Biz Fânîlere; ÖLÜM HAKİKATİNİN TELKİNİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Ölüm, mutlak hakikat. Ölümlü bir dünyadayız. Adına bizim hayat dediğimiz ama hakikatte birçok yokluğu içinde barındırdığı için ölüm olan bir hayatı yaşıyoruz.

 

Öldükten sonra dirileceğimize îmân ediyoruz. Âhiret hayatına geçmenin ilk durağı ölümdür. Dolayısıyla ölüm; hayatımız için bir fâsıla, bir ara, çok önemli bir dönüm noktasıdır. İyi ölebilmek, güzel ölebilmek önemli. Eğer iyi ölebilmeyi başarabilirsek; o zaman çok güzel bir âhiret hayatı bizi bekliyor demektir. Ama eğer iyi ölemezsek; o zaman çok acıklı, şiddetli ve ızdıraplı bir hayat, ebedî bir şekilde karşımıza çıkacak demektir.

 

Onun için;

 

Peygamberler, büyük velîler, Allah dostları; 

 

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Bkz. Âl-i İmrân, 102) âyetinin sırrına imtisâlen her dâim ölümü hatırda tutmayı, ölümü müslümanca karşılamayı ömür boyu sürecek bir vazife olarak tavsiye etmişler. 

 

Meselâ Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden naklediliyor:

 

“Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!”

 

Ölüm çok zor bir dönemeç. Masum, günahsız peygamberler dahî; 

 

“Canımı müslüman olarak al!” (Bkz. Yûsuf, 101) diye duâ ederler. 

 

Dolayısıyla ölümün güzel olması, ölümün müslümanca gerçekleşebilmesi çok mühim. Bu meyanda Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz;

 

“Ölülerinize; «Lâ ilâhe illâllah!» telkin edin!” (Müslim, Cenâiz, 1, 2) buyuruyor.

 

Buradaki «ölüleriniz» ifadesi, «ölmek üzere olanlarınız» olarak anlaşılmıştır. Onun için bu sözü şöyle anlıyoruz:

 

İhtizar hâli dediğimiz, insanın ölümle karşı karşıya kaldığı son demlerinde ona sakin bir şekilde; «Lâ ilâhe illâllah! Lâ ilâhe illâllah!» deyiniz. Böylelikle; vefât eden kişinin son sözünün, son kelimesinin kelime-i tevhid olmasına katkıda bulununuz. Ona telkin ediniz.”

 

Efendimiz -aleyhisselâm-’ın bir başka hadîs-i şerifleri şöyle:

 

“Kimin son sözü; «Lâ ilâhe illâllah / Allah’tan başka ilâh yoktur!» cümlesi olursa, o kişi cennete girer.”
(Ebû Dâvûd, Cenâiz, 20; Hâkim, el-Müstedrek, I, 351)

 

Fakat bunu söyledikten sonra, ona aykırı bir davranışın içerisinde olmamak gerek. Zira bir başka hadîs-i şerif de şöyle:

 

“Her kul öldüğü hâl (amel) üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83)

 

Dolayısıyla hayattaki son sözün, son ifadenin, son cümlenin; «Lâ ilâhe illâllah» olabilmesi elbette ebedî saâdetin kapısını açacak en büyük anahtardır. İşte ölüm ânı yaklaşmış olan insanlarımızın, hastalarımızın; ölüm sızısı, ölüm acısı çekenlerin yanında; «Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah» cümlesini tekrar etmemiz nebevî bir tavsiyedir. Onlara bunları telkin etmek, onların bu cümleyi söylemesine vesile olabilir.

 

Ancak;

 

Hayatını İslâm çizgisinin dışında tüketmiş olan birinin son demlerinde îman saâdetine ermesi çok zordur. Evet, samimî, kararlı ve ne dediğinin farkında bir şekilde nasûh bir tövbe eder, bir daha o yollara dönmeyeceğine kesin karar verirse bir insan; elbette Cenâb-ı Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. Günahları bağışlayandır, affedendir ve günahları örtendir. Kulunu bağışlamak için bahaneler arayandır.

 

Ama böyle samimî bir tövbe olmaksızın hayatını boş yere geçirmiş olan, boş işler peşinde koşmuş olan, Allâh’a isyan, Allâh’ın dînine, kitâbına, peygamberlerine aykırı bir hayat sürmüş olan birinin son demlerinde bu kelime-i şahâdeti, kelime-i tevhîdi okuyarak gitmesi zor bir ihtimal.

 

Günlük hayatta bile; «Yahu bir şey diyecektim ama ne diyecektim?..» diye tıkanıyor insan. Bir musîbet, bir belâ karşısında bu telâşın artacağında şüphe yok. Kaza vb. hâllerde kişiye şuurunun açık olup olmadığını anlamak için;

 

“Adınız ne? Bugün günlerden ne?” gibi sualler soruluyor da kişi içinde bulunduğu şok hâline göre bazen cevap vermekte zorlanıyor. 

 

Ölüm bu dünyada, insanın başına gelebilecek en büyük musîbet. O anda kelime-i tevhîdi hatırlayabilmek için bunu günlük vird hâline getirmek lâzım. Günlük; «Lâ ilâhe illâllah!» tesbihini çekebiliyorsa bir insan, işte son nefeste de bunu söylemesi kolay hâle gelir.

 

Telkin aslında bu demek. Yani ölüm esnasında -tabiri câizse- bu kelime-i münciyeyi / kurtarıcı sözü imdâda yetiştirmek.

 

Ne zaman öleceğimiz belli değil, fakat her an son nefesimiz olabilir. Öyleyse bu hadîs-i şerîfi şöyle anlayabiliriz: 

 

“Ölümlülerinize; «Lâ ilâhe illâllâh»ı hatırlatın!” 

 

Her dâim bu sözü vird hâline getirmemiz ve birbirimize hatırlatmamız gerekiyor. 

 

Bir diğer yönüyle de telkin şudur:

 

Cenâze Telkini

 

Yıkayıp kefenlediğimiz, cenâze namazını kıldığımız, mezarlığa getirdiğimiz ve kabre defnettiğimiz kimseyi, son bir vazife olarak telkinle uğurlar ve onun yanından ayrılırız. 

 

Hadîs-i şerifte hulâsa olarak, Peygamber Efendimiz;

 

“Bir kişi kabre konulduğunda, üzerine son toprak serpildiğinde; ona tanınmayan, hayatında hiç görmediği, hayaline getirmediği bir sûrette iki tane melek gelir ve ona; 

 

«–Rabbin kim? Kitâbın ne?» diye sorular sormaya başlar.” buyuruyor. (Müsned, IV, 287-288, 295-296; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27)

 

Yine Efendimiz bir defin faaliyetinin akabinde şöyle buyurmuştur:

 

“Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret; onun için sebat dileyin, o şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 73)

 

Tabiî kabir, çok zor bir istasyondur. Kabir suâli çok çetin bir duraktır. Bir insanın hiç bilmediği bir yere gittiğini ve o âna kadar hiç tanışık olmadığı, âşinâ olmadığı iki sîmânın birdenbire başında bittiğini ve ona sorular sormaya başladığını düşünün… İnsanın nutku tutulur. 

 

Hanefî mezhebinde definden sonra mevtâya bu suallerle alâkalı bir telkinde bulunmak müstehab görülmüştür. Buna göre sâlih bir zât veya cenâzeyi kıldıran imam; 

 

“−Ey filân oğlu filân! Şimdi sana iki tane, tanımadığın, alışık olmadığın, çok farklı sûrette melekler gelecek.

 

Onlar sana; «Rabbin kim?» diye soracaklar. «Rabbim Allah’tır!» de!

 

«Kitâbın nedir?» diye soracaklar. «Kitâbım Kur’ân-ı Kerim’dir!» de!” diye sorulacak muhtemel soruların cevaplarını kabrin üstünde okur. (Bkz. İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/157)

 

Bu hususta delil olarak bir hadîs-i şerif de zikredilmiştir: (Bkz. Taberânî, Kebîr, VIII, 249-250; TDVİA, «Telkin»)

 

Telkin meselesi tartışılan bir meseledir. 

 

•Kimileri telkinin Hanefî mezhebinde olduğu gibi müstehab olduğunu, iyi ve güzel bir amel olduğunu söylemişlerdir. Bilhassa memleketimizde eskiden beri uygulanmaktadır. 

 

•Kimileri de; «Hayır, bid‘attir!» demişler.

 

İtirazcılar söz konusu okuduğumuz hadîs-i şerîfin telkine dayanak yapılmasına karşı çıkmış; «Burada ölüden maksat, ölmek üzere olanlardır. Yoksa ölmüş olanlar değillerdir.» diye itiraz etmişlerdir. 

 

Yine Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet-i kerîmede buyuruluyor:

 

“−Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fâtır, 22)

 

Buradaki; «Kabirdekilere işittiremezsin!» ifadesinin, telkine aykırı düştüğünü iddia etmişlerdir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de «ölü / kabirdekiler» gibi tabirler, küfürden, inkârdan kinâyedir. Yani kalben ölü demektir. Tıpkı birçok âyette «âmâ» ifadesinin «kalp gözü kör» mânâsına gelmesi gibi bir mecazdır. 

 

Başka âyetler ve hadislerde ölüm sonrasında, mevtânın rûhuna hitap edildiğini görüyoruz:

 

Meselâ; 

 

Efendimiz -aleyhisselâm- kabirlere selâm veriyor;

 

“–Ey îmanlı insanların yurdu! Allâh’ın selâmı üzerinize olsun!” diyor. (Müslim, Cenâiz, 102)

 

Eğer oradakiler bu selâmı alabilecek, işitebilecek durumda değilse -hâşâ- abesle iştigal etmek olurdu. Bu da Efendimiz için düşünülemez. Efendimiz -aleyhisselâm-’ın; kabirleri ziyarete gittiği, ziyaret esnasında bu selâmı verdiği biliniyor. Dolayısıyla oradakiler bu selâmı işitebiliyorlar demektir.

 

Yine Efendimiz -aleyhisselâm-, Bedir Harbi’nden sonra müşriklerin cesetlerini bir çukura gömdürüyor. Ve ondan sonra onlara isim isim seslenerek soruyor:

 

“…Rabbinizin size va‘dettiği gerçeği buldunuz mu?..” (el-A‘râf, 44)

 

“–Onlar sizi işitir mi?” diye sorulunca da Efendimiz -aleyhisselâm- şöyle buyuruyor:

 

“–Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onlar benim söylediklerimi sizden daha iyi işitirler! Fakat cevap vermeye güç yetiremezler!” (Buhârî, Meğâzî, 8; Müslim, Cennet, 77)

 

Demek ki;

 

Berzah âlemi dediğimiz, rûhun bedenden ayrılmasından itibaren farklı bir seviyede duyular çalışabiliyor. Kabirde bu sorgu rûha yapılıyor. Yoksa çürüyüp gidecek olan cesede yapılmıyor.

 

Binâenaleyh;

 

Telkini işitecek olan ruhtur. Ve ruhlar da Sûr’a üfleninceye kadar, berzah âlemi şartlarında farklı bir hayâtiyet içindedirler. Binâenaleyh hitap rûha olduğu için ruh telkini duyar. Lâkin hâl-i hayatında bu cümlelere âşinâ değilse, bunlara bir mânâ veremez.

 

Ancak hâl-i hayatında bu cümlelerin hakikatini yaşayan, Rabbinin Allah olduğunu bilen, kitâbının Kur’ân-ı Kerim olduğunu bilen, Peygamber’inin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu bilen, müslümanlarla kardeş olan, kardeşlik hukukunu muhafaza eden bir kimse için yukarıdan söylenen bu cümleler -Allâh’ın izniyle- bir tesellî olur. Tanıdık bir ses, âşinâ olunan bir sedâ olarak onun sorulan sorulara rahat cevap vermesini temin eder.

 

Bazıları telkini kopyaya benzetip; «Böyle şey olmaz!» diyorlar. Bu bir kopya çekme değildir. Aksine -teşbihte hata olmasın- bir öğrencinin sağlıklı cevap verebilmesi için sakinleştirilmesi gibidir. İmtihan eden komisyondaki hocanın; 

 

“–Evlâdım, rahat ol! Sakin ol! Sabırlı ol! Hiç heyecanlanma! Korkma!” diye telkinde bulunduğu gibi yukarıdan hemcinslerinden birinin mevtâya, ölüye telkinde bulunması ve onun kulağına hâl-i hayatında yaşadığı hakikatleri söylemesidir.

 

Bu noktada telkin verecek olan kişinin sâlihlerden biri olması makbuldür. Yani hakikaten söylediği sözlerin farkında, şuurunda olan bir insan olması mühimdir.

 

Diğer taraftan ölüyü defnettikten sonra, hemen kabrinden ayrılmak doğru mudur?

 

Bazı sahâbîlerin vasiyetlerinden hareketle âlimlerimiz bunun doğru olmadığını söylüyorlar. Bu sebeple âlimlerimiz taze kabrin başında bir Bakara Sûresi okunacak kadar yahut bir büyükbaş hayvanın kesilip parçalanması için gereken süre kadar bulunulmasını, o telkin esnasında kabirdekiyle bir empati içerisinde olunmasını tavsiye ederler. Bu da merhumun yeni hayatına, yeni yerine alışmasına yardımcı olmak maksadıyla yapılır. Orası farklı bir âlem. Bizim şu anda içerisinde bulunduğumuz âlem gibi madde, zaman ve mekân kısıtlamalarıyla kısıtlanmış bir âlem değil.

 

Biz buradan daracık bir çukur olarak görüyoruz ama ruh için mekânın söz konusu olmaması sebebiyle, o daracık mekânda uçsuz bucaksız cenneti de yaşayabilir.

 

Veya cenderenin içerisinde sıkıştırılmış gibi kemikleri âdeta birbirine geçecek şekilde bir baskı hayatını da yaşayabilir. Kabri, -Allah muhafaza- cehennem çukurlarından bir çukur hâline de gelebilir. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 26)

 

Onun için biz duâ ederken; «Yâ Rabbî! Merhumun kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe eyle!» diye duâ ediyoruz.

 

Burada atlanılmaması gereken bir başka husus da; 

 

Telkinin bir yönüyle de orada hâzır olan cemaate yönelik olduğudur. Yani telkin ölüye yapılıyor ama bir de orada ölüme namzet, ölümlü varlıklar var. Yaşadıklarını, hayatta olduklarını zannediyorlar… Onlara da bu hakikatleri hatırlatmak var. Ölmeyecek kimse yok. Hepimiz ölümü tadacağız. Bu yönüyle telkin, onlara da bir ilândır.

 

Bu sebepten dolayı telkin vermek, Hanefî mezhebince müstehab bir fiil olarak görülmüştür. Birçok faydası vardır. Fakat şunu da unutmamak lâzım gelir ki;

 

Hâl-i hayatında din ile, kitap ile alâkası olmayan; cami ile, cemaat ile teşrîk-i mesâîsi bulunmayan bir kimseye yukarıdan söylenen cümlelerin hiçbir faydası olmaz.

 

Dolayısıyla;

 

“−Nasıl olsa orada bana söyleyecekler. Ben de aşağıda bunu tekrar ederim.” şeklinde bir kurnazlığa geçit yoktur.

 

Biliyorsunuz büyük imtihanlarda farklı kitapçıklar dağıtılır. A kitapçığı, B kitapçığı… Yukarıdan bir ses geliyor ama hangi kitapçığın hangi sorusuna cevap olduğunu çözemezsen, o zaman; «Doğru yaptım» diye tamamen yanlış yaparsın.

 

Dolayısıyla dünyadan, hazırlanarak gitmek lâzım. Dağarcığımızı doldurmamız lâzım. Kendimize ve herkese telkine devam edelim:

 

Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah!.. 

 

Cenâb-ı Allâh’a duâ ve niyaz ederiz ki bizi bu cümle ile yaşatsın. Bu cümle ile huzûruna alsın. Bu cümle ile haşretsin. 

 

Âmîn…