NESİLLERİ KAYNAŞTIRAN ZİYARET

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Sütlü şekerleri ve poşetlenmiş buğdayları eline alıp kapının önüne asker gibi çakıldı:

–Dede! Ben hazırım!

–Tamam evlât! Geldim, geldim. Sen atla bakalım bizim emektara…

Selim, dedesinin yandan kasalı 60 model emektar Jawa marka motosikletine bindi. Hele o, yılların eskitemediği kask dillere destandı. Bir ağzı olsa da başından geçenleri anlatsa…

Her bayram olduğu gibi bu bayram da Selim ve ailesi, dedesinin yanına gelmişlerdi. Her arefe günü de mutlaka kabristana gidilir; vefat eden eş-dost ve akrabanın ardından duâlar okunur, kabirleri ziyaret edilirdi.

Yalnız bu seferki ziyaret farklı bir anlam taşıyordu. Çünkü Selim artık bir Kur’ân kursu talebesi idi. Yâsîn, Mülk ve Nebe’ sûrelerini ezberlemişti ve kabir ziyaretlerinde ezberden okuyacaktı. Dedesi de en az Selim kadar heyecanlı idi. Çünkü ilk defa ailesinden biri bu sûreleri ezbere okuyacaktı. Böylece garip anacığının ve babacığının kabirlerine bir nebze olsun ferahlık götürecekti.

Ali Dede’nin çocukluğu ve gençliği ülkenin en zor dönemlerine denk gelmişti. Memlekette hoca bulunamadığı için, bu yörenin çocukları Kur’ân eğitimi alamadan büyümüşlerdi. Dolayısıyla bu durum bir sonraki nesle de kısmen yansımıştı. Ali Dede, kendisi öğrenemediği için büyük bir hevesle göndermişti çocuklarını hocalara; ama zamanın şartları, yeterli imkânların ve şuurlu ilgilerin olmaması, bu nesli de lâyıkıyla bir Kur’ân kültüründen mahrum bırakmıştı. Nasip torunlara idi…

Selim ve dedesi emektar motorla, babası ve amcaları da araba ile gelmişlerdi mezarlığa.

Ali Dede, önce anne ve babasının mezarı başına vardı. Müeddep bir selâmdan sonra, torunu Selim’i yanına oturttu;

“–Haydi oğlum başla bakalım Kur’ân okumaya!” dedi.

Henüz 6. sınıfa giden Selim, o incecik sesi ile şırıl şırıl akan sular gibi başladı okumaya. Dedesi, babası ve amcaları pür edep dinliyorlardı. Etraftaki ziyaretçiler de bu halkaya katıldılar. Ali Dede’nin heyecanına diyecek yoktu. Eee ne de olsa okuyan onun torunu idi.

Selim, sûreleri bitirmişti. Dedesi duygulandı:

–Allah râzı olsun oğlum senden de seni yetiştiren hocalardan da. Şu günü gördüm ya oğlum, artık ölsem de gam yemem! Ardımdan iki satır Kur’ân okuyanım olacak inşâallah.

–Allah sizden râzı olsun dede.

–Gel bakalım delikanlı! Sana şu mezarlığı bir gezdireyim. Biz buranın bir hayli eskilerindeniz. Bir sürü akrabamız yatıyor buralarda. Bir yandan da getirdiğimiz şekerleri dağıt bakalım. Buğdayları da kuşlara serpelim.

Selim’in babası ve amcaları şaşkındı. Çünkü babalarının daha önce kendilerini bile böyle gezdirdiği vâki değildi.

Dedesi Ali Efendi, tek tek kabirleri tanıtıyordu torununa. Selim’in bir sorusu birden duraklattı herkesi:

–Dede peki bunlar kim?

–Hangisi oğlum?

–Bunlar dede?

Ali Dede mahcuptu:

–Oğlum onlar Arapça. Ben 37’de doğdum. Eski yazıyı hiç bilmem. O yüzden o kabirlerin kime ait olduğunu bilmiyorum.

Selim bu cevap üzerine babasına ve amcalarına baktı. Onlardan da bir cevap alamadı. Selim şöyle bir etrafına baktı. Yakın civarda kendilerinden başka kimse yoktu.

–Dede yalnız bu Arapça değil galiba. Osmanlıca sanki… Bu dönem; kurstaki hocalar, bize Osmanlıca dersi de vermeye başladılar. Hattâ Osmanlıca hocamız, bir üniversite hocası. Bizi çok seviyor. Bizi kısa sürede bazı gazete yazılarını, kitaplardan bazı metinleri okur hâle getirdi. Eğer yanlışım yoksa şu harf «Ç»… Arapçada bu harf yok. Ecdâdımız da bu harfi bu şekilde kullanmış. Şu aralıklı yazılan yerleri az çok okudum ama tam anlayamadım.

Herkes mahcup bir edayla Selim’in gösterdiği yere baktı. Selim, bir hayli dikkat kesilmişti:

–Dede, şurada galiba «Çanakkale…» gibi bir şey yazıyor; ama yazının karıştığı yerleri okuyamıyorum.

Selim babasına döndü:

–Baba telefonunu verir misin? Bu mezar taşının fotoğrafını çekip hocamıza göndereceğim çok merak ettim.

–Al bakalım, ben de merak ettim doğrusu.

Selim fotoğrafı çekti. Hocasını aradı ve durumu nakletti. Selim okumaya çalışıyordu:

–Dede bu kişi galiba Çanakkale gazisi… Bizim akrabalarımız arasında böyle biri var mıydı?

Aradan birkaç dakika geçmişti ki hocası telefonla aradı:

–Selâmün aleyküm Selim. Öncelikle teşekkür ederim, beni aradığın için. Bu kimse bir Çanakkale gazisi imiş. Savaştan sağ sâlim dönmesine rağmen genç yaşta vefat etmiş. Hattâ lakabı da; «Pehlivan Ali» imiş. Peki, sen okuyabildin mi azıcık da olsa?

–Hocam ben «Çanakkale gazisi» sözünü ve «oğlu» kelimelerini okumuştum.

–Hepsini okumanı beklemiyordum; emin ol bu kadarı fazlasıyla memnuniyet verici. Yardımcı olmamı istediğin başka bir şey var mı?

–Allah râzı olsun hocam. Çok teşekkür ederim. Allâh’a emânet olun.

–Senden de Allah râzı olsun. Sen de…

Selim hocasının söylediklerini aktardı. Dedesi gözyaşları içerisinde;

–Yâ evlât! İşte hâlimiz. Daha birbirimizden haberimiz yok… Bu Ali, bizim öz dayımızmış… Pehlivan Ali… Anlatırlardı, gözüpek bir yiğitmiş. Burada efe-eşkıyâ, dinlemezmiş. Elin gâvuru öldürememiş de gencecikken burada bir eşkıyâ kurşununa kurban gitmiş. Şehid olmayı çok arzu edermiş. “Silâh arkadaşlarım orada kaldı…” diye hayıflanırmış, yazık! Annem hâtıralarını anlatırdı. Genç yaşta vefat ettiği için ben kendisine yetişemedim. Ama evlât, Allah senden râzı olsun. Şuncacık yaşına rağmen, bu gerçeği öğrenmemize sen vesile oldun. İnan ben bu kabrin ona ait olduğunu bilmiyordum. Bizi tarihimizden koparacak öyle hamleler yapmışlar ki; gel gör işte öz dayımın kabrini bilmiyor, mezar taşını okuyamıyorum. Ben ki kaç yüz defa gelmişimdir buralara… Avucumun içi gibi bilirim buraları…

Selim biraz mahcup, biraz üzgün, biraz da tatlı bir heyecanla cevap verdi:

–Bak dede nasip bugüneymiş! Sen demez miydin her yemekte; «Oğlum nasipsiz dayak bile yenmez!» diye.

Selim’in babası şöyle sıkıca bir kafakola aldı Selim’i;

–Seni gidi yaramaz!

Amcaları ve dedesi gıpta ile baktılar bu güzel delikanlıya. «Mâşâallah!» dediler defalarca.

Araçlara doğru yürümeye başladıklarında büyük amca, Selim’i yanına aldı. Biraz geriden yürümeye başladılar:

–Delikanlı sana helâl olsun! İnan, biz babamıza şöyle bir an yaşatamadık. Amcaoğlun da bu sene okulu bitiriyor. Artık onun bir hocası da sensin. O da senin okuduğun yerde yetişir de bülbüller gibi Kur’ân okur inşâallah.