RAMAZAN’DA EMR-İ Bİ’L-MÂRUF

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Ramazân-ı şerif; bütün ehl-i îmânın oruçla, ibâdetle, hayır-hasenatla geçirdikleri, mâneviyâta yoğunlaştıkları bir ay… Şeytanların bağlandığı, rahmet kapılarının açıldığı, fakirle, yoksulla hemhâl olunan bir ay. 

 

Tarihimizde de Ramazân-ı şerîfin mükemmel bir şekilde edâ edildiği bildiriliyor. İmparatorluk zamanında müslümanların yaşadığı her yerde gayr-i müslim zimmîler de yaşardı. Onlar da bu mübârek ayda, müslümanlara hürmeten açıkta bir şey yemezlerdi. 

 

Bugün ise maalesef kendisini müslüman olarak tanıtan, vefat ettiklerinde cenazeleri camiden kaldırılıp müslüman mezarlığına defnedilen birtakım insanlarımız, Ramazân’a hürmet etmiyor. Açıktan oruç yiyor. Sokaklarda sigara içiyor.

 

Ne garip bir tezat! 

 

Geçmişte gayr-i müslim hürmet etmiş. 

 

Bugün gafil müslüman hürmet etmiyor. 

 

Önce oruç tutmama sebepleri üzerinde duralım:

 

GAFLET ve CEHÂLET

Ülkemizde dînî eğitimden nasip alamamış nice insanımız var. Câhilâne ve gafilâne anlayışlar çok. 

 

Ramazan evvelâ oruç mevsimidir. 

 

Müslüman olup da Ramazân-ı şerif ayında, özürsüz olarak geçerli bir mazereti olmaksızın oruç tutmamak mümkün değildir!

 

Müslüman olduğu hâlde oruç tutmayan bir kişi, özür sahibi olabilir. Âyet-i kerîmede hasta ve seferî olanların, daha sonra tutmak üzere erteleyebilecekleri bildirilmiştir. İki-üç saatte bir yemek yemesi, sıvı alması, ilâç kullanması gereken kimseler vardır. Hâmileler vardır. Bebeğini emziren anneler vardır.

 

Burada hastalığın, oruç tutmaya gerçekten mâni olan bir hastalık olması gerekir. Bu hususta, orucun ne olduğunu da bilen, hâzık bir hekimin görüşü alınmalıdır. Eften püften bahanelerle orucu tutmamak doğru değildir. 

 

İyileşmesi umulmayan hastalar ise, fidye verirler. 

 

Bir defasında kulağıma öyle bir şey geldi ki, âdeta yıkıldım! 

 

Müslüman bir hanımefendi, evine misafirleri iftara davet ettiği gün oruç tutmuyormuş. 

 

“–Konu komşuyu iftara davet ediyoruz! Ocağın başında yemek pişirmek zor, dolayısıyla ben o gün oruç tutmuyorum!” diyormuş. 

 

Ne büyük cehâlet!..

 

Böyle bir iftarın mânâsı olur mu? Allâh’a isyan ederek, Allâh’ın emrini hiçe sayarak iftar mı verilir? 

 

Ramazan ayında aslî vazifemiz oruç tutmak! Bu orucun yanında iftar verebiliyor isen, bu orucun yanında iyilik hayır-hasenat yapabiliyorsan onun bir anlamı var. Yoksa ben oruç tutmayayım ama insanlara iftar yemeği hazırlayayım! Böyle bir mantık yok! 

 

Maalesef böyle hâdiselerin zaman zaman, yer yer yaşandığını görüyoruz: 

 

Büyük iftarlar veriliyor; çorbalar, kazanlar kaynıyor ama aşçılarımız oruç tutmuyor. Neymiş efendim; binlerce kişiye oruçlu yemek hazırlamak mümkün değilmiş! 

 

–Hazırlama efendim! Çorba içeceklerine bir dilim ekmekle iftarlarını yapsınlar, bir hurmayla iftarlarını yapsınlar.

 

O aşçılarımız; Ramazan orucunun ne olduğu bilseler, böyle bir şeyin câiz olmadığını bilseler, tutarlar. 

 

Böyle garip garip fetvâlar talep ediliyor: 

 

Üniversiteye hazırlanıyor, oruç tutmasın. 

 

Maçı var, oruç tutmasın. 

 

Demek ki;

 

Mü’min kardeşlerimize Ramazan orucunun ehemmiyetini anlatmamız lâzım. 

 

Oruç sadece bizlere farz değil! Etrafımızdakilere, çevremize, bütün müslümanlara bu oruç farz! 

 

Efendim ben kendi keyfim için, kendi iftarım mükemmel olsun diye evimdeki hizmetli insanların oruç tutmamasına ses çıkarmıyor isem, bu aynı zamanda benim vebâlim olur! 

 

Eğer o insanlar hakikaten yoruluyor, hem pişirmek hem hazırlamak hem oruç tutmak çok ağır geliyorsa; o zaman efendim Ramazan ayında senin ibâdetinin bir parçası da şu olsun: İftarları hafiflet, sen de o hizmetli insanlarla mutfağa gir, sen de iki tane zeytin, üç tane peynir dilimini tabağa koymak için seferber ol! Daha fazla kişi istihdam et. Mesailerini buna göre değiştir. Meselâ sabah saatlerinde daha fazla dinlendir! 

 

Dolayısıyla;

 

Ey müslümanlar! Orucu beraber tutalım! İftarı beraber yapmanın, Ramazân’ı beraber yaşamanın, ibâdet aşkına ve şevkine ermenin, Ramazân’ın rûhuna kavuşmanın anlamını hep beraber idrâk edelim!

 

Yoksa bir kişi oruç tutacak diye bütün millet seferber olsun, oruç tutmasın! Veya bir yerde iftar çadırı kuracağız diye onlarca insan oruçsuz kalsın! Bunun bir mânâsı yok!

 

–Sen niye oruç tutmuyorsun!

 

–Efendim işte ben oruç tutanlara yardım ediyorum, hizmet ediyorum, e bu da bir ibâdet, oruç tuttuğum zaman bunu yapamayacağım!

 

–Hayır! Senin öncelikle vazifen Ramazan ayının ibâdeti olan orucu tutmak! Bu oruçla beraber hizmetleri yapabiliyorsan yap, yapamıyorsan o zaman bırak! 

 

Burada bu noktayı hatırlatmak istiyorum: 

 

Etrafımızdaki herkesin; çoluğumuz çocuğumuzdan başlayarak çalıştırdığımız fertlere kadar, herkesin Ramazân-ı şerifle münasebetlerini sormamız ve inşâ etmemiz gerek. İş düzenini ona göre ayarlamamız, gerekiyorsa işleri hafifletmemiz, Ramazân’ın temposuna uygun hâle getirmemiz; Ramazân-ı şerif ibâdetinin bir parçası olarak değerlendirilmeli.

 

İNANÇ PROBLEMİ

Gaflet ve cehâlet ihtimalini elediğimiz zaman, geriye daha korkunç bir ihtimal kalıyor: Bu oruç tutmayanlar, alenen oruç yiyenler, acaba îmanlarını mı kaybettiler? 

 

Eğer öyleyse, bizim onlara önce îman telkin etmemiz gerekiyor. 

 

Çünkü müslüman olmayanın oruç tutmasının bir anlamı yok. Çünkü oruç müslümana farzdır. Müslüman olmayan bir kimsenin oruç tutması ona bir şey kazandırmaz! Öncelikli olarak îman şartı aranır! 

 

Îmânı tebliğ etmemiz, insanlara Müslümanlığı sevdirmemiz hepimizin vazifesidir. 

 

Ramazan’da açık bir şekilde, müslüman olduğunu söylediği hâlde oruç tutmayan ve tutmadığını ilân eden, gösteren bir kimseye, öncelikle yapılması gereken şey onu İslâm’a davet etmektir. Müslümanlığa çağırmaktır. Yoksa bu, sıradan herhangi bir müslümanın işlediği günah olarak tasnif edilebilecek bir husus değildir!

 

«EMR-İ Bİ’L-MÂRUF ve NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER»

Bütün iyilikleri emretmek, bütün kötülükleri yasaklamak. 

 

Dolayısıyla;

 

İyiliklerin, hayrın başında da Müslümanlık gelir! Her bir müslüman, İslâm’ı bütün dünyaya yaymakla mükelleftir. 

 

Bu yönüyle müslüman, zaman zaman kendi muhasebesini yapmalı! 

 

Ben bir müslüman olarak, ne ifade ediyorum?

 

Kendime ne ifade ediyorum?

 

Aileme ne ifade ediyorum?

 

Yaşadığım apartmana ne ifade ediyorum?

 

Bir müslüman olarak, yaşadığım sokağa ne katıyorum?

 

Yaşadığım şehre ne katıyorum?

 

Yaşadığım dünyaya ne değer katıyorum?

 

Bunun hesabını, kitabını yapmalı. 

 

Bir müslüman olarak, Ramazân-ı şerif ayında Ramazân-ı şerîfe ne katkı sağlıyorum?

 

Çünkü; 

 

«Emr-i bi’l-mâruf» öncelikle kişinin emredeceği iyiliği kendi bünyesinde canlandırması, müşahhas hâle getirmesiyle başlar.

 

Yani;

 

İyiliğin, hayrın canlı tanığı olmak gerekir! 

 

YUMUŞAK ÜSLÛP

Gerek cehâletten, gerekse inançsızlıktan dolayı oruçtan uzak kalanlara karşı, yumuşak bir üslûbun kullanılması îcâb ediyor.

 

Niye?

 

Çünkü; tebliğin, emr-i bi’l-mârûfun temel hedefi üzüm yemektir! Bağcıyı dövmek değildir! Yani maksat; iyiliği yaymak, kötülüğü engellemektir! Eğer üslûbumuzda bir problem olursa; o zaman biz iyiliği yayma, kötülüğü engelleme vazifesini yaptığımızı zannederiz. Ama aksi bir netice ortaya çıkar. Kötülüğü yaymış, iyiliği engellemiş oluruz. 

 

Meselâ Ramazan’da gafletinden veya cehâletinden dolayı sigara içen bir kimseye karşı kullanacağımız üslûp; onu daha fazla uzaklaştıracak, dinden-îmandan çıkarabilecek bir üslûp olmamalı!

 

Öyleyse; tebliğ herkesin vazifesi olmakla beraber, bazı noktaları mütehassıs / uzman kişilerin işidir. 

 

Meselâ eğitimini alan herkes, basit ilkyardım yapabilir. Ama açık kalp ameliyatını, ancak bunun eğitimini alan ve pratiğini yapan cerrahlar gerçekleştirebilir. 

 

Tebliğ de böyledir. Uzman olmayan bir kişi; «Tebliğ yapacağım.» derken -Allah muhafaza etsin- çok daha vahim yaralar açabilir!

 

Tabiî; «Eğitimim yok.» deyip sıyrılmamız da mümkün değil. Bu eğitimi almak, farz-ı kifâye. Herkes elinden geldiğince, bu eğitimde kendi seviyesini yükseltmeye çalışmalı. 

 

Ramazan günü sigara içen birini göründüğünüzde kullanabileceğiniz yumuşak üslûba bir misal verelim:

 

–Kardeşim elbette bir mazeretiniz vardır ondan dolayı oruç tutmuyorsunuzdur ama sigarayı da alenî içmezseniz, insanlar sizinle ilgili yanlış bir hüküm vermezler. Yoksa insanlar yanlış anlarlar. Bakın Ramazan mübârek ay; «Ramazân-ı şerîfi hiç itibara almamış, dikkate almamış.» diye düşünürler Allah muhafaza etsin! Eğer içecekseniz bari gizli bir yerde içseniz, kendinizi saklayarak içseniz! Onların da durduk yere günaha girmelerine sebebiyet vermemiş olursunuz! 

 

Buradaki altın kural; «EMR-İ Bİ’L-MÂRUF ve NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER» ile ilgili eğer sözünüzün tesir edeceğine inanıyorsanız, söylediğiniz iyiliğin siz söyledikten sonra yerine getirileceğine, yasaklayacağınız engel olacağınız kötülüğün sizin müdahalenizle ortadan kalkacağına dair inancınız varsa bu vazifeyi yapmak sizin üzerinize farz hâle gelir!

 

Yani biliyorsunuz ki karşınızdaki bir yanlış yapıyor; «–Yapma!» dediğimizde yapmayacak, ona; «–Yapma!» deme mecburiyetiniz var! Bu sizin üzerinize farz hâle gelir! 

 

Burada yersiz endişelere kapılmaya da gerek yok:

 

«–Ya ben ona yapma dersem acaba şöyle mi olur, böyle mi olur, şöyle mi anlar, böyle mi anlar?» 

 

Hayır! 

 

Nasıl anlarsa anlasın, eğer sizin sözünüz ona tesir ediyor ise; onun iyiliği yapmasına, kötülükten kaçmasına aracı olacak iseniz, bunu yerine getirmeniz lâzım! 

 

Şayet mütereddit iseniz yani «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker» vazifesini yerinize getirdiğinizde, karşınızdaki kişi tarafından bunun dikkate alınıp alınmayacağı hususunda endişeniz varsa veya; 

 

«–Söylesem de fark etmez ama daha da beter olmaz, en azından ben üzerimden bu yükümlülüğü atmış olurum!» diye düşünüyor iseniz, o zaman üslûbu ile tatlı bir şekilde; «İyiliği emretmeniz, kötülükten sakındırmanız» gerekmektedir. 

 

Lâkin;

 

Eğer söylediğiniz söz ters bir tepkiye sebebiyet verecekse; yani -Allah muhafaza etsin- adam bir günah işliyordu, sizin onu uyarmanız üzerine on günah işlemeye başlayacak ise; o zaman orada sükût etmeniz, onun için duâ etmeniz, kalben o günaha, o yanlış olan işe buğzetmeniz câiz olur, hattâ gerekir. 

 

Buğzetmek, nefret etmek demektir. Yanlış olan işe, günaha kin ve nefret besleyeceğiz. Yoksa o günaha bulaşmış olan, o çamura düşmüş olan kardeşimize, insanımıza nefret duymayacağız; üzüleceğiz, merhamet edeceğiz! 

 

Binâenaleyh burada bu ayrımı çok iyi yapmamız gerekiyor! Eğer günaha olan nefretimiz, günaha olan tepkimiz, günahkâra taşarsa o zaman hadîs-i şerifte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bizleri yasakladığı tehlike ile karşı karşıya kalmışız demektir! 

 

Efendimiz buyuruyor ki:

 

“–Kardeşinize karşı, şeytana yardım etmeyin!” (Buhârî, Hudûd, 5; Ahmed, I, 438)

 

Peygamberimiz; bu sözü, bir içki müptelâsına lânet eden ashâbına karşı söyledi. 

 

Yani şeytan; adamı ele geçirmiş, onu tuzağına düşürmüş, bataklığa batırmış. Eğer biz o kişiye nefret ve kin duyguları ile yaklaşırsak, onu daha fazla şeytanın kucağına itmiş oluruz!

 

Aksine olabildiğince şefkat ve merhamet duyguları içerisinde yaklaşmamız lâzım! 

 

Meselâ;

 

Bir kuş petrol atıkları içerisine düşmüş, ayakları balçığa saplanmış, oradan kurtulmaya çalışıyor! Bu kuşu nasıl kurtarırsınız?

 

Olabildiğince merhametle yaklaşırsınız, ayaklarını teker teker pamukla temizlersiniz.

 

Şimdi siz o manzaraya karşı bir tepki verirsiniz. Ama o masum zavallı hayvancağıza karşı tepkinizi yöneltmezsiniz! Günaha bulanmış olan, batmış olan bir insan da böyledir. Ona nefret değil, -elbette düştüğü bataklığa, günaha karşı nefretimiz olacak- fakat o günahkâra olabildiğince merhametli ve şefkatli olacağız! 

 

Şefkat ve merhametin dışında, toparlayıcı başka bir unsur yok!

 

Kur’ân-ı Kerim ne buyuruyor:

 

“Allâh’ın Sana verdiği merhamet sayesinde, Sen yumuşak oldun ve onların gönüllerini kazandın! Eğer kaba saba, katı kalpli biri olsaydın etrafında kimse kalmazdı, dağılır giderlerdi!..” (Âl-i İmrân, 159)

 

Dolayısıyla;

 

Tebliğin dilinde merhamet var, şefkat var. Tebliğin dilinde kurtarıcı hassâsiyeti var. En ufak bir yanlışta, kurtarmaya çalıştığın insan da boğulur sen de onunla beraber boğulursun! Allah muhafaza etsin!

 

Bu söylediklerimiz; meselenin dindar, mütedeyyin kesime bakan tarafı. Böyle olmayanlara da şu hakikati söylemek boynumuzun borcu:

 

SAYGI BOYUTU

İnancını yaşamasa da, mü’min olmasa da, aynı ülkede yaşadığımız insanlardan Ramazân-ı şerifte, oruç tutanlara bir saygı beklemek hakkımız değil midir?

 

Hele her vakitte çirkin ve rahatsız edici olan başlı başına kötü bir alışkanlık olan sigarayı Ramazan’da herkesin bırakması ne güzel olur! 

 

Bir kanun ile toplu alanlarda sigara içilmesi yasaklandı ne kadar iyi oldu! Aynı şekilde insanların mecburen bir arada bulundukları mekânlarda da bu sigara yasağının titizlikle uygulanması lâzım! 

 

Toplumun büyük bir çoğunluğunun oruçlu olduğu günlerde; kaygısızca ve saygısızca etrafa duman savurmak, özgürlük değil, küstahlıktır. 

 

Edepsizlik, inanç hürriyeti değildir. İnsanları rahatsız etmek bir hak değildir. 

 

İnanca saygı kültürünün yaygınlaştırılması lâzım. Okullarda verilecek eğitimle, kamu spotlarıyla bu saygının öğretilmesi lâzım.

 

Tabiî bunun için de müslümanların, yukarıda zikrettiğimiz üzere; topluma değer katan, saygı duyulan, hürmet edilen fertler olması lâzım. Yani toplumun Ramazân’a gösterdiği saygı, bizim karnemizdir. 

 

Cenâb-ı Hak; Müslümanlık karnemizin, tebliğ notlarımızın derecelerini yükseltsin. Bu milleti; yine tarihteki gibi, hattâ daha ileri şekilde, İslâm’ın hizmetkârı eylesin. Âmîn…