Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -37- NÛRUN ALÂ NÛR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

ZÂT ve SIFÂT İLE
EHL-İ BEYT OLMAK…

Ahmed Zerrûk Hazretleri, önceki kaidede, ehl-i beytin fazîleti üzerinde durmuştu. Diğer taraftan asıl fazîletin nesep ile değil, mâneviyat ile hâsıl olacağına dair de birçok hadîs-i şerif mevcut. Meselâ:

 

“Amelinin geri bıraktığı kişiyi, nesebi ilerletemez.” (Ebû Dâvûd, İlim, l)

 

Yine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; neseben ehl-i beytten olmayan Selmân -radıyallâhu anh-’a, mânen «ehl-i beyt» hükmü vermiş. Bu hüküm, aslen ehl-i beytten olanlarla eşit bir mânâ taşır mı? 

 

Bu maddede Müellifimiz, bu suallere cevap verecek:

 

Elli Üçüncü Kaide:

 

“Bir hükmün zâta, bir şeyin özüne verilmesi; o hükmün ârizî sıfatlarla verilmesi gibi değildir.”

 

Yani aslen, hakikaten ehl-i beyt olmak zâtîdir. Mânen ehl-i beyt olmak sıfatlarladır, ârizîdir. 

 

Yine cihâd ederken küffâr tarafından katledilen hakikî şehiddir. Şehîd olmaya niyet edip yatağında ölen yahut deprem, yangın vb. âfetlerde veya tâunda ölen hükmen şehiddir. 

 

Dünyevî hayatta da «coğrâfî patent» dedikleri bir şey vardır. Bursa kebabı, Maraş dondurması, Antep baklavası, Türkiye’nin hattâ dünyanın her yerinde yapılır, ikram edilir. Fakat onun orijinali, coğrâfî olarak nereye ait ise, oranındır. Diğerleri ârizîdir. O aslî… 

 

Başka bir yerde yapılan kebap, o sıfatları taşıdığı için ve ancak o nisbette o beldenin adıyla adlandırılabilir.

 

Binâenaleyh hükmün zâttaki mevcudiyeti ile onun ârizî sıfatlarla bir kimseye verilmesi aynı şey değildir. 

 

Meselâ;

 

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

 

«–Selmân ehl-i beyttendir!» buyurması, onun dînî nesebin şartlarını taşıması sebebiyledir. Öyle ki onun hakkında şöyle de buyurmuştur:

 

«Eğer îman, Süreyyâ / Ülker takımyıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi. (O kadar gayretlidirler.)»1 

 

Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz bu iltifâtı Hendek Harbi hazırlıkları esnasında söylemiştir. Hazret-i Selmân; Hendek kazılırken muazzam bir gayret gösterince, ensar ve muhâcirlerden bir kısmı aralarında;

 

“–Selmân bizdendir!” çekişmesine girmişlerdi. Çünkü her takım, onunla çalışmak istemekteydi.2 Yorgunluk ve güçlükler sonrasında bu çekişme neredeyse kavgaya dönüşmek üzereyken, Rasûlullah Efendimiz gelerek;

 

“Selmân bizdendir, ehl-i beyttendir.” diyerek, ensarla muhâcirler arasındaki münakaşaya son vermişti.3

 

Hazret-i Selmân biliyoruz ki Fârisî kökenlidir. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Arabî, Kureyşî, Adnânî’dir. Binâenaleyh Efendimiz -aleyhisselâm- ile Selmân arasında, neseben bir birliktelik yoktur. 

 

Burada Müellifimiz, «dînî nesep» diye bir tabir kullandı. İbn-i Arabî Hazretleri ve diğer birçok meşâyıh, yakınlığı ikiye ayırırlar:

 

Tînî nesep, kan bağı, bel evlâdı. 

 

Dînî nesep, din bağı, yol evlâdı.

 

«Tîn» çamur mânâsında yani yaratılış mayası, kan, cisim bağıyla canından bir parça olmak. Sâlih zâtlar, kan bağıyla yetişen evlâtlarını elbette daha yakın olduklarından güzelce yetiştirirler. Fakat kan bağından gelmediği hâlde, o sıfatlara sahip olanlara da bu iltifatlar ve pâyeler verilir. 

 

«Eğer îman, Süreyyâ / Ülker takımyıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi. (O kadar gayretlidirler.)»

 

Bu iltifat sadece Hazret-i Selmân için değildir. İmâm-ı Âzam gibi zâtları da muhtevâsına alır. 

 

Böyle zâtların varlığı; insanın damarındaki ırkçılık, kavmiyetçilik ve asabiyet düşüncelerini de törpüler. Neseben yani zâtî yakınlığa sahip kişileri de sahip oldukları bağın gereğince davranmaya sevk eder. 

 

“Nitekim Efendimiz -aleyhisselâm-’ın;

 

«Akrabalar / yakınlar, iyilik etmek hususunda (diğer insanlardan) daha evlâdır / (önceliklidir.)» sözünün de «(kişiye değil) Allâh’a (yakınlar)» mânâsında olduğu söylenmiştir.”

 

Müellifin zikrettiği söz, seneden tespit edilememiştir. Fakat mânâsı cihetiyle; sadakaya, tebliğe ve her türlü iyiliğe yakınlardan, akrabalardan başlamak gerektiğine dair başkaca âyet ve hadisler vardır. 

 

Açıktan tebliğin;

 

(Önce) en yakın akrabanı uyar!” (eş-Şuarâ, 214) âyetiyle başladığını ve Peygamberimiz’in yakın akrabalarına yemek vererek onları İslâm’a davet ettiğini biliyoruz. 

 

Kezâ;

 

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ın hanımı Zeyneb -radıyallâhu anhâ- sanatkâr bir hanım idi. Elinin emeği ile yapıp kazandığı paradan, ailesine ve kardeşinin yetimlerine sadaka verirdi. 

 

Bu hanım ve aynı durumdaki bir başka hanım sahâbî; Peygamberimiz’e, yakınlara verilen sadakaların kabul olup olmayacağını, yoksa akraba olmayan kişilere mi verilmesi gerektiğini sordurdular. 

 

Rasûlullah Efendimiz;

 

“–Onlar -böyle yapmakla- iki sevap birden kazanırlar: 

 

Biri, yakınlarını himâye sevâbı, 

 

Diğeri de sadaka sevâbı.” buyurdu.4 

 

Müellifimiz, bu hakikî mânânın yanında îşârî bir tefsir ve mecâzî bir şerh ile bu yakınlığın akrabalık değil de Cenâb-ı Hakk’a yakınlık olarak da anlaşılabileceğini ifade ediyor ve delil olarak da sözüne şöyle devam ediyor:

 

“Çünkü (hadîs-i şerifte buyurulmuştur):

 

«Dinleri farklı iki kişi birbirine vâris olamaz.»5 

 

Demek ki; 

 

İtibar edilecek olan, dînî neseptir. Her türlü mülâhazadan mücerret (soyutlanmış) olarak aslî ve fer‘î olarak durum böyledir.” 

İslâm mîras sistemi olan ferâizde, müslüman bir babanın mîrâsı, gayr-i müslim olan çocuğuna kalmaz. Hâlbuki âyette, evlâtların payı bildiriliyor. Fakat din farkı, mîrâsa engel oluyor. Maddî mîrasta böyle ise, mânevî mîrasta da evleviyetle böyledir. 

 

“Eğer bu din nesebinin, dînî yakınlığın yanına tînî (topraktan gelen / kan bağından gelen) akrabalık da katılırsa, dînî bağı destekler, güçlendirir. Böyle birinin makamına da kimse erişemez!”

 

Hem din cihetiyle Peygamber Efendimiz’e en yakın, hem de nesep cihetiyle en yakın olan bir kişinin kâ‘bına varılmaz, topuğuna erişilmez. Nûrun alâ nûr, yani nûr üstüne nûr olur…

 

Ama din bağı yoksa sadece kan bağı bir şey ifade etmez. 

 

Nitekim Nuh -aleyhisselâm-’ın
oğullarından biri, gemiye binmeyip babasına isyan etti. Hazret-i Nuh, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:

 

“–Yâ Rabbî ne olur onu kurtar! Sen benim ehlimi bana bağışlayacağını söylemiştin. Sen’in va‘din haktır.” 

Cenâb-ı Hak bu talebini şöyle reddetti:

 

“–O senin ehlinden, ailenden değil! Çünkü onun yaptığı sâlih olmayan bir davranıştır.”6

 

ABDÜLKĀDİR GEYLÂNÎ -RAHMETULLÂHİ ALEYH-

 

“İşte bu kriterle Ebû Muhammed Abdülkādir (Geylânî) -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözü çözüme kavuşturulur: 

 

«Benim şu ayağım (kendi zamanındaki) bütün velîlerin ensesinin üstündedir!» 

 

Çünkü o hem âlî bir nesebi, hem de kendi zamanının ehlinde başka hiç kimsede olmayan ilim ve ibâdet şerefini kendisinde cem etmişti.”

 

Evvelâ Geylânî Hazretleri’nin bu sözü söyleyip söylemediği, söylediği sâbit ise sekr hâlinde mi sahv hâlinde mi söylediği hususları ihtilâflıdır. 

 

Eğer söylemişse bunu nasıl anlamak lâzım gelir? 

 

Birincisi Şeyh Zerrûk Hazretleri, «bütün velîlerin» ifadesine «kendi zamanındaki» sıfatını ekleyerek, en azından bu sözü kendi devrine daraltıyor. Çünkü kendisinden önce ve sonra daha üstün vasıflara sahip velîler gelmiştir. Zira hiçbir velî, enbiyâ ve sahâbenin derecesine yükselemez. 

 

Sâlih insanlar için elbette tevâzu esastır. Ancak bazı şartlar meydana gelir ki, orada tahdîs-i nimet kabîlinden, kişinin kendi hakikî vasıflarını sayması îcâb eder. Peygamberimiz de böyle durumlarda; «Övünmek için söylemiyorum.» kaydıyla fazîletlerini ifade buyurmuştu.7 

 

Bazen talebe tutar liyâkatsiz bir hocaya yahut kendisi için yetersiz bir mektebe gitmek ister. Hoca bakar ki, çocuk ziyan olacak orada -kibir ve ucubdan Allâh’a sığınarak-; 

 

“–Evlâdım! Ben o ilmin kitabını yazdım! Bizim medresemiz, o mektepten beş gömlek üstündür.” demek mecburiyetinde kalır. 

 

Yani bu nevi sözler durduk yerde söylenmiş değildir. 

 

Cenâb-ı Hakk’ın tâlimâtı şöyledir:

 

«وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ»

 

“Rabbinin Sana lutfettiği nimetleri anlat!” (ed-Duhâ, 11)

 

Tahdîs-i nîmet bâbında, Allâh’ın bir lutfunu beyan etme açısından buna müsaade edilmiş. Geylânî Hazretleri de muhtemelen böyle bir durumda bu sözü söylemiş olmalıdır. Meselâ biri kendini sahte bir şeyhin kucağına atmak üzere iken; 

 

“–Evlâdım! Bu dönemde benden büyük velî bulamazsın! Bütün velîlerin üzerindedir benim ayağım!” demek mecburiyetinde kalmıştır.

 

Zerrûk Hazretleri, Geylânî Hazretleri’nin devrindeki meşâyıha üstünlüğüne iki misal veriyor. Biri takvâsına, diğeri ilmî zekâ ve firâsetine birer nümûne:

 

“Onun hakkında rivâyet edilen şu hususu görmez misin:

 

Bir tek gecede yetmiş kere ihtilâm olmuş ve her biri için gusül almış.”

 

Bu rivâyete;

 

“–Olur mu böyle bir şey? Bir insan bir gecede yetmiş kere ihtilâm olabilir mi? Olduysa da yetmiş kere yıkanabilir mi?” diye şüphe ile yaklaşmamak lâzımdır. 

 

Her dönemin kendine ait şartları vardır. Seyr u sülûkta da farklı psikolojik eşikler olur. Bugün çeşitli rahatsızlıklarda da benzeri durumları, sorulan fetvâlardan işitebiliyoruz. Bana da;

 

“–Ben bir günde defalarca ihtilâm oluyorum!” diye sorulmuştu. Bazen ilâçların yan tesirleri yahut başka âlemden varlıkların tasallutu olabiliyor.

 

Burada Abdülkādir Geylânî Hazretleri’nin fazîleti, bu durumda her defasında cünüp durmamak için hemen yıkanmasıdır. Hâlbuki ihtilâm olan insanın derhâl yıkanması farz değil. Hadesten tahâreti gerektiren bir ibâdet söz konusu oluncaya kadar erteleyebilir. 

 

Ruhsat: Meselâ geceleyin sabah namazına kadar bekleyip öyle yıkanabilir. 

 

Azîmet ise, cünüp durmayıp bir an önce gusül almaktır. Hak dostları, ruhsatlardan ziyade azîmetlerle amel ederler.

 

Belli ki, burada husûsî bir durum var. Bir hastalık var. Her defa gusül almak meşakkatli. Hele de bundan bin sene önce, yıkanmak kolay bir şey değil! Şimdi musluğu çeviriyorsun, sıcak su akıyor. O gün öyle değil. 

 

Hanefî fıkhında mühim bir isim olan Şemsü’l-Eimme İmam Serahsî’nin menkıbeleri arasında da zikredilir. Mebsut gibi muazzam bir eserin müellifi olan bu âlim, bugünkü Kırgızistan’ın Uş şehri civarında soğuk bir memlekette yaşadı. Kış mevsiminde bir gece midesini üşütmüş. Abdesti bozuluyor, gidiyor abdest alıp geliyor. Döndüğünde hokkasındaki mürekkep donmuş oluyor. Onu nefesiyle üfleyerek ısıtıp açıyor, bir miktar yazıyor, sonra tekrar sancısı tutuyor, bu şekilde bir gecede on yedi defa abdest aldığı, rivayet edilir. 

 

Sâlih insanlara, bu meşakkat ağır gelmiyor. Çünkü abdest almak, onlar için mânevî bir lezzet.

 

Bugün ise, mushafa abdestsiz dokunmaya fetvâ arayan üşengeç tipler türedi!.. 

 

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın abdesti bozulduğunda, su ile abdest alıncaya kadar teyemmüm yaptığına dair rivâyetler var. Aynı fazîlet Sultan Abdülhamîd-i Sânî için de rivâyet edilir. Yatağının kenarında bir kiremit bulunduğunu, uyanınca suyun yanına gidene kadar abdestsiz olmamak için teyemmüm aldığını zevcesi anlatıyor.8 

 

Geylânî Hazretleri’nin fıkıh zekâsına ise şu hâdiseyi aktarıyor Müellifimiz:

 

“«Allâh’a, kendisine hiç kimsenin ortak olmayacağı bir ibâdet edeceğim!» diye yemin eden bir kişiye şu fetvâyı vermişti:

 

«Metâfı, tavaf alanını boşaltıp, herkesi durdurup o kişi tek başına tavaf ettirilirse, bu yeminini yerine getirmiş olur.»

 

Allah en iyi bilendir.”

 

Tabakāt-ı Hanâbile’de oğlundan nakille bu hâdise şöyle tafsil edilmiş:

 

Bağdat’a şöyle bir sual gelmiş ve kimse doyurucu bir cevap verememiş: 

 

Bir kişi, üç talâk ile yemin ederek; “Bir vakit içinde hiçbir insanın katılamayacağı, tek başına olacağım bir şekilde Allâh’a ibâdet edeceğim!” demiş. 

 

«Namaz kılayım» dese, dünyanın bin bir tarafında namaz kılanlar var. Hiçbir anda tek başına olamaz. 

 

«Oruç tutayım» dese, «sadaka vereyim» dese, «kurban keseyim» dese her birinde bir başkasının aynı zamanda o ibâdeti yapıyor olması, kuvvetle muhtemel… 

 

Geylânî Hazretleri’ne bu sual gelince hiç düşünmeden derhâl yukarıdaki cevabı vermiş. 

 

Çünkü tavaf sadece Kâbe etrafında yapılabilir. Orası da bu zâtın evliliğini kurtarmak için boşaltılırsa, yemin yerine gelmiş olur. 

 

Bu cevabı derhâl bulması gösteriyor ki ilim ve zekâ cihetiyle de zamanının en üst seviyesinde bir zât. Zaten kendisi Hanbelî fakîhi.

 

Hem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunu hem ilim ve ibâdette, irfan ve fazîlette bu üstünlüklere sahip, onun makamına hiçbirinin ulaşması mümkün değil!

 

Maddenin hulâsası;

 

Sâdât-ı kirâmın, seyyidlerin ve şeriflerin mertebesi son derecede yüksektir. 

Mânen ehl-i beytten olmak, ancak mânevî sıfatları taşımakla olur. Bu ise dînî nesep ile mümkündür.

 

Mânevî vasıfları taşımayıp sadece cismen nesep bağına sahip olmanın faydası yoktur.

 

Her ikisini cem etmek ise zirvedir.

 

Cenâb-ı Hak; başta Peygamber Efendimiz’in ve O’nun şerefli nesebinden gelen, şerefli vârislerinin, sâdât-ı kirâm hazerâtının, ehl-i beytin ve cümle Hak dostlarının hâllerinden hisse alabilmemizi cümlemize nasip ve müyesser eylesin. 

 

Âmîn… 

 

_________________________

Buhârî, Tefsîr, 62; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 59.

Muhammed Hamîdullah, Hazret-i Peygamber’in Savaşları, s. 70.

İbn-i Hişâm, III, 241; Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğâzî, II, 446-447; Ahmed, II, 446-447; Hâkim, Müstedrek, III, 598; Taberânî, Kebîr, VI, 213. 

Buhârî, Zekât, 48; Müslim, Zekât, 45.

Tirmizî, Ferâiz, 16; Dârimî, Ferâiz, 29; İbn-i Mâce, Ferâiz, 6.

Bkz. Hûd, 41-47.

Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, I, 282.

Prof. Dr. Ekrem Buğra EKİNCİ, Sultan Abdülhamid’in Son Zevcesi Behice Sultan’la Altı Ay.