Şartların Değiştirmediği Sahâbî EBÛ UBEYDE

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh-, 583’te Mekke’de doğdu. İslâm’ın yayılmaya başladığı günlerde müslüman oldu. Başta babası olmak üzere Kureyşlilerin dayanılmaz işkencelerine maruz kaldı. Medine’ye hicretten itibaren, askerî ve idârî vazifeler aldı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in göz bebeği bu yiğit sahâbe; güvenilirliği, çalışkanlığı, zühd ve takvâsıyla ümmete nümûne-i imtisaldir.

 

Aşere-i mübeşşereden Ebû Ubeyde Hazretleri, 639’da salgın hastalık sebebiyle vefât etti. Kabri, Ürdün/Beysan’dadır.

 

*

 

Hazret-i Ebû Ubeyde, zühd ve takvâ üzere bir hayat yaşardı. Suriye Orduları Başkumandanı olması bile zühd ve takvâ içinde bir hayat sürmesine engel olmamıştı. 

 

Nitekim Hazret-i Ömer; Kudüs halkının bizzat onun elinden emannâme alarak teslim olacaklarını söylemeleri üzerine Şam’a doğru yola çıkmış, yolda onu Ecnâd komutanları ile ileri gelenler karşılamıştı. Hazret-i Ömer onlara; 

 

“–Benim kardeşim nerede?” diye sordu. 

 

Kimi kastettiğini sorduklarında; 

 

“–Ebû Ubeyde!” diye cevap verdi. Onun birazdan geleceğini söylediler. Biraz sonra Ebû Ubeyde, dişi bir deve üzerinde yularını tutarak geldi; Hazret-i Ömer’e selâm verip hâl-hatır sordu. Hazret-i Ömer, diğerlerinin çekilmesini ve kendisini Ebû Ubeyde ile yalnız bırakmalarını istedi. Sonra Ebû Ubeyde’ye dönerek;

 

“–Beni evine davet etmeyecek misin?” diye sordu. 

 

Hazret-i Ebû Ubeyde;

 

“–Benim evimde ne yapacaksın? Evimdeki şartların sana zor gelmesinden korkarım.” dedi. 

 

Halîfe’nin ısrarı üzerine, onu evine götürdü. Hazret-i Ömer; onun evinde, yatak niyetine üzerine yattığı bir keçe, bir yemek kabı, bir su kırbası ve kılıcından başka bir şey göremedi. Bunun üzerine ona; -denemek maksadıyla- insanların kumandanı olan birinin malının, mülkünün ve yiyeceğinin nerede olduğunu sordu. 

 

Ebû Ubeyde de; 

 

“–Ey Mü’minlerin Emîri, bize bu kadarı yeter!” deyip Hazret-i Ömer’in önüne kurumuş bir ekmek ve azıcık tuz koydu. 

 

Hazret-i Ömer bu durumu görünce;

 

“–Ey Ebû Ubeyde, dünya senden başka hepimizi değiştirdi.” deyip ağlamaya başladı. (Abdullah bin Mübârek, Zühd, s. 207-208)

AHLÂKI YAZMAK ve YAŞAMAK

 

Kınalızâde Ali Efendi, 1511’de Isparta’da doğdu. Babası ve dedesi ilmiyye sınıfındandı. Isparta’da tahsilini tamamladıktan sonra, İstanbul’da medresede okudu. Tefsir, fıkıh, riyâziyât (matematik) ve belâgatte derinleşti. Ebussuud Efendi tarafından; ilk defa, müderrislik vazifesine tayin oldu. Şam, Kahire, Bursa, Edirne ve İstanbul’da kadılık yaptı. Meşhur eseri Ahlâk-ı Âlâî, Türkçe kaleme alınmış ilk nazarî ahlâk kitabıdır. Kitabına aldığı adâlet dairesi meşhurdur. 

 

İlmiyle âmil, fazlıyla kâmil, yüce ahlâklı Kınalızâde Ali Efendi, 22 Ocak 1572’de vefât etti. Kabri, Seyyid Celâlî türbesi civarındaki Nâzır mezarlığındadır.

 

*

 

Kınalızâde Edirne kadısı iken, İstanbul kadısı olan Şah Efendi ile şer‘-î bir meselede münâzaa ederler (çekişirler). Bu cânipte olan dostların çoğu; meselede Şah Efendi’nin haklı olduğunu iddia ederler, üstelik el birliğiyle ve çeşitli hile ve tezvirlerle (yalan sözlerle) Kınalızâde’nin azledilmesi için çalışırlar. Kınalızâde bunu haber alınca üzülür, ancak Allah Teâlâ’ya tevekkül üzere olup Kur’ân-ı Kerim’den tefe’ül etmeye karar verir. 

 

Tefe’ülde; 

 

“Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını andolsun biliyoruz. Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbîh et ve secde edenlerden ol!” (el-Hicr, 97-98) âyet-i kerîmesi çıkar. Hemen o anda şükür secdesine kapanarak, zihnindeki kötü düşünceleri atar. Çok zaman geçmeden Şah Efendi ile aralarındaki nizâ (çekişme) ve husûmet (düşmanlık) ortadan kalkar. Kınalızâde bir süre sonra İstanbul kadısı olur. (Kefeli Hüseyin, Râznâme, Haz.: İ. Hakkı AKSOYAK, Harvard Üniversitesi Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, 2004, s. 281)

HABEŞ’TE BEDİR MÜJDESİ

 

Necâşî Ashame, adâletiyle tanınan Habeş hükümdarıdır. Mekkelilerin ezâ ve cefâları artınca; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir grup müslümanı Habeşistan’a gönderdi. Necâşî, kendi ülkesine sığınan bu müslümanları himaye etti. Kureyşlilerin müslümanları iade talepleri, Necâşî tarafından haksız bulunarak geri çevrildi. 628 yılında Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Necâşî’ye elçiler göndererek, onu İslâm’a davet etti ve muhâcirlerin geri gönderilmesini istedi. Bu daveti kabul eden Necâşî, muhâcirleri elçilerle birlikte Medine’ye gönderdi. 

 

İslâm’ı kabulü ve desteğiyle gönüllerde de taht kuran Necâşî, Ekim 630’da vefât etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla onun gıyâbî cenâze namazını kıldı. 

 

*

 

İbn-i Mübârek -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatıyor:

 

“Necâşî bir gün; oraya hicret eden Câfer -radıyallâhu anh- ile arkadaşlarına, huzûruna gelmeleri için haber gönderdi. Bunun üzerine onlar da huzûruna girdiler. Necâşî; eski elbise giyinmiş olduğu hâlde, bir odada toprak üstünde oturuyordu. 

 

Câfer -radıyallâhu anh-

 

«–Onu bu vaziyette görünce, ondan korktuk.» dedi. 

 

Necâşî rengimizin değiştiğini görünce;

 

«–Size sevineceğiniz bir haber vereceğim. Zira bana memleketinizden bir gözcü gelip haber verdi ki; Allah Teâlâ, Rasûlü’ne yardım edip düşmanlarını helâk etmiş. Filânca ve filânca esir edilmiş, falan ve filân da öldürülmüş. Bunlar Bedir denilen yerde karşılaşmışlar. Sanki ben orayı görüyorum. Çünkü ben orada Benî Danıre kabîlesinden bir adamın hayvanlarını otlatmıştım.» dedi. 

 

Câfer -radıyallâhu anh- ona;

 

«–Eski elbiseler giyip; altına minder almadan, toprağın üstünde oturmaktaki maksadın nedir?» diye sordu. O da; 

 

«–Biz Allah Teâlâ’nın İsa -aleyhisselâm-’a indirmiş olduğu İncil’de görüyoruz ki; Allâh’ın kulları üzerindeki hakkı, Allâh’ın kullarına yeni bir nimet ihsân ettiğinde kulların da Allâh’a karşı mütevâzı olmalarıdır. Allah; Rasûlü’ne yardım edip muzaffer kılmak sûretiyle yeni bir nimet ihsân edince, ben de Allah için böyle tevâzuda bulundum.» diye cevap vermiştir.” (İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Sabredenler ve Şükredenler, s. 141)

ARŞ’A ÇIKAN ZULMÜ ARŞ’A ŞİKÂYET

 

Şair, gazeteci ve yazar Süleyman Nazif; 1869’da Diyarbekir’de doğdu. Tahsilini tamamladıktan sonra devlette vazife aldı. 1896’da İstanbul’a geldi. Başta Jöntürklere katılıp, II. Abdülhamid Han’a sert muhalefette bulundu. Daha sonra bu yanlıştan dönüp onlardan yüz çevirdi. 

 

Hasret olduk eski istibdâda biz! 

 

diyerek Ulu Hakan devrine özlemini dile getirdi.

 

Haçlı zihniyetinin asırlar boyunca yaptığı zulümleri Hazret-i İsa’ya şikâyet ettiği; «Hazret-i İsa’ya Açık Mektup» adlı eseri, bugün de batının maskesini düşüren, bu zâlim ve hastalıklı medeniyetin esas yüzünü gösteren bir eserdir. Asırlardır bu zihniyet değişmemiş, masumların kan ve gözyaşı dinmemiştir. 

 

Süleyman Nazif, 4 Ocak 1927’de vefât etti. Kabri Edirnekapı mezarlığındadır.

 

*

 

“«Nâ-bedîd» (Görünmez) mahlâsı ile şiirler yazan Cemal Bey; II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihad ve Terakkî Partisi iktidarı sırasında, bir gün Süleyman Nazif’e rastlar. Sohbet sırasında;

 

«–Babama, tarih söylediniz mi?» diye sordum. 

 

Cevaben bana dedi ki:

 

«‒Birkaç tarih söyledim, amma sonra bundan vazgeçtim. Çünkü, yeni bir han yapılmıştı. Tarihini söyledim; bir hafta sonra, han yıkıldı. Bir çeşmenin yapılışına; ‘Bu çeşmeye bir tarih düşür.’ dediler. Söyledim, çeşme susuz kaldı. En sonra, birisi geldi. Bir sakal tarihi istedi. Bunu da söyledim. Bir müddet sonra, sakala saçkıran düşmüş! Ben de artık bir daha tarih düşürmemeye, söylememeye karar verdim.» dedi. 

 

İttihatçılardan hayli yaka silken, yakınan, şikâyetçi olan Nazif merhum bunun üzerine;

 

«–Hey Cemal!» der ve; «Keşke, merhum baban sağ olsaydı ve şu İttihatçılar için de bir tarih düşürseydi!» nüktesini yetiştirir.” (İbrahim Alâaddin, «Süleyman Nazif», s. 256-257)