden kitleler türedi. Doğrulara saldıran yalanlar çoğaldı.

Gönül şehrini berbat eden sokaklar oluştu.

Ruhları karartan mekânlar kuruldu.

Yani;

Nice mabedlerin göğsüne nâ-mahrem eller uzandı.

Hâlbuki dün;

Hayırlı bir nesil için mahalle ve şehir, sıcak bir yuva gibiydi. Bir köşede başını okşayan bir dede vardı. Diğer bir köşede ona güzel sözler söyleyen teyzeler vardı. Az ileride ise her geçişte ona şeker veren bir amca.

Bugün;

Kimi yerler yazın bile soğuk bir çukur gibi. Bir köşede aklını çelen kirli bir surat. Diğer bir köşede ona kötü sözler öğreten çamurlu ağızlar. Az ileride ise her geçişte rûhuna leke sıçratan karanlık vicdanlar.

Dün;

Rastladıkça hâl-hatır soran, göremezse arayıp ilgilenen gönüller doluydu şehirler ve semtler.

Bugün;

Aynı apartmanda buz gibi selâmsız geçişenler, ilgiye bile tuhaf bakan soğuk yürekler.

Dün;

Cennet kapısına götüren eşikler vardı.

Bugün;

Cehennem eşiğine açılan boşluklar meydana geldi.

Dün;

Akıl hastalarına bile şifâ dağıtabilen bir ruh iklimi vardı.

Bugün;

Sağlam akılları bile beton yığınlarının soğukluğu içinde sıkıştıran ve yığınla psikolojik hasta üreten şuur sakatlıkları.

Dün;

Huzur âlemi…

Bugün ise;

Çirkinleşen dünya, nefsin çılgınlığı, vahşet ve muzdaripler âlemi…

Her şeyi saymaya gerek yok.

Yapılması gereken;

Huzur âlemi olan dünü; bugüne, bugünden de yarınlara aktarabilmek.

Nasıl?

Önce aldatıcı ve cilâlı cevapları çöpe dökmek.

Sonra da;

Yürüdüğümüz her yolda Hazret-i Peygamber’in verdiği, yukarıda temas ettiğimiz temel reçeteyi uygulamak. Yani;

◆Gözü haramlardan korumak,

◆Gelip geçene eziyet vermemek,

◆Verilen selâma mukabelede bulunmak,

◆İyiliği tavsiye etmek

◆Kötülükten sakındırmak

◆Güzel şeyler söylemek… (Buhârî, Mezâlim, 22; Müslim, Selâm, 2)

Tabiî ki;

Hep birlikte.

Âyet-i kerîmenin tâlimâtı çünkü bu:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (kitâbına, dînine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allâh’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yola eresiniz diye âyetlerini size böyle apaçık bildiriyor.” (Âl-i İmrân, 103)

Tarihten beri büyük şahsiyetler, daima bu vasıfta yaşayan müstesnâ kimseleri arayıp bulmanın derdiyle yaşamışlardır. Hazret-i Mevlânâ anlatır:

“Vaktiyle birisi vardı.

Gönlü aşkla, yanışla dolu idi. Gündüzleri eline bir fener alır, çarşıda pazarda gezer dolaşırdı.

Boşboğaz biri ona dedi ki:

«‒Böyle güpegündüz elinde bir fenerle her dükkânda ne arıyorsun? Mumla, fenerle gün ışığında ne arıyorsun? İnsanlarla alay mı ediyorsun?»

O ârif cevap verdi:

«‒Her tarafta ilâhî nefesle diri olan gerçek adamı, daha doğrusu gönlü ilâhî mârifetle dolu bir insan arıyorum! Böyle bir adam var mı?»

Bu sözü duyan birisi dedi ki:

«‒Ey hür bilgin! Görmüyor musun; bu çarşı, bu pazar adamlarla dolu?»

Elinde fener olan adam ona baktı:

«‒Ben, iki yol ağzı caddede, hiddetlendiği ve öfkelendiği zaman; hırsa, ve şehvete kapıldığı vakit kendine hâkim olan, nefsânî isteklerini yenen kişiyi arıyorum! Öfkelendiği zaman, şehvete kapıldığı vakit kendisini tutan, sabreden adam nerede? İşte ben; sokak sokak, mahalle mahalle böyle bir insan arıyorum!

Dünyada bu iki hâle (hiddete ve şehvete) karşı koyan, dayanan ve sabreden adamı bana gösteriniz; bugün ben, ona canımı fedâ ederim!»”

Ne mutlu o bulunmaz özellikleri bulunanlara!

Ne mutlu yüksek vasıflara sahip gönül şehri kurabilenlere!

Ne mutlu;

İlmin şehri olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i nümûne alarak iç âlemlerini imar edebilenlere!

Bu gayede;

Sâlihlerin meclisinde talebe olabilenlere ne mutlu!

İşte onlar;

Aldatmayan bir doğruluk sembolü.

Her hâli fazîlet timsali.

Gönül şehirleri, medeniyet nümûnesi.

Her türlü haramdan uzak.

Davranışları eziyet değil, en hayırlı meziyetlerle dolu.

Sadece iyilik ve hayır içinde.

Bütün kötülüklere set.

Daima istikamet üzere ve her zaman güzel sözlü.

Güzel özlü.

İşte onlar;

«Çanakkale Geçilmez!» yazdıran Âsım’ın nesli.

İşte onlar;

Bugünü dün gibi muhteşem inşâ edecek gerçek nesil…

Rabbimiz;

İslâm dünyasında yıkılan bütün şehirleri ve gönülleri, o neslin hususiyetleriyle ihyâ eylesin.

Hiçbir şekilde;

Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Âmîn…