YAŞANAN ZULÜMLERDEKİ KADER SIRRI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da bildiriyor: 

 

Firavun binlerce bebeği katlettirdi. Yıllarca nice zulümler irtikâp etti. 

 

Ashâb-ı Uhdûd da mü’minleri ateş çukurlarında yaktı. 

 

Daha nice zulümler…

 

Geçtiğimiz asrın başından beri Gazze’de, Filistin’de mü’min kardeşlerimize karşı çok ağır zulümler yapılıyor. Ekim ayından beri, bu zulmün en gaddar şekline bürünerek devam ettiğini görüyoruz. 

 

Yüreklerimiz soruyor: 

 

Allah Teâlâ bu zulümlere niçin müsaade ediyor? Firavun’unkine veya bugünün firavunlarının zulümlerine? Niye kuvvet ve kudret sahibi olduğu hâlde Cenâb-ı Allah küfrün belini kırmıyor da orada; binlerce mâsum çocuk, kundaktaki bebekler, kuvözlerdeki o sabîler azap çekiyor, ızdırap içinde inliyor? 

 

Cenâb-ı Allah kuvvet ve kudret sahibidir. Her şeyin yaratıcısı, kâinâtın sahibidir. Kur’ân-ı Kerim’de de gelmiş, geçmiş, gelecek her şeyin sırrını bizlere beyân etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’i anlayan ve yaşayan kimseler; karşılaştığımız hiçbir şeyin abes olmadığını, lüzumsuz, sıradan ve rastgele şeyler olmadığını bilir. Her şey bir hikmete mebnîdir.

 

Allah bir şeyi var etmeyi murâd ettiğinde, o şeyin olması için gereken sebepleri yaratır. Ziya Paşa’nın, darb-ı mesel hâline gelmiş bir beyti vardır:

 

Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr.

Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.

 

Cenâb-ı Allah bizleri nush ile intibâha gelmeye muvaffak kılsın. 

 

Fakat Cenâb-ı Allah; nasihatle yola gelmeyen, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir ümmeti diriltmek murâd ettiğinde, o ümmeti birtakım imtihanlardan ve sıkıntılardan geçirir. 

 

Görüyoruz ki;

 

Bugün ümmetin nâmusunu, şerefini, izzetini ve haysiyetini muhafaza eden Gazze’deki bir avuç mücâhid müslümandır.

 

Zor zamanlar, çetin şartlar ve olağanüstü, dayanılması güç vaziyetler, büyük kahramanlar doğurur. Tatlı yataklarında yatan, ibrişim yorganları üstüne çeken, yükseklik ayarı yapılmış yastıklarda uyuyan kimselerin, kahvaltıda önüne on iki çeşitten az geldiğinde; «Hani kahvaltıda bir şey yok mu?» diye serzenişte bulunanların ihtiyaç hâsıl olduğunda kıyâm edecek tâkatleri ve hâlleri yoktur.

 

Onun için;

 

Bu ümmette yiğitler doğacaksa, böyle sıkıntılar da yaşanacak. Kahramanlar yetişsin istiyorsak, imtihanlara itirazımız olmayacak. Keşke nush ile, tatlı nasihatler ile intibâha gelebilsek, uyansak ve doğrulsak, lâkin insan tabiatı ekseriyâ zoru görmeden harekete geçmiyor.

 

Bugün Filistin toprakları, Gazze toprakları; yiğitlerin harman olduğu, mücâhidlerin asr-ı saâdetteki gibi göründüğü bir atmosferi yaşıyor.

 

Diğer bir husus da Cenâb-ı Hakk’ın temhîs / ayrıştırma kanunudur. 

 

Nimetin paylaşıldığı, ganîmetin dağıtıldığı yerlerde hâlis müslüman da olur, münafıklar ve menfaat için orada bulunanlar da olur. 

 

Ama işler zorlaştığında, savaş kızıştığında münafıkları ön saflarda bulamazsınız. Arka saflarda da bulamazsınız. Onlar o sırada fitne ile meşgul olurlar. Derler ki:

 

“−Dünyanın en azgın, en kudurmuş ordularına karşı neyle mücadele edeceksiniz? Attığınız birkaç tane teneke parçasının mâl olduğu canların vebâlini nasıl ödeyeceksiniz? Kafa kaldırmak yerine, isyan etmek yerine, kuzu kuzu oturup kesilme sırasının size gelmesini bekleyebilirdiniz. Niye ölümü beklerken tatsızlık çıkarıyorsunuz?” 

 

Dolayısıyla; 

 

Bu tür imtihan vakitlerinin en belirgin sırrı «temhîs» dönemi olmasıdır. Allah, tayyib ile habîsi temhîs eder. İyi ile kötü, imtihanda ayrışır. 

 

Cenâb-ı Hak, Uhud Harbi’nde yaşananların hikmet tarafını şöyle bildiriyor:

 

وَلِيَبْتَلِيَ اللّٰهُ مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ

 

“…Allah, (bu hâdiseleri) kalplerinizde olan (ihlâs veya nifak)ı meydana çıkarmak ve yüreklerinizdeki (niyetleri) pâk ve öz yapmak için (başınıza getirdi.)…” (Âl-i İmrân, 154)

 

وَلِيُمَحِّصَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِر۪ينَ

 

“Allah, îmân edenleri tertemiz seçip kâfirleri mahvetmek için (zafer ve hezîmet günlerini insanlar arasında tedâvül ettirir.) (Âl-i İmrân, 141)

 

Memleketimizde de müslüman-severlerle, gâvur-severler böyle dönemlerde ayrışırlar. Eğer bir kimse -bir söz ile olsun- müslümandan yana olmayı dahî beceremiyorsa, âcizliğinin, çaresizliğinin ve yetersizliğinin faturasını küfre karşı başkaldıranlara kesme zilletini gösteriyorsa, karşımızdaki muhatap, rûhu münafıklıkla harmanlanmış, şahsiyetsiz bir gâvur-severin tekidir.

 

«Temhîs»in ayrışmanın bir sahnesi de hayat tarzlarında, tercihlerde, ticaretlerde yaşanıyor. 

 

Kimi küresel firmalar, açıkça kātilleri destekliyorlar. Ürünleriyle kātilleri besliyorlar. Kârlarını o zâlimleri finanse etmekte kullandıklarını ilân ediyorlar. 

 

Buna karşılık; “Ben mazlumlar için ne yapabilirim?” diye çırpınan müslümanlar da o firmaları boykot ediyor. 

 

Sevdiğim bir kardeşimiz dedi ki:

 

“–Ben boykot yapmıyorum! Çünkü ben zaten yıllardır bu yiyecekleri yemiyordum, bu içecekleri içmiyordum. Bu markaları kullanmıyordum. Ama eşime ve çocuklarıma bunu anlatamıyordum. Fakat bu katliâm, benim yıllardır yapamadığımı yaptı. Şimdi eşim ve çocuklarım da bu markaları tüketmiyor! Benden daha hassas hâle geldiler.”

 

İşte yaşanan ızdırapların acı hikmeti!.. Bunu anlamamız için binlerce bebeğin ölmesi mi lâzımdı? Erbâbı daima bu markalara karşı îkaz ettiği hâlde, maalesef İslâmî STK’ların toplantılarında bile bu ürünler arz-ı endâm ederdi. Şimdi ise muazzam bir infial meydana geldi.

 

Eskiden;

 

“–Ne yapalım bu deterjan her türlü lekeyi çıkarıyor.” diyen mü’mine hanımlar, şimdi; 

 

“–Varsın elbiselerimde kir, pas lekesi kalsın, ama müslüman kardeşimin kan lekesi kalmasın! O kan kokusu burnumuza gelmesin!” diyor. 

 

İnşâallah bu tavır ve kararlılık devamlı olur. Er geç gündemden düştü diye inşâallah bu şuur devreden çıkmaz. Hattâ inşâallah daha da ileri gider: 

 

•Eğitim anlayışımızda da batıyı boykot edelim! 

 

•Hukuk anlayışımızda da zâlimleri boykot edelim! 

 

•Siyaset ve idare anlayışımızda da adım adım izleyip durduğumuz o zihniyetin anlayışlarını terk edelim! 

 

Yeter ki, müslümana yakışır bir üslûpla hakikati anlatalım. Batının, bâtılın maskesini indirip insanımıza onun gerçek yüzünü gösterelim. 

 

Gazze’de yaşanan insanlık dramı karşısında müslümanın duruşu; «Oradaki kardeşlerime nasıl yardım ederim?» duruşu olmalıdır. Küfürle mücadele etmeye gelince herhâlde bizim topraklarımızdaki küfür ve küfrün kalıntıları Filistin’dekilerden aşağı değildir.

 

Onun için mücadele sahamız yeryüzünün belli bir bölgesi ile sınırlı değil. Yeryüzünün tamamı bir cihâd alanıdır. Fakat bu hâdiseler gösterdi ki; dünyanın en gelişmiş tanklarına sahip olmak, en modern uçaklarına sahip olmak netice getirmiyor. Belki çok daha önemli olan; yetişmiş, yürekli, maddî ve mânevî her açıdan donanımlı insan yetiştirmektir.

 

Hepimizin bu anlamda yapmamız gereken, birer «Şeyh Ahmed Yâsîn» olmaktır. 

 

Şeyh Ahmed Yâsîn, başından hâriç vücudunun hiçbir yeri oynamayan bir insan mürebbîsi idi. Bugün Gazze’de kahramanlık gösteren yiğitleri, o yetiştirdi. Yarım yamalak, ne dediği anlaşılamayan sözleriyle, bugün dünyanın en azgın, en vahşi, en âdî dediğinizde bile karşılık bulabilecek seviyeyi tutturamayan gürûhuyla mücadele eden o yiğitleri yetiştiren bir insan.

 

Bizim de, hepimizin vazifesi insan terbiyecisi olmaktır. İnsan yetiştiricisi olmaktır. Fakat onu yapabilmemiz için önce bizim yetişmemiz, bizim o maddî ve mânevî donanıma sahip olmamız gerekiyor.

 

İşte şimdi yapılabilecek bir şey varsa; «Gazze için, Filistin için, yeryüzünün muhtelif yerlerinde zulme maruz kalmış olan kardeşlerimiz için yapacağımız bir şey var mı?» diye soru soracak olursak, yapacağımız en önemli şey, önce kendimiz yetişmeye gayret etmemiz ve aynı zamanda insan yetiştirmeye çaba sarf etmemizdir. Geleceğin îmanlı neslini, tanklara karşı, üzerinde ne varsa, eşofmanıyla, çıplak ayağıyla, başı açık, göğsünü düşmana siper ederek tankın altına yatabilecek cesarette; «Ölürsem şehid, kalırsam dünya bana şâhit!» rûhuna sahip bir gençlik şeklinde yetiştirebilmektir.

 

Ama basit bir zevkinden, içeceğinden, yiyeceğinden dahî ferâgat edemeyen bir toplumun; toplu vurmayan yürekleriyle toplara karşı koyamayacağı âşikârdır.

 

Adamlar muharref dînî referanslarıyla saldırıyorlar. Nil ile Fırat arasını kabîle tanrısı olarak gördükleri Allâh’ın onlara verdiğini iddia ediyorlar. Bu sınırlar içinde bizim Anadolu topraklarımız da var. Bu sebeple Gazze meselesi, sınırlarımızın dışında yaşanan bir meselenin ötesinde, adım adım bizi de alâkadar eden millî bir dâvâdır. 

 

Bunun için milletimizin tek yürek hâline gelmesi lâzımdır. 

 

Mehmed Âkif’in dediği gibi:

 

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. 

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

 

Bizim yapmamız gereken, yüreklerimizin toplu vuruşuna, bir ve bütün oluşuna zemin hazırlamamızdır. Onun için de muhabbet toplumu inşâ etmemiz lâzım. Çünkü cennet îmansız, îman da birbirimizi sevmedikçe olmaz. Birbirini seven, birbiri için fedâ-yı nefs edebilecek bir bütünlük oluşturabilmektir. Siz kendinize sahip çıkın, siz kendinize sahip çıkarsanız, hidâyette olursanız, karşınızdakilerin yoldan çıkmaları size zarar vermez.

 

Hulâsa-i kelâm;

 

“Gazzeli, Filistinli kardeşlerimiz için neler yapabiliriz?” sorusunun cevabı sizdedir, sizin cevherinizdedir. Hepiniz birer Ahmed Yâsîn, hepiniz birer Ebû Ubeyde yetiştirebilecek cevhere sahipsiniz. O cevheri ihyâ etmek, yeşertmek ve yaşatmak hepimizin elindedir.

 

Rabbim bu nesil yetiştirme seferberliğimizi, bu gayemizi, bu niyetimizi mübârek eylesin. Âmîn…