Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -34- TE’VİLLİK SÖZLER

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

HAKK’IN İMTİHANI

 

Müellifimiz müteşâbih ifadeler ve te’vil mevzuunda mühim bir kaide bildiriyor: 

 

Kırk Dokuzuncu Kaide:

 

“Şer‘î nasslarda vehim uyandıran, müşkil ve müphem ibarelerin bulunması; akılların, zihinlerin ve akitlerin meydanıdır.”

 

Yani Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim üzerinde; Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz, Kur’ân’ın yorumu olan, Allâh’ın yine bir nevi vahyi olan hadisleri üzerinde; bizim akıllarımızı ve zihinlerimizi çalıştırmamızı isteyebilir. Bizim akîdemizi, inancımızı, bağlılığımızı ve kararlılığımızı imtihan edebilir.

 

İnsanlar kendi aralarında konuşurken, karşı tarafı zora sokmayacak, tereddütte bırakmayacak, anlaşılır ifadeler kullanırlar. Bulmaca gibi, bir nevi yanlış anlamaya sevk eden mahiyette, imtihan olabilecek türden ifadeleri birbirimize kullanmamız doğru olmaz. Allâh’ın kulları olarak birbirimizi âhirete yönelik imtihan mevkiinde değiliz. Elbette hoca talebesini, talebe hocasını bir şekilde imtihan eder ama buradaki maksat âhirete yönelik bir imtihandır.

 

Allah, kullarını imtihan etmek için; bazen ifadeyi üstü kapalı, bazen dolaylı, bazen kolay anlaşılamayacak şekilde kullanır. Kulları imtihan eder ki, zihinlerini çalıştırsınlar ve netice itibarıyla da herkesin akîdesi ortaya çıksın. Cenâb-ı Allah niye böyle yapar? Zerrûk Hazretleri şu âyet-i kerîmeyle îzah ediyor:

 

«Allâh’ın murdarı temizden ayıklaması (mü’mini kâfirden ayırması) için…» (el-Enfâl, 37)

 

Altın madeni, elementi toprakta bulunuyor. Bir ton toprağın içerisinde madenin kalitesine göre birkaç yüz gram altın bulunuyor. Bu altınlı toprak ateşte eritiliyor. Çer çöp ateşte eriyip gidiyor, altın kalıyor. Onun için altını ateşe tutarlar ki üzerindeki çer çöp, pas, kir ondan ayrıştırılsın.

 

Cenâb-ı Allah da kötüler iyilerin arasından ayrılsın, atılsın diye kullarını imtihan eder. 

 

Cenâb-ı Hak imtihan eder ki;

 

“Îmân ehlinin mertebeleri de ortaya çıksın.”

 

Kur’ân-ı Kerim’de muhkem âyetler gibi, müteşâbih âyetlerin de bulunduğunu, bunun bir imtihan sebebi olduğunu, Cenâb-ı Hak bildiriyor. Müellifimiz bu âyetin bir kısmını iktibas etmiş biz tamamını verelim:

 

Sana Kitâb’ı indiren O’dur. Onun (Kur’ân’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitâb’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. 

 

Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. 

 

İlimde yüksek pâyeye erişenler ise; 

 

«–Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır.» derler. 

 

(Bu inceliği) ancak akl-ı selîm sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 7)

 

Îmanlar mertebe mertebedir. Efendimiz -aleyhisselâm- Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in îmânı ile alâkalı olarak; 

 

“Onun îmânı, bütün ümmetin îmânına ağır basar.” meâlinde ifadeler kullanıyor.* Ebûbekir Efendimiz zorlu imtihanlardan geçtiği için, onun îmânı bütün ümmet-i Muhammed’in îmânından daha güçlü oldu. 

 

Meselâ bir gün Mekkeli müşrikler;

 

“–Tamam artık senin adamını savunacak hâlin kalmadı. Gece göklere çıktığını, Allah ile konuştuğunu, Beyt-i Makdis’e gittiğini söylüyor.” dediler.

 

“−O söylüyorsa doğru söylüyordur.” cevabını verdi. (İbn-i Hişâm, II, 5)

 

Demek ki tereddütsüz, şeksiz, şüphesiz bir îman ve teslîmiyet; onu mertebe mertebe, fersah fersah yukarıya taşıdı.

 

Binâenaleyh;

 

Bu müteşâbih olan âyetlerin te’vilini Cenâb-ı Allah bilir. Bundan neyi kastettiğini, neyi murâd ettiğini O bilir. İlimde kökleşmiş olanlar; «Îmân ettik. Hepsi Allah katındandır.» derler.

 

Peki bugün biz bazı şeyleri te’vil ediyoruz. Daha önce İmâm-ı Gazâlî’nin te’vil hakkındaki üç kaidesini zikretmiştik. Nitekim âlimlerimiz te’vil yapmışlar. Her günün, her zamanın te’vili de kendine göre olur. Meselâ bazı şeyler var ki bütün insanlar onu anlamakta zorlanıyorlar. Bugün daha rahat idrâk edebiliyoruz, daha rahat anlayabiliyoruz. Meselâ âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ancak bir sultan ile / büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” (er-Rahmân, 33)

 

Herhâlde müslümanlar bir uzay aracı yapsalar, adını «Sultan» koyarlar.

 

Binâenaleyh;

 

Bu «Sultan» nedir? Güç-kuvvet midir? Güç-kuvvet dediğimiz ilim midir?

 

Bugün bakıyorsunuz ki ilmin kuvveti hiçbir şeyde yok. Ne kadar babayiğit olursan ol; adam bir matematik formülüyle, bir ilimle, hesabıyla, kitabıyla seni bertaraf edebiliyor.

 

Müteşâbihlerin çözülemeyen tarafları var. Müteşâbihe ulaşmamış olan müevvel / te’vil kabul eden ifadelerin zaman içerisinde farklı anlaşılabilecek olan yönleri var. 

 

“Cenâb-ı Allâh’ın dışında kimse böyle ibham ve işkâl taşıyan kelâmı vaz edemez.”

 

Yani bir insan çıkıp diyor ki: 

 

«Ben size öyle bir kitap bıraktım ki çözün bunun içerisindeki bulmacayı!» 

 

Bu kabul edilir bir şey değil.

 

“İnsanların birbirleriyle konuşmalarında; mânânın açık, lâfzın net olması ve insanların birbirleriyle konuşma dilinde biliniyor olması aranır.”

 

Yani herkesin anlayabileceği açık, seçik, net ifadelerle konuşulur.

 

“Ama nassların kendisinde bir benzeri varsa; bu açık, seçik ifadeler kullanılabilir. Mâlikî mezhebinin meşhur fıkıh kitaplarından biri olan İbn-i Ebî Zeyd el-Kayrevânî’nin er-Risâle adlı kitabında istivâ meselesinin geçmesi gibi. 

 

Usûlcüler bu mevzu ile alâkalı ihtilâf etmişler. Bu şekilde kitapta yer aldıktan sonra da bunu kabul veya te’vil etme noktasında ihtilâf etmişler. Veya; «Bu ifadenin, bu görüşün sahibi zâhirî mânâyı kastetmiştir.» diye hamledilmek üzere farklı ihtilâflara, yorumlara gitmişler.”

 

Yani biz, Cenâb-ı Allâh’ın kelâmında geçen ifadeleri te’vil ederiz. Onları îzah ederiz, onları anlamaya çalışırız. Ama insanların sözlerini olduğu gibi anlarız. 

 

Maalesef bazen ifrat ve tefrite gidildiği oluyor. Şöyle ki:

 

Sıradan bir kişi alengirli bir lâf söylese, bundan dolayı garibanı ipe gönderiyoruz. Ama kelli felli biri aynı lâfı söylediğinde bin bir te’ville onu kurtarmaya çalışıyoruz. Oysa zırvanın te’vili olmaz. Eğer Cenâb-ı Allâh’ın kelâmında, Peygamber’in sözünde anlamadığımız bir kelime olursa; onu anlamak için kendimizi yırtarız. Ama Ahmet’in Mehmet’in sözünde böyle bir şey varsa bırakırız.

 

“−Filân şair ne demiş?”

 

Ne demişse demiş.

 

Yani altında bir ibâdet yok. Ama; «Allah bir şeyi emretti mi? Ne emretti?» diye bunu çözmek benim kulluk vazifem.

 

“Bütün bunlar (yani adamın söylediği sözü doğru bir mahmile yönlendirme çabası, gayreti) o kişi, kendi alanında mûteber bir imam ise gereklidir.”

 

Meselâ Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri’nin sözlerini te’vil ediyoruz. «Şunu kastetmiştir» diyoruz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bazı sözlerini te’vil etmek durumunda kalıyoruz. 

 

Yoksa pazarcı Mehmet Ağa’nın sözü ile ilgili bu çabayı, bu gayreti göstermeyiz. Niye?

 

Çünkü Mevlânâ olsun, Muhyiddin İbn-i Arabî olsun kendi alanlarında mûteber, liderdirler.

 

“Bu şahıs, ister sûfî olsun ister fakih olsun. Böyle kendi alanında mûteber bir imam olmalı.”

 

«Kendi alanında mûteber imam» diye özellikle ifade ediyor. 

 

Meselâ İmam Buhârî… Hadis denilince kimse eline su dökemez. Ebû Hanîfe de fıkıhta aynı şekilde mûteber. İmam Buhârî’nin hadis kritiği başımızın üstündedir. Ama iş fıkha geldiğinde İmam Buhârî’nin imam olduğu alanın dışındaki bir kanaati olarak değerlendiririz. 

 

Kendi alanında, imam olduğu bir meselede onun sözünü te’vil etmek, yorumlamak, anlaşılır hâle getirmek için bir çaba sarf ederiz. Ama çok büyük adam, fakat kendi alanı dışında bir lâf söyledi; onu duymazlıktan geliriz. Onunla ilgili mesai harcamayız.

 

“Böyle bir durumda sözü mutlak olarak kendisine iade edilir, reddedilir. Aslı ve benzeri olmayan şeylerde de aynı şey yapılır.”

 

Hulâsa;

 

Kişi kendi alanında mûteber bir imam ise, şer‘î nasslarda karşılığı veya benzeri olan bir konuda bir vehim oluşturan, müşkil bir sözü yine kendi alanında söylemişse onu te’vil ederiz. 

 

Lâkin hiç Kur’ân ve Sünnet’te karşılığı olmayan, benzeri olmayan bir alanda bir şey söylemişse meselâ âhiret âlemine dair nasslarda geçmeyen bir husustan bahsetse reddederiz, kabul etmeyiz.

 

“Eğer şer‘î nasslarda bir aslı veya benzeri yoksa kim olursa olsun mutlak olarak reddedilir.”

 

Bu kaide, özellikle; «naz makamı» şeklinde aktarılagelen sözleri de içine alıyor. 

 

Bu kaidedeki meseleler, kişinin anlaşılması problem olan veya farklı menfî anlamları akla getirebilecek ihtimali olan sözleriyle ilgilidir. Bir de «reddedilir» denilmesinden maksat, dînî bir kaynak olarak veya bir bilgi olarak kullanılmaz, demektir. 

 

Yani söz gelimi Yûnus Emre Hazretleri’nden nakledilen meşhur kıt‘a:

 

Cennet cennet dedikleri, 

Birkaç köşkle birkaç hûrî,

İsteyene ver sen ânı; 

Bana Sen’i gerek Sen’i.

 

Bu cümlenin düz mânâsı, Hazret’in cenneti istemediği şeklindedir. Bu da doğru değildir. Peygamberimiz dâhil, bütün Hak dostları cennete tâlip olmuşlardır. 

 

Ama ince düşünülürse, Yûnus Emre Hazretleri’nin aslında pazarlığı daha üst makama çıkardığını anlarız. Yani insanlar neyi isteyebilirler? Cenneti isteyebilirler veya Sen’in cemâlini isteyebilirler. Evet, cennette insanların beklentileri, Kur’ân’da haber verildiği üzere; köşkler, hûrîler, canının çektiği her şey… Ama ben daha ziyadesine tâlibim.

 

Hârun Reşid’den rivâyet edilir:

 

Hârun Reşid bir gün câriyelerine demiş ki:

 

“−Dileyin benden ne dilerseniz.” 

 

Biri;

 

“−Dicle’nin kenarında bir köşk.” demiş.

 

Bir diğeri;

 

“−Şu kadar hizmetlim olsun.” demiş.

 

Siyâhî bir cariyesi varmış. O da;

 

“−Ben seni istiyorum.” demiş.

 

Niye? Kaynağı aldığın zaman diğer hepsine sahipsin zaten.

 

Yine rivâyet edilir ki; 

 

Ebû Hanîfe Hazretleri, Kâbe’yi gördüğümüzde yapılan duâların kabul olacağına dair söze binâen;

 

“−Yâ Rabbî! Bundan sonra yapacağım duâlarımı kabul et!” demiş.

 

Bir kişi;

 

“−Herkes birkaç duâ ister. Ben duâmın sahibi olan Sen’i istiyorum yâ Rabbî!” dediğinde duâyı hafife almış mı olur? Hayır.

 

Naz makamı şahsın herhangi bir şey içmeden sarhoş olmasıdır. Bu bir sekr / sarhoşluk hâli. Adına «naz makamı» denilmesi yanlış anlaşılmalara mahal vermemek içindir.

 

Hadîs-i şerifte buyuruluyor ki:

 

“Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek;

 

«−Allâh’ım! ‘Sen benim kulumsun; ben de senin Rabbinim’ diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.»” (Müslim, Tevbe, 7. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 49, Deavât, 99; İbn-i Mâce, Zühd, 30)

 

Bu söylenecek söz değil ama, hadiste bunu Peygamber Efendimiz; sevinçten aklını yitirmiş olan kimsenin sevinç makamında söylediği bir söz olarak bildiriyor.

 

Onun için naz makamı dediğimiz, kişiye özel bir durumdur. Onu kendi şartlarında, ona has olarak değerlendiririz ama ondan ilim devşirmeyiz. Din öğrenmeye kalkmayız. Aynı şartları yaşamadığımız, onun gibi mânevî bir sekr hâline girmediğimiz için, bunları taklit etmemiz de doğru olmaz. Bu söz değil, taklidimiz edepsizlik olur. 

 

Cenâb-ı Hak, her hâlimizi rızâsına muvâfık eylesin. Âmîn!.. 

 

_________________

 

* Bkz. Mübârekpûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/298; Kenzu’l-Ummâl, H. No: 35614.