Gönüllerin Yönelimi KIBLE MESELESİ -3-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-, kullarının istikametlerini çok açık bir şekilde göstermiştir. Bu çerçevede diyebiliriz ki; kıbleye yönelmeyenin, yönü de belli olmaz!

 

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ
شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ
ۜ وَاِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَۜ
 وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ۝١٤٩

“Her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir! Bu (emir de), elbette Rabbinden sana gelen bir haktır (gerçektir). Allah yaptıklarınızdan asla gafil (habersiz) değildir.”1

 

وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُۙ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِاُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ ۝١٥٠

 

“Her nereden (yola) çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Siz de ey mü’minler!) Nerede bulunursanız bulunun, (namazda) yüzünüzü yine o tarafa (Kâbe’ye) döndürün ki, insanların aleyhinize kullanacakları bir koz/delil olmasın. (Ancak onlardan, ulu orta konuşarak) kendilerine zulmeden zâlimlerin (haksızlığa saplanmış olanların) dışında (onlar yine de bir şeyler uydururlar). Artık siz onlardan korkmayın, Ben’den korkun ki, size olan nimetimi tamamlayayım, siz de umulur ki (doğru yolu bulup) hidâyete eresiniz.”2

 

Burada görüyoruz ki, aynı emir başka ve yeni bir maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre; yahudiler müslümanların kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini görünce; kendi dinlerinin bu yeni dinden daha üstün ve gerçek kıblenin kendi kıbleleri olduğunu, ayrıca bunun sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha üstün olduğunu iddia etmeye başladılar. Buna ek olarak, Kâbe’yi öteden beri mukaddes bir dînî merkez olarak kabul edenler, müslümanların bir süre yahudilerin kıblesi olan Mescid-i Aksâ’yı kıble olarak benimsemelerini fırsat bilerek; yandaşlarını etkilemek, onların müslüman olmasını engellemek için, müslümanların Kâbe’ye yönelmemelerini öne sürerek, bu hâdiseyi fırsat olarak kullanıyorlardı. Bu mesaj, hem yahudilerin propagandasının önünü alıyor ve hem de müşriklerin kötülüğe kullandıkları fırsatlarını etkisiz hâle getiriyor.

 

Aynı zamanda, delil ve mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi tercih edenleri «zâlim» olarak lânse edip, onların iddialarını da çürütüyor.

 

Müslümanlar olarak iyi bileceğiz ki; böylelerinin üzerimizde hiçbir hâkimiyetleri yoktur, olamaz ve bize de hiçbir şey yapamazlar. Buna göre onların sözlerine takılarak, vahyin tâlimatlardan sapmaya kalkışmamalıyız. 

 

Çünkü dünya ve âhiretimize yön vermek, yüce Allâh’ın elinde olduğu için, sadece O’na yönelmemiz gerekir, başkalarına değil. 

 

Yine ilâhî mesajın bu bölümünde; zâlimlerin konumu hafife alındıktan ve yüce Allâh’ın azâbı konusunda uyarı yapıldıktan sonra, O’nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhî çağrıya olumlu cevap verip, bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete, bu nimetlerin artırılarak devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır. Bu ifade, atılımcı bir ümitlendirme ile büyük bir bağışın ardından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır. Yüce Allâh’ın müslümanlara hatırlattığı nimet, çok açık bir biçimde karşılarında duruyordu. Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor ve âlemdeki konumlarında algılayabiliyorlardı. Çünkü onlar, câhiliyye karanlığını, bâtıl iğrençliği ve her açıdan cehâleti ile daha önceki câhiliyye dönemini kendileri yaşamışlar; arkasından îmânın aydınlığına, temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı.

 

Kıble ve yönelme ile ilgili emrin bu âyet-i kerîmeler içinde her tekrarlanışında, yeni bir mânâ ile karşılaşıyoruz. Mescid-i Harâm’a doğru dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirme ve Rabbine sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşırken; bu emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu kıble değişikliğinin O’nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez tekrarlanışının altında ise, müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların tutumunu kınama gayesi yatmaktadır.

 

Anlayabildiğimiz kadarıyla, müslümanların içine düştükleri psikolojik durum; bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları karıştırıcı söylenti ve asılsız iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve bazı müslümanların vicdanları ile kalplerini etkilediğini ortaya koyuyor. İşte bu noktada gelen vahiy, o günlerde bu etkiyi tamamen silip süpürüyordu. Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam eden bu amansız savaşta, müslümanların içine düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı vahiy üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.

 

Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-, kullarının istikametlerini çok açık bir şekilde göstermiştir. Bu çerçevede diyebiliriz ki; Kıbleye yönelmeyenin, yönü de belli olmaz!

 

كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ
مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
ۜ ۝١٥١

 

“Nitekim size içinizden, kendi aranızdan (size, sizden) bir Rasûl (elçi) gönderdik ki, O size âyetlerimizi okuyor, sizi (tezkiye ederek) arıtıp temizliyor, size Kitâb’ı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi de bildirip öğretiyor.”3

 

Âyet içinde âyet, burhan içinde burhan var burada. Çünkü bu âyet-i kerîmede kıble diye döndüğümüz Kâbe’nin inşâsı sıra­sında İbrahim -aleyhisselâm-’ın
oğlu İsmail -aleyhisselâm- ile birlikte yapmış olduğu ve bu sûrenin daha önceki âyetlerinden birinde açıklanan duâ aynı sözlerle tekrar ediliyor. Âyet içinde âyet yani:

 

رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ
اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ ۝١٢٩

“Rabbimiz! Onlara içlerinden (soyumuzdan) öyle bir Rasûl gönder ki, onlara Sen’in âyetlerini okusun, onlara Kitâb’ı ve hikmeti öğretsin, onları tezkiye edip temizleyerek arındırsın. Çünkü Sen; Azîz’sin, Hakîm’sin.”4

 

Bu tekrarlama; müslümanlara kendi aralarından bir Peygamber gönderilmesinin ve onların müslüman olarak var olmalarının, ataları İbrahim -aleyhisselâm-’ın bu duâsının, dolaysız ve eksiksiz biçimde Allah tarafından kabul edilişi anlamına geldiğini hatırlatır. İbrahim -aleyhisselâm-’ın bu duâsı ile Rasûlullah -aleyhisselâm- dönemindeki İslâmî hareket arasında kurulan irtibat, çok derin ve düşündürücü anlamlar içerir. Bunun yanında müslümanlara anlatılmak isteniyor ki; varoluşları ve hareketleri, sonradan ortaya çıkma bir şey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir hâdisedir. Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları İbrahim -aleyhisselâm-’ın kıblesidir.

 

Yani bir nevi şöyle demek isteniyor: 

 

“Ey müslümanlar! Sizi yeni kıblenize yönelterek farklı bir kişilikle donatma nimeti, daha önce aranızdan bir peygamber gönderme nimetinin devamı olan, kesintisiz ve art arda gelen ilâhî nimetlerden biridir.”

 

“Nitekim size içinizden, kendi aranızdan size bir Rasûl gönderdik ki…”

 

Burada «size içinizden… size bir Rasûl» ifadesine dikkat edelim! Çünkü yahudiler, kendilerinden geleceğini bekledikleri bu son Peygamber aracılığı ile, size karşı üstünlük sağlamayı hesaplıyorlardı! Cenâb-ı Hak burada çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ki; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yoluna yönelmeyen, O’nun kıblesine de yönelmeyecektir. Kıbleye yönelmeyen de Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yolunu yol edinmeyecektir!

 

“O size âyetlerimizi okuyor…”

 

Vahiy açık ve net bir şekilde ortadadır; O size ne okuyorsa haktır, gerçektir yani. Bu derin ifadenin bize düşündürdüğü diğer bir incelik, yüce Allâh’ın, kullara, kendi kelâmı ile, bu kelâmın onlara O’nun Rasûlü tarafından okunması sûreti ile hitâb etmesinin ne büyük bir bağış olduğuna, dolaylı biçimde değinilmiş olmasıdır. Gönül, bu bağışın derinliğine inebildiği takdirde, karşısında tiril tiril titreyecektir. Kimdir bu insanlar ki; yüce Allah, onlara kendi kelimeleri ile hitâb ediyor, onlarla kendi sözleri ile konuşuyor, kendilerine bu yüksek ilgiyi lâyık görüyor? Sübhânallah!

 

“O, sizi tezkiye ederek arıtıp temizliyor…”

 

Allâh’ın rahmeti olmasaydı eğer, bu insanların bir teki bile kötülüklerden arınamaz, temizlenemez ve yücelemezdi. Yüce Allâh’ın gönderdiği Rasûl, bu insanları temizliyor. Bu Peygamber; onların ruhlarını Allâh’a şirk koşma lekesinden, câhiliyye pisliğinden, insan rûhunu baskısı altında ezen, onu çürüten sakat düşüncelerin kirinden arındırıyor. Bu öyle bir Rasûl’dür ki; insanları aşırı arzuların, doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin iğrençliklerinden kurtarıyor da bu sayede ruhları, yaratılış mayalarını oluşturan aslına geri dönüyor. Dönmeyenler de oluyor tabiî. Kimler neye yönelip rağbet ediyorsa, onun nasibine o düşüyor.

 

Ve yine bu Rasûl, insanların oluşturduğu toplumu; fâizden, haramdan, hileli kazançtan, soygunculuktan ve yağmacılıktan arındırıyor. Bu saydıklarımızın hepsi; ruhları ve duyguları kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekeleyen birer pisliktir. Allâh’ın Rasûlü; insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak, insanlar arasında pırıl pırıl ve berrak adâleti yayıyor. O adâlet ki; insanlık ondan, İslâm hâkimiyeti ve himayesi altında, İslâmî bir toplum düzeni içinde yararlandığı kadar, hiçbir düzende ve ortamda yararlanmış değildir. Yine bu Rasûl; insanları, çevrelerindeki her yörede ve İslâm rûhu, tertemiz bir İslâm düzeni ile arınmamış her toplumda hâkim olan câhiliyyenin yüzünü karartan diğer bütün pisliklerden ve iğrençliklerden temizliyor.

 

“O size Kitâb’ı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi de bildirip öğretiyor.”

 

Kitap ve hikmet; her müslüman için göz, kulak ve gönül gibidir. Kitâb’ı olmayanın kıblesi olmayacak, hikmeti olmayanın da hakikatlere yönelimi olmayacaktır.

 

Bu gerçeklik, müslüman cemiyetin hayatında fiilen gerçekleşmiş bir olgudur. İslâm; bu cemiyeti, bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basîretle ve bilgi ile yöneten bir seviyeye çıkarmıştı. Vahiy ile yola çıkan Rasûlullah -aleyhisselâm-, eğitim ve yönlendirme sürecinin ana maddesini oluşturmuştu. Asıl olan Kur’ân-ı Kerim, usûl olarak Sünnet-i Nebeviyye ile toplum hayatını yeniden inşâ etti. Sadece kıble meselesi değil, insanlık için gerekli olan her şey, bu iki ana kaynak ile sistemleştirildi.

 

Sözünü ettiğimiz kuşağı ve o yönetici kadroyu yetiştirip mezun etmiş olan bu sistem, her zaman için böyle kuşaklar ve yönetim kadroları yetiştirip mezun etmeye sürekli olarak hazırdır. Yalnız bunun için; müslüman ümmetin bu kaynağa dönmesi, Kur’ân ve Sünnet’e gerçek anlamda îmân etmesi, Kur’ân’ı sadece kulağa hoş gelen müzikal kelime yığını olarak değil de uygulanacak bir hayat düzeni olarak algılaması şarttır.

 

Peygamber Efendimiz, her bakımdan O’na tâbî olmamız için gönderilmiştir.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

 

____________

el-Bakara Sûresi, 2/149.

el-Bakara Sûresi, 2/150.

el-Bakara Sûresi, 2/151.

el-Bakara Sûresi, 2/129