Sanatımızda; «GÖNÜLLER SULTANI» HAZRET-İ MEVLÂNÂ

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

 

Mîlâdî on üçüncü asır… Bir yandan haçlı baskısı, diğer yandan Moğol zulmü ile bunalmış, ye’se düşmüş Anadolu halkı…

 

İşte, tam da o devirde; istikbâlin «Anadolu İrfânı» diye tabir olunacak o muhkem kalesinin gönül gönül örülmesinde büyük pay sahibi olacak bir delikanlı, ailesi ile Belh’ten başlayacak meşakkatli bir yolculuğun besmelesini çekiyordu.

 

Hicreti esnasında, olgunluğu ile görenleri kendisine hayran bırakan genç Muhammed Celâleddin; bir dizi göçün ardından yükünü yedi seneliğine Lârende’de (Karaman) indirecek, muhterem vâlidesi ve ağabeyini burada sırlayacak ve ilk izdivâcını da yine bu diyarda yapacaktır.

 

Ancak, devrin kudretli hükümdarı Alâeddin Keykûbad’ın yoğun ısrarları neticesi; sevgili pederi, Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in kararı üzerine, artık nihâî meskenleri olacak Konya’ya hareket ederler.

 

Âlimler sultanının bu kıymetli evlâdı; yıllar ilerledikçe kendini geliştirerek, o dönem medreselerde vazife yapan en yüksek ilim adamlarına verilen «müderrislik» mertebesine ulaşır ve yaptığı tesirli dersler ile halkın büyük muhabbetini kazanır.

 

Bir gün, «Tebrizli Şems» diye bilinen esrarengiz bir dervişle karşılaşmasını müteâkip; yaşadığı derin iç muhasebesi ve bunun getirdiği mânevî dönüşümle, artık eski müderris gitmiş, yerine Rum diyârının «Gönüller Sultanı» Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gelmiştir.

 

Vefâtının üzerinden asırlar geçmesine rağmen; dîn-i mübîn-i İslâm’a olan büyük hizmetleri ve insanlığa verdiği sayısız hikmetli öğütleri ile sedâsı çağları aşan bu büyük Hak dostunu anlatmaya, bizim mahdut sayfalarımız elbette yeterli değildir. 

 

Dolayısı ile bizler de; medeniyetimizde Hazret-i Mevlânâ’yı konu edinmiş, dikkate şâyan bazı sanat eserlerinin takdimi ile yazımıza devam etmeyi uygun görüyoruz.

 

İlk olarak, makalemizin başlık kısmında görülen ve Mevlânâ Külliyesi ile semâ eden mevlevî dervişleri tasvîr eden minyatürden bahsedelim:

 

Söz konusu eser, asıl mesleği mimarlık olmasına rağmen Türk minyatür sanatına gönül veren ve bu dalda birçok özgün çalışma ortaya koyan Nusret ÇOLPAN’a (1952-2008) aittir.

 

Bir diğerini inceleyecek olursak;

 

İlk bakışta kâğıda icrâ edilmiş bir hüsn-i hat levhası gibi görünse de, esasında «cam altı boyama» adı verilen bir teknikle; «Yâ Hazret-i Mevlânâ -kaddesallâhu sirrahû-» ifadesinin işlendiğini görüyoruz.

Adı geçen sanat dalında; cam satıh üzerine, su bazlı boyalar ile (toz, sulu, guaj veya cam boyası gibi) resim yapılmaktadır.

 

Kâğıt, tuval, ahşap ve duvar gibi satıhlarda uygulanan resmetme usûlünün aksine; cam altı resminde kompozisyon ters olarak tatbik edildiğinden, sondan başa doğru giden bir metodla eser tamamlanır. Bu sebeple sanatkârın daha dikkatli olmasını gerektirir.

 

Sıradaki eserimiz ise; günümüzde bilinen sanat dallarının biraz dışında kalmakla beraber, Osmanlı devrinde pek rağbet gören «kuru yaprak oymacılığı» tekniğiyle işlenmiştir. Peki, mevzubahis sanatta eser verilir iken, nasıl bir yol izlenmektedir?

 

Şöyle ki, yaprağın oyulmasının ardından, ara vermeksizin desenin tamamlanması şarttır. 

 

Zira, kesilen taraf ısı alacağı için nem kaybı yaşanır ve o kısımda, yaprak büzülüp şekil kaybedeceğinden, istenilen netice elde edilemez. Bu yüzden sanatkâr; yaprağın ziyan olmaması için, eseri bitene kadar bir an olsun başından kalkamaz.

 

Aşağıda bir örneği verilen tütün yaprağı da on dokuzuncu asırda aynı usûlle işlenmiş ve üzerinde tâlik hatla; «Yâ Hazret-i Mevlânâ» yazılmıştır.

Dilerseniz makalemizin son bölümünde de tamamen hüsn-i hat sanatı ile meydana getirilmiş latif bir esere yer verelim:

Osmanlı son devri mâhir hattatlarından Hasan Sırrı Efendi (1836-1907) imzalı olup, tarih kaydı bulunmayan eserin üst kısmında, hat sanatının en kadîm biçimlerinden birisi olan ve Kûfe şehrinde zuhûrundan nisbetle «Kûfî» adı verilen yazı ile yine; «Yâ Hazret-i Mevlânâ» metni görülmektedir.

 

İlâveten, sol ve sağ alt tarafta görülen koltuk kısımlarının arasında ise; tâlik hattı ile, kendisi de bir mevlevî olan Şeyh Sâlih Dede’nin (v. 1480-81) şu beytine yer verilmiştir:

 

Dü cihanda eğer altın ola dersen nâmın;

Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânâ’nın!

 

“Eğer isminin dünya ve âhirette altın olmasını istersen; Hazret-i Mevlânâ’nın yoluna, muhafazası altına gir!” 

 

Sikke kelimesinin iki mânâsı vardır: 

 

Mevlevîlerin başlarına giydikleri, 25–30 santim boyunda, silindir şeklinde, dövme keçeden yapılma, bal rengi veya beyaz Mevlevî külâhı…

 

Madenî para… 

 

Şair iki mânâyı da ayrı ayrı hissettirerek istihdam sanatı yapmaktadır. 

 

Hazret-i Mevlânâ gibi Hak dostlarının yolundan gitmek, onlara tâbî olmak insana asıl âhirette derece ve değer kazandırır. Bunun yanında irfan, kültür, sanat ve edebiyat âlemi bakımından mevlevîlik dünyada da büyük bir itibar kaynağı olmuştur. Şeyh Gālib bu hakikati şöyle ifade etmiştir:

 

Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir

Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir

Sanadır ilticâsı Gālib’in yâ Hazret-i Monla!

Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir!

 

Cenâb-ı Hak, cümle Hak dostlarının şefaatlerine nâil eylesin!..