MUHABBET ve RASÛLULLAH (S.A.S.) EFENDİMİZ -2-
Osman Nûri TOPBAŞ
ÜMMETİN, PEYGAMBERİMİZ (S.A.S.)’E MUHABBETİ
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbını terbiye ederken ne bir maddî servete istinâd etti, ne ordulara hükmetti. O’nun tesiri muhabbet ileydi ve kalplereydi. Bu sebeple O’nun muvaffakiyeti çok büyük oldu.
Recî Vak‘ası’nda esir alınan Hubeyb -radıyallâhu anh-’ı müşrikler, işkenceyle katledeceklerdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sevgisini imtihan etmeye kalkarcasına, ona şu rezil suâli sordular:
“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”
Hubeyb -radıyallâhu anh-; bu suâl üzerine hiç düşünmeden, büyük bir cesaret ve vakar içerisinde Ebû Süfyân’a acıyarak şöyle haykırdı:
“–Asla istemezdim!
Değil O’nun burada benim yerimde olmasını istemek, şu an bulunduğu Medîne-i Münevvere’de mübârek ayaklarına bir dikenin batmasına bile gönlüm râzı olmaz!”
O tarihte henüz müslüman olmamış olan Ebû Süfyân hayretle itiraf etti:
“–Ben dünyada Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) kadar arkadaşları tarafından sevilen başka hiçbir kimse görmedim!” (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa‘d, II, 56)
Bu hakikati, bir yabancı da şöyle itiraf etmiştir:
İngiliz yazar Thomas Carlyle şöyle diyor:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ben öyle birine âşığım ki; her şey O’nundur, her şey O’nun mahlûkudur. Benim aklım da, canım da, O’nun Habîbi’ne kurban olmuştur.” (Mesnevî)
Hazret-i Mevlânâ; Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aklını da, canını da kurban etmek sûretiyle «muhabbetullâh»a ulaşabildiğini beyân etmektedir. Ashâb-ı kiram, bunun en şâheser misâlidir. Allah Rasûlü’nün en küçük bir ricâsına;
“–Canım, malım Sana fedâ olsun, buyur ey Allâh’ın Rasûlü!..” diyerek karşılık vermişlerdir.
Sahâbe-i kiram, istîdatları ölçüsünde o nebevî muhabbet güneşine mâkes olabilmişlerdir. Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz ise bu yansımanın zirvesidir:
ZİRVE MUHABBET
Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar, başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde;
“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle, kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etmişti.
Nitekim Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde, yine de O’na sonsuz bir hasret içerisinde kalırdı. Bu hasreti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dâr-ı bekāya irtihallerini müteâkip had safhaya çıktı.
Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, babasının vefât ânındaki Hazret-i Peygamber’e vuslat heyecanını şöyle anlatır:
Babam Ebûbekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında;
“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.
“–Pazartesi.” dedik.
“–Eğer bu gece ölürsem, beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed, I, 8)
Bilâl-i Habeşî Hazretleri; Peygamberimiz’in Hakk’a irtihâlinden sonra O’nu mihrapta göremediği için, ezan okuyamadı. Şam civarına fütûhat ve tebliğ hizmetlerine koştu.
Yıllar sonra, Medine’ye dönüp Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunlarının ricâsı üzerine ezan okuyunca, bütün Medine halkı, Rasûlullah Efendimiz tekrar cihâna gelmişçesine sokaklara döküldü.
Hazret-i Bilâl, vefât ederken gülümsüyor ve;
“–Ne mutlu! Sevdiklerime kavuşacağım!” diyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)
EN ÇOK SEVİNDİKLERİ MÜJDE
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
Bedevînin biri Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek;
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sormuştu.
Fahr-i Cihân Efendimiz de ona;
“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye suâl edince, bedevî;
“–Âhiret için öyle çok (fazla) oruç, (çokça nâfile) namaz ve (bol bol) sadaka hazırlayabilmiş değilim. Ancak (kendi gücüm nisbetinde yapabildim. Lâkin) ben Allâh’ı ve Peygamberi’ni seviyorum!” cevabını verdi.
O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–O hâlde sen, sevdiğinle berabersin!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
Bu hadîs-i şerîfi duydukları zaman ashâb-ı kiram çok sevinmişlerdi. Hattâ Enes -radıyallâhu anh-’ın söylediğine göre; İslâmiyet’le şereflendikten sonra, hiçbir şeye böylesine sevinmemişlerdi. Kendisi de sevincini şöyle dile getirmişti:
“–Ben Allâh’ı, Rasûlü’nü, Ebûbekir’i ve Ömer’i seviyorum. Onların yaptığı ibâdetleri ve güzel hareketleri yapamasam bile, onlarla beraber olmayı umuyorum.”
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir sohbetinde Sevbân -radıyallâhu anh-, Habîbullah Efendimiz’e pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Gayet ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:
“–Ey Sevbân, senin benzini sarartan nedir?”
Sevbân -radıyallâhu anh-, bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdalı gönlüyle şöyle dedi:
“–Anam, babam ve bu cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sen’in hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyada böyle olunca âhirette nice olur, diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”
Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar; Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu;
•Peygamberler,
•Sıddîklar,
•Şehidler ve
•Sâlihlerle beraberdir.
Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69) (Bkz. Vâhidî, s. 168-170)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; âhirette kendisiyle beraberlik endişesiyle kavrulan ashâb-ı kirâma ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk kafilesinin yanık gönüllerine sevinç dolu bir müjde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kişi sevdiği ile beraberdir…” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)
Tabiî ki; samîmî muhabbet, itâat ve teslîmiyet şartı ile…
Bu şartı yerine getiren bir muhabbet manzarası da Uhud’un akabinde şöyle yaşandı:
İCÂBET ETMEMEK OLUR MU?!.
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte muharebeye iştirak etmişler ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı takip için müslümanları davet ettiğini işittikleri zaman;
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan; ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
İşte bu engin muhabbet ve müstesnâ gönül kıvamlarından dolayı onlar, Kur’ân-ı Kerim’de şu medhe nâil oldular:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar (bilhassa) bunların içlerinden ihsan ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)
HER ŞEYİN ÜSTÜNDE BİR SEVGİ
Sahâbe Efendilerimiz; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun muhabbetinin yanında diğer her şey ehemmiyetsiz kalıyordu.
İfk hâdisesinde iffet timsâli Hazret-i Âişe Annemiz’e atılan iftirâyı dillendirenler arasına maalesef Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- de düşmüştü. Ancak muhtereme Vâlidemiz onu, Rasûlullâh’a duyduğu muhabbet sebebiyle affetti.
Yeğeni Urve bin Zübeyr -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
Teyzem Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında Hassân’a kızmaya ve hakkında ağır konuşmaya başladım. Hazret-i Âişe beni durdurarak şöyle dedi:
“–Ona hakaret etme, çünkü o şiirleriyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müdafaa ederdi.” (Buhârî, Edeb, 91, Menâkıb, 16)
“…Eğer mü’min iseniz aranızı düzeltin!” (el-Enfâl, 1) emr-i ilâhîsinin ne güzel bir îfâsı!..
Benzer bir başka misal:
Zâtü’s-Selâsil seferine Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Amr bin el-Âs -radıyallâhu anh-’ın başında olduğu bir seriyye göndermişti. Hazret-i Amr; düşman kuvvetlerinin kalabalık olduğunu öğrenince, Efendimiz’den takviye kuvvet istedi.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efenimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh- kumandasında, içinde Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebûbekir Efendilerimizin de olduğu 200 kişilik bir takviye birliği gönderdi. Bu ordu oraya vardığında, kimin kumandan olacağı husûsunda ihtilâf çıktı.
İhtilâf uzayınca Ebû Ubeyde Hazretleri; kumandanlıkta ısrar etmedi, ferâgat etti ve sebebini şöyle açıkladı:
“‒Ey Amr! Bilesin ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ın bana en son emir ve tavsiyesi şöyle olmuştu:
«‒Arkadaşının yanına varınca, birbirinize karşı itaatli olunuz! Aranızda anlaşmazlığa düşmeyiniz!»
Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat eder, boyun eğerim!” dedi ve ona tâbî oldu. Böylece din kardeşi ile geçimli olmak ve İslâm kardeşliğinin herhangi bir zarara uğramaması için kendi hakkından ferâgatta bulundu.
Öyle bir muhabbet ki, benliği ve enâniyeti eritiyor ve;
“Bu durumda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranmamdan hoşnut olurdu?” tefekkürüyle hayırlı ve olgun davranışa tevcih ediyor.
Bu fedâkârlığı öğrenen Efendimiz ise;
“Allah, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı rahmetiyle esirgesin!” buyurarak ona duâda bulundular. (Vâkıdî, II, 773)
Sahâbe-i kirâmın, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetleri, onların bütün gönül dünyalarını kuşatıyordu.
GECE-GÜNDÜZ O’NUNLA
On yaşında annesi yahut babası tarafından Peygamberimiz’e hizmet etmesi için verilen Enes -radıyallâhu anh- O’na muhabbetin bir başka muhteşem nümûnesidir.
Hazret-i Enes; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e öyle bir muhabbetle bağlanmıştı ki, her rüyasında Habîbullah Efendimiz’i görüyordu.
Kendisi şöyle anlatır:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir amber ne bir misk ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.”
Kendisini dinlemekte olan talebesi Sâbit;
“–Ey üstâdım, sen sanki her dâim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyormuş ve mübârek sedâsını işitiyormuş gibi yaşıyorsun, değil mi?” diye sordu.
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:
“–Evet, öyle! Vallâhi kıyâmet günü de O’na kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;
«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş Efendimin arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hiçbir iş için; «Üf!» demedi; «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!.» demedi.” (Ahmed, III, 222. Ayrıca bkz. Buhârî, Savm, 53, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 82)
Bizler de âdetâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûrunda imiş gibi, O’na bakıyormuş gibi yaşamalıyız.
Fiillerimizi, sözlerimizi ve işlerimizi;
“–Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna muttalî olsaydı sevinir miydi, yoksa üzülür müydü?” diye muhasebe etmeliyiz.
Seven sevdiğinin her şeyini sever. Onu tedâî ettiren şeylere dahî muhabbet duyar. Sevdiğinden bir hâtıranın, teberrüke vesile olacak eşyanın mânâsını ancak muhabbet ehli anlar.
Bu hakikat etrafında; sahâbe-i kiram, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâtıralarına da büyük hürmet ve muhabbet beslerlerdi.
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, altında oturduğu ağaçları sular, hayatta kalmalarını sağlar, O’nun geçtiği yollardan geçer, O’nun oturduğu yerde oturmaya çalışırdı.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir saç teli, O’nun mübârek dudaklarının değdiği bir kâse, onlar için muhteşem bir hâtıra idi.
TEBERRÜK MİSALLERİ
Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.
Bu esnada Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Hâlid bin Velid’in Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa‘d, II, 174)
Hazret-i Hâlid; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçları kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve sarığının ön kısmına yerleştirdi. Böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dâimî bir râbıta ve tedâî hâlinde yaşadı. Bu sayede onun savaşta karşılaşıp da mağlûp etmediği hiçbir topluluk yoktu. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-;
“–Ben onu başıma sarıp hangi tarafa yöneldimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 111)
Rivâyet olunduğuna göre;
Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük Savaşı’nda sarığını kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti. Fakat aramalarına rağmen bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gayet eski bir sarık imiş. Sahâbî, bu eski sarık için Hâlid -radıyallâhu anh-’ın bu kadar ısrarına hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şunları söyledi:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saçlarını kestirmişti. Ashab, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki; onunla girdiğim bütün savaşlar, zaferle neticelendi. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetimdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 349)
İbn-i Sîrîn -rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:
“(Tâbiîn’in büyüklerinden) Abîde es-Selmânî’ye;
«–Bizde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçından var. Onu Enes -radıyallâhu anh-’in annesinden veya ehlinden temin etmiştik.» dedim.
Büyük bir heyecanla;
«–Vallâhi bende O’nun bir tek saçının bulunması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve kıymetlidir.» dedi.” (Buhârî, Vudû, 33)
EFENDİMİZ’İN SU İÇTİĞİ BARDAK
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Sâide mahallesinde ashâbı ile birlikte bulunurlarken Sehl bin Sa‘d -radıyallâhu anh-’a;
“– Ey Sehl, bize su verir misin?” buyurdu.
Bunun üzerine o, bir bardak su ikrâm etti.
Sehl, bu bardağı ömrü boyunca sakladı. (Buhârî, Eşribe, 30)
ŞU MÜBÂREK TABAĞI GETİR!
Firâs adlı bir sahâbî vardı. O da Peygamber Efendimiz’e ait bir eşyaya sahip olmak istiyordu. Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağı kendisine hediye etmesini ricâ etti. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tabağı ona hediye etti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, zaman zaman Firâs’ın evine gider;
“–Hele şu mübârek tabağı bir getir.” derdi. Habîbullah Efendimiz’in mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202)
BENİM NASÎBİM!
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman, içtiği kaptaki bakıyesinden diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi.
Sehl bin Sa‘d -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnada sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sağındaki çocuğa kâbına erişilmez bir incelik ve nezâketle;
“–Müsaade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan şu büyük cevabı verdi:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen’den bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!”
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
GÖZLER O’NU GÖRMEK İÇİN
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ebedî âleme hicret ettiğinde, ashâb-ı kirâma dünya zindan gibi görünmeye başladı.
Kāsım bin Muhammed -rahmetullâhi aleyh-’in anlattığına göre;
Babası Muhammed’in arkadaşlarından biri gözlerini kaybetmişti. Dostları, onu ziyaret ettiler. Hâlbuki onun; gözlerini yitirmekten dolayı bir derdi, üzüntüsü yoktu. Kendisini tesellîye gelenlere şöyle cevap veriyordu:
“–Ben o gözleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra (Yemen’deki) Tübâle Beldesi’nin ceylânlarındaki en güzel gözlere sahip olsam yine de sevinmem!” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 533; İbn-i Sa‘d, II, 313)
Hazret-i Peygamber’in bu âlemden ayrılışının hicrânı ve yanışına dayanamayanlardan biri de Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’dı. O’nun hicran ve ızdırâbı o dereceye vardı ki, nihayet ellerini yüce dergâha mahzun bir gönülle açtı:
“–İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberim’den sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
Seven sevdiğini görmek ister. O’nu görme bahtiyarlığına erişen sahâbenin hâli bu olunca, sonraki asırlarda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hiç görememiş peygamber âşıklarının tek tesellîsi, O’nu rüyada görebilmek olmuştur. Hilye-i şerîfeler okuyarak, bu arzularına erişmeye çalışmışlardır.
Bu iştiyâkı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyururlar:
“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerden bir kısmı, benden sonra gelenler arasından olacak: Mallarını ve ailelerini fedâ pahasına, beni görmeyi arzu edecekler.” (Müslim, Cennet, 12)
İşte Gazze!
Can ve mal, Allah ve Rasûlü’nün yolunda fedâ ediliyor!
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Benim ümmetim bereketli bir yağmur gibidir. Başı mı sonu mu (hayırlıdır) bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)
Hâlimizi mîzân edelim:
•Acaba Allah yolunda bizim fedâkârlıklarımız ne kadar?
•Acaba Gazzelilerle aynı cennette olabilecek miyiz?
ÂHİRETTE BERABERLİK
Sahâbî Efendilerimiz; dünyaya, ten rahatına, makama, mevkiye, hiçbir şeye iltifât etmediler. Onların tek bir arzusu vardı:
Âhirette Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber olabilmek.
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’a;
“–Sahâbî Selmân’ı arıyoruz.” dediler.
O ise büyük bir mahviyetle şöyle dedi:
“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
O’nunla beraber olabilmek, O’nun bir müjdesine bende olabilmek için;
Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında İstanbul surlarına kadar geldi.
İmam Nevevî; Peygamberimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair mâlûmat sahibi olamayınca, ona karpuz yemek tatlı gelmedi. Peygamber Efendimiz’e ittibâ edemeyeceği bir fiilin, onun hayatında yeri yoktu.
Ahmed Yesevî Hazretleri; 63 yaşını geçince, artık yerin üstünde gezmeyi uygun görmedi. Yer altında bir çilehâne hazırlayıp irşâdına orada devam etti.
Muhabbetin sahâbe ve Hak dostlarının gönül dünyalarındaki tesirine, şu misal verilebilir:
Bir mercek, güneşten gelen ışık huzmelerini bir noktaya teksif eder ve onun altındaki çer çöp de yanıp kül olur. Tıpkı bunun gibi muhabbet de Allah ve Rasûlü’ne teksif edilince, kalpte Allah ve Rasûlü dışındaki her şeyi yakar, kül eder… Yani bu aşk ateşiyle yananların gözünde dünya küçülür, âhirette Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber olabilmek ve Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini temâşâ ile şereflenebilmek, o gönüllerdeki en yüksek gaye ve en büyük lezzet hâline gelir.
Aşk, rûhun rûha meclûbiyetidir. Bedenin bedene meclûbiyeti ise aşk değil, şehvettir.
İnsandaki muhabbet istîdâdını israf etmemek, mecâzî aşkları da ulvî ve hakikî aşka basamak eylemek lâzımdır.
Meselâ;
Mecnun, Leylâ’ya olan muhabbeti, Mevlâ muhabbetine basamak eylemesi sayesinde, sevda vâdisinin mühim bir kahramanı hâline gelmiştir. Eğer o Leylâ’da takılıp kalsaydı, binlerce benzerinden biri olarak tarihe karışır giderdi.
MUHABBETİN GEREĞİ: HÜRMET
Allah aşkının, «muhabbetullâh»ın, haşyet ve takvâ ile ayrılmaz beraberliği gibi; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetin ayrılmaz vasfı da O’na hürmet ve tâzimdir.
Mescid-i Nebevî imamı ve bir mezhebin kurucusu İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir ittibâ ve O’na tam bir edep ve hürmetin vecdi içinde yaşardı. Medîne-i Münevvere hudutları içinde hayvan üzerine binmezdi, sebebini suâl edenlere;
“–Ben Allah Rasûlü’nün ayağıyla bastığı bir yere, bineğimin ayağını bastırmaktan hayâ ederim!” derdi.
Medine dâhilinde def‘-i hâcete dahî çıkmadı. Medine hudutlarının dışına giderdi.
Bir gün İmam Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr mescide geldi. Bazı sualler sordu. Aralarında ilmî bir müzâkere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansûr, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmam Mâlik Hazretleri;
“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zira Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkāz etti ve şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
Şâhit olduğu bu yüksek edep karşısında Halîfe;
“–Ey İmam! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu.
İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:
“−Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?!. O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesilesidir. Bilâkis sen; Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allah Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..” (Bkz. Kādı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c. II, s. 363-364)
Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e edep ve hürmetin en güzel tezâhürleri ise, ecdâdımızda temâşâ edilir.
Meselâ;
Osmanlı’nın son devrinde Yeşil Kubbe yenilendi. Mimar ve ustalar; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek için, hiç dünya kelâmı konuşmadılar. «Bana tuğlayı uzat!» yerine; «Allah!» vb. zikirlerle anlaştılar. Bu tamirde vazifeliler, Ravza-i Mutahhara’da her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular. Yine bu tamir esnasında gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağladılar.
Kezâ;
Hiçbir Osmanlı padişahı; Medîne-i Münevvere’de yaşayan herhangi bir şahıstan gelen mektubu tahtında oturarak dinlememiş, mutlaka ayağa kalkmış ve o mektubun geldiği mekâna ihtiram göstermiştir.
Öyle ki Abdülaziz Han, bir gün hasta yatağında iken kendisine mektuplar arz ediliyordu. Sıra Medine’den gönderilen mektuplara gelince;
“–Beni ayağa kaldırın!” demiş, iki kişinin kollarında doğrulmuş vaziyette kendisine mektup okunmuştur.
Şair Nâbî; Hicaz yolculuğu esnasında, ayağını Ravza’ya doğru uzatan bir nâdânın hâlinden müteessir olmuş ve şu mısraları söylemişti:
Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”
Murâât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..
“Ey Nâbî! Bu dergâha edep kaidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”
Sultan 1. Ahmed Han; kendi camisini altı minareli yaptırınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hürmeten, Mescid-i Nebevî’ye bir minare daha ilâve ettirmiştir. (İlber ORTAYLI, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 150)
Peygamber âşığı bu Sultan;
“−Rasûlullâh’ın mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravzası’na gül yağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
Bu peygamber âşığı padişah, sarığının içinde Peygamber Efendimiz’in ayak izi maketini taşırdı. Bunu şu kıta ile de ifade etmiştir:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine O Gül’ün!..
Dünya müslümanlarının Harameyn’e rahat ve güvenli bir şekilde gidip gelmelerini temin için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han da; bu demiryolunun istasyonlarının, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in seferlerinde dinlendiği noktalara yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medine’ye ulaştırmıştı.
Medine İstasyonu ise; Ravza’nın çok yakınına inşâ edilmemiş, mekân itibarıyla meydana gelebilecek gürültü ve dikkatsizlik ile Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti rahatsız olmasın diye 2 kilometre kadar uzağına inşâ edilmiştir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet bir îman şartıdır. Müslümanlığımızın îcâbıdır.
Efendimiz’e muhabbet ve hürmette bizim ölçümüz, sahâbe ve Hak dostları olmalıdır.
Nâdanlar, gafiller, O’na salât ü selâm getirmeyi -hâşâ- lüzumsuz addeden modernistler, O’na hürmetimizi ifade eden sıfatları akademiye aykırı bulan câhil bilgiçler, bir mü’min için asla ölçü değildir.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“İnsin ve cinnin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat beni tanır.” (Ahmed, III, 310)
HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.) İLE CEMÂDAT ve SÂİR MAHLÛKAT ARASINDAKİ MUHABBET AKIŞI…
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- naklediyor:
“Biz Rasûlullah ile beraber Mekke’de yürürken, Peygamber Efendimiz’le karşılaşan bütün dağlar, ağaçlar;
«Es-selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» diyordu.” (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Peygamberimiz buyuruyor:
“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Peygamber Efendimiz, Allâh’ın sevgilisi… Kâinât O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldı. Bu sebeple Cenâb-ı Hak çeşitli misallerle; hayvanat, nebâtat ve hattâ cemâdat âleminden Peygamberimiz’i tanıyan, seven ve O’na hasret duyan varlıkları misal verdi ki, akıl ve gönül sahibi insanlar ibret alsınlar!..
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyan mahlûkātın içinde, Efendimiz’in devesi Adbâ da vardı. Kadı Iyâz; Şifâ-i Şerif’te bu devenin Efendimiz’in vefâtından sonra, yemeyi-içmeyi bıraktığını ve kendisini sahrâlara vurarak, üzüntüsünden vefât ettiğini bildiriyor. (Kādı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c. II, s. 73)
Sahiplerinden eziyet gören ve hırçınlaşan develer, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce sakinleşmişler ve dertlerini O’na şikâyet etmişlerdi. (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, II, 72)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mahlûkāta şefkat ve muhabbetini sayısız misal ile göstermiştir.
•Câhiliyyede canlı hayvanlar ok atışına hedef yapılırdı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu yasakladı.
•Süt veren deve ve benzerlerini sağanların, eziyet vermemek için tırnaklarını kesmelerini ve sütün tamamını sağmayıp yavrusuna da ayırmalarını emretmişti.
•Yavrularını emziren bir kelbi rahatsız etmemek için ordunun güzergâhını değiştirdi.
•Kuş yuvasından yavrularını alanları îkaz etti.
•Yakılmış bir karınca yuvası görünce çok üzüldü ve bunun ağır bir günah olduğunu bildirdi.
•Vardıkları yere geldikleri hâlde binekleri üstünde konuşmaya dalanları dahî îkaz etti.
•Ağacı sertçe silkeleyen bir bedevîye de böyle yapmaması gerektiğini öğretti.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanıyan ve seven mahlûkātın içinde bir hurma kütüğü de vardı:
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mescid-i Nebevî’de hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine çıkarak verirdi. Daha sonra cemaat fazlalaştı. Bir minber yapıldı. Hurma kütüğü kenara kondu. Bunun üzerine bu hurma direği, sahâbe efendilerimizin işiteceği şekilde ayrılıktan inledi. (Bkz. Buhârî, Cum‘a, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)
Hazret-i Mevlânâ; bu ibretâmiz hâdiseyi temsîlî bir şekilde, yani hurma direğinin lisân-ı hâline tercüman olarak şöyle anlatır:
“«Hannâne Direği»; Aziz Peygamber Efendimiz’in ayrılığından ötürü, duyan ve düşünen bir varlık gibi inledi, feryâd etti.
Öyle ki mescidde hazır bulunan genç, ihtiyar herkes bu inilti ve feryâdı duydu.
Cansız bir direğin böyle inleyip feryâd etmesine, ashâb-ı kiram hayret ettiler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- inleyen direğe sordu:
«–Ey direk ne istiyorsun?»
Şöyle cevap verdi:
«–Sen’in ayrılığın yüzünden canım, kan kesildi. Hutbe esnasında bana dayanırdın, şimdi beni bıraktın, minberin üstüne çıktın.»
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle dedi:
«–Ey sırrı bahtına yoldaş olan güzel ağaç! Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapsınlar da; doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut da âhirette ve cennette Hakk’ın seni bir selvi hâline getirmesini ve ter ü taze, ölümsüz bir hâlde kalmayı mı istersin?»
Direk şöyle cevap verdi:
«–Yâ Rasûlâllah! Ben bâkî olanı isterim.»
Ey gafil! Bunu duy da, bari bir ağaçtan aşağı kalma!”
“Hurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?”
“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden ayrı düştüğü için inleyen Hannâne direğini okşadı.
Sen, ey insan!
Bir ağaçtan daha aşağı değilsin. Hannâne direği ol da sen de bu ayrılıktan hasretler içinde inle!..”
Yâ Rabbî!..
Sen’den Sen’in muhabbetini niyâz ediyoruz. Sen’i seven ve Sen’in de sevgine en yüksek derecede mazhar olan Habîbi’nin sevgisini niyâz ediyoruz. Yine Sen’den, bizi Sen’in sevgine eriştirecek, Sen’in muhabbetine yaklaştıracak amellerin sevgisini niyâz ediyoruz.
Nasip ve müyesser eyle!..
Âmîn!..