Mazlumların Âhı; ZÂLİMLERE HÜSRANDIR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Zulmün içindekiler de dışındakiler de ciddî bir imtihandadır. Herkes cennet mi cehennem mi imtihanından geçmektedir.

 

Zâlimleri aldatan mantık ise;  

 

Biz zulme devam ediyoruz, fakat başımıza herhangi bir ceza gelmiyor. Ne yaparsak yanımıza kâr kalıyor. Öyleyse neden vazgeçelim ki bu kârlı durumdan?” şeklindeki boş lâkırdılarıdır. 

 

Bu yüzden en sonunda mutlaka görecekleri gerçeği ilk anda göremiyorlar.

 

Oysa;

 

Bir zulüm, battığı denâetin / alçaklığın en dibine kadar batar. Kahr-ı ilâhî ondan sonra tecellî eder. Ya da olumsuz mânâda çıkacağı yere kadar çıkar, zirveyi görür, ondan sonra tepetaklak devrilir. Yani önce zulüm kemâle erer, ilâhî gazap da ondan sonra devreye girer. Yani zulüm son haddine vardıktan sonra ilâhî intikam galeyâna gelir.

 

İbretler çok:

 

Zulüm ortamında îmanlı bir kadına acımasız, ahlâksız, vahşî, kâfir bir zâlim musallat olmuştu. Türlü tecavüzlerden sonra bir de kadıncağızın iç giysilerine varana kadar her şeyini elinden aldı. Zavallı kadın, oradan geçen âciz ve yaşlı bir kimseden medet istedi. Güçsüz ihtiyar dedi ki:

 

Bu kâfirin zulmü haddini aştı, artık merak etme, kahr-ı ilâhî kudret pençesini ona vurdu vuracak.

 

Tutunacak dalı olmayan zavallı kadıncağız; 

 

Ah be dede, kurtaramıyorsun, akıl veriyorsun, dedi.

 

Sonra paramparça olmuş bir yürekle ellerini semâlara açtı:

 

Yâ Rabbî, beni kahreden zâlimi kahreyle!

 

Aradan çok geçmedi. Şiddetli bir fırtına koptu. Kurşun taneleri gibi yağmur başladı. O esnada ânîden çakan dehşetli bir şimşek, o zâlimin başından girdi, ayaklarından çıktı. Az önce şen kahkahalar atan mel‘un, bir anda kömür kesildi, olduğu yere yıkıldı kaldı.

 

Bir zâlimin daha sonu hezîmet oldu.

 

Câhiliyye devrine ve asr-ı saâdete bakalım:

 

Mekke döneminde müşriklerin zulümleri yüzünden her yan âhlar ile dolmuştu. Gün geldi o âhlar, Bedir’den Hendek’e kadar tüm zâlimlerin hüsranı oldu.

 

Yani vakti gelince;

 

Mekke’nin mazlumları kazandı, zâlimleri kaybetti.

 

Ancak;

 

Zafer getiren tüm âhların sırrı, en başta fedâkârlık dolu gayretlerdi.

 

Hadîs-i şerifte;

 

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) buyuran Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hem Mekke hem Medine devirlerinde müşrikler, münafıklar ve ehl-i kitap kâfirler tarafından her türlü hücum ve tasalluta dûçâr oldu. Hepsinde de bizzat Cenâb-ı Hak muhafaza buyurdu. Çünkü Hazret-i Peygamber ve ashâbı, Allah yolunda her fedâkârlığın zirvesinde idiler. Her hâdisede fî-sebîlillâh pervane ve cansiperâne bir çırpınış içinde idiler. 

 

Mekke’den Medine’ye hicret ediliyordu. 

 

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun bu hareketini fark edince;

 

“–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.

 

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-;

 

“–Yâ Rasûlâllâh! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.

 

Sevr Mağarası’na ulaştılar.

 

Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:

 

“–Yâ Rasûlâllâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerât deliklerini kapattıktan sonra;

 

“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223)

 

Allah onları o daracık mağarada muhafaza etti.

 

Açıkça;

 

Fedâkârlıklar ne kadar büyükse, ilâhî yardımlar da o kadar büyük oldu.

 

Bu idrâk ile;

 

Tüm sahâbe, her fedâkârlık için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘atlerde bulundu. Bedir’de büyük bir fedâkârlık ve sadâkat gösterdiler. Dediler ki:

 

–Biz eyledik Sana îman ki, yâ Rasûlâllah,

Getirdiğin yüce Kur’ân’a hak dedik billâh!

Nasıl dilersen o sûrette ferman eyle bize,

Çekinmeyiz, gireriz biz, girin desen denize! 1

Yahûdiler gibi; ‘Rabbin ve Sen savaş!’ demeyiz,

Biatta verdiğimiz söz bu, Sen’leyiz hepimiz.2

 

Böylece o Bedir günü Cenâb-ı Hak; 1000 melek, 3000 melek, 5000 melek gönderdi. Büyük bir zafer ihsan eyledi.

 

Peygamber Efendimiz, o gün şu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okudu:

 

“O topluluk yakında hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.” (el-Kamer, 45) 

 

Hazret-i Ömer diyor ki:

 

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acaba hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Sa‘d, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

 

Hendek harbinde ise;

 

Dışarıdan müşrikler, içeriden yahudiler ve münafıklar, müslümanları iki ateş arasında bırakmıştı. Üstelik soğuk ve açlık da, had safhadaydı. İşte o anda Allah, gözükmeyen ordularını gönderdi. (Bkz. el-Ahzâb, 9)

 

İnşâallah bugün Gazzeli mazlumlara da, Allah Teâlâ görünmez ordularıyla yardım eyleyecektir. Bugün o mazlumlardan yükselen her âh, en sonunda zâlimlere hüsran olacaktır.

 

Takdîr-i ilâhî:

 

Zâlimler hep olageldi.

 

Peygamberlerini katleden zâlimler bile çıktı. Onlar zaman zaman güç sahibi oldular fakat dünyada hiçbir zaman itibar sahibi olamadılar. Hidâyete gelenleri hâriç, onlar, âyet-i kerîmelerde beyan buyurulduğu üzere Cenâb-ı Hakk’ın daima lânetine uğradılar. 

 

Her dâim;

 

Mazlumların âhı, zâlimlerin çarkını bozdu.

 

Unutmamalı:

 

Bu fânî dünya, kum gibi imtihanlar devranı.

 

Hem fert olarak hem toplum olarak bütün insanlık, her türlü imtihanda harman oluyor. Hayat defterleri kapandığında ise kaybedenler, nefislerine ve insanlığa zulmeden zâlimler.

 

İnsanlık tarihi;

 

Baştan sona onların en nihayet nasıl kaybettiklerinin ibretleriyle ve ispatlarıyla dolu. Zâlimler de zaten en sonunda kaybetmemek telâşına kapıldıkları için dünyayı zulüm kıskaçlarında boğmaya kalkışıyorlar her zaman. Fakat ne yapsalar da gerçek netice, hiçbir vakit onlardan yana değil.

 

Kardeşi Hâbil’i öldüren Kābil, hayatta mı kaldı? Ne kazandı? Peki, o zâlimin elinden ecel şerbetini içen Hâbil, ne kaybetti?

 

Zâlimlerin bakış açıları hem kör hem kısa olduğu için onlar, ancak cellâtlık yaptıklarında kazanacaklarını zannetmişlerdir hep. Lâkin bu fânî hayat ve sonrası, onların hesapladığı kısacık ve daracık zanlarına göre çıkmamıştır hiç. Her zulüm zeval bulmuş ve mutlaka ilâhî adâlet tecellî etmiştir.

 

Hakikat ortada;

 

Firavun, Nemrut, Ebrehe ve Hülâgû gibiler iki günlük hesaplarına göre hareket ettiler, zulümden zulme daldılar fakat, en sonunda hesap edemedikleri sonsuz gerçekle karşılaşmadılar mı? Hepsi de ilâhî intikama tuş olup toprak altına düşmediler mi? Sonsuz azâbı görünce donup kalan zâlim çenelerinde şimdi cılız da olsa hiçbir ses var mı? Nice mazluma kan ağlatan o zâlim ruhlar, masum çığlıkları duymayan o sağır duygular, şimdi gazap alevleri ortasında kendileri de işitilmeyen feryatlara mahkûm değil mi? Üstelik hepsi de, artık faydasız pişmanlıklarının kahrıyla daha da artan cehennem yangınında kömürleşen kuzu gibi, hem de mum gibi.

 

Zâlimlerin zafer ve kazanç zannettiği zulümlerin sonu işte bu: 

 

Korkunç bir âkıbet.

 

Hiç değişmez:

 

Mazlumların âhı, zâlimlere hüsran.

 

İmtihanlar esnasında tablolar ne kadar farklı görünse de imtihan bittiğinde kazananlar, daima mazlumlar. 

 

Farklı bir ibret:

 

70 hâfızın şehid edildiği Bi’r-i Maûne fâciasında Âmir bin Fuheyre -radıyallâhu anh- adlı sahâbî, şehid olurken şöyle haykırdı:

 

Vallâhi ben kazandım!

 

Onu öldüren Cebbar İbn-i Sülmâ, bu cümle karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı ve daha sonra îmanla şereflendi. Böylece Âmir bin Fuheyre -radıyallâhu anh-, şehid olarak hem nice ilâhî müjdeleri kazandı, hem de kendisini öldürenin bile hidâyetine vesile oldu, yine kazandı.

 

O zulme kandırılan Cebbar İbn-i Sülmâ der:

–Fuheyre oğlu yiğit Âmir’in son ânı hüner!

Önünde dağ gibi şahlandırıp da kısrağımı,

O göğse öyle çetin sapladım ki mızrağımı,

Ta çıktı sırtına, lâkin diyordu: –Îmân et;

Şu oldu son sözü: –Vallâhi ben kazandım evet!

Kafam karıştı, şaşırdım bu gördüğüm hâle,

Huzûr içinde göçüp gitti, hem tebessümle.

Ben öldüren canavardım, ölen taraf kendi,

Ne kârı vardı, ölürken kazandıran neydi?

Neden demişti: –Yemîn eylerim, kazandım ben!

Yenildi zannediyordum cihanda öldürülen.

Fakat ölüm ve hayat sırrı, başka gerçekmiş,

Asıl ölen, yaşayan kim, son ayna çok müthiş!

O anda, uçtu şehîdin semâya hür cesedi,

O anda anladı gönlüm, niçin o böyle dedi.

O an açıldı gözüm, ben de aynı cân oldum,

Ebed hakîkati gördüm de müslümân oldum!3

O an, huzûruna Peygamber’in gelip Cibrîl,

Ne oldu hepsini bildirdi: –Ey hüzünlü Cemîl,

Şehîd olup yüce Allâh’a uçtu hâfızlar,

Şu anda her biri şad, çünkü râzı Hazret-i Yâr! 4

 

 

Rızâya şükrünü bülbül misâli bağladı öz,

O katliâma fakat gül misâli ağladı göz!

Ağır ihânete bambaşka yaş akıttı Nebî,

Kerem edip nice cellâdı affeden kalbi,

Keder içinde yürekten o denli çekti ki ah,

Şu bedduâyı bir ay yaptı her namazda sabah:

–Rasul ve zâtına isyancı halkı eyle harab,

Usayye, Ri’l’e ve Zekvân’a lânet et yâ Rab!5

 

Bütün sahâbe, pür âmînle oldu sel, ancak,

Bütün gürûhu münâfıklarınsa, mest olarak,

Uhud’da yüz geri etmiş, rezil hasatlarına,

Zemin budur diye hız kattılar fesatlarına.

 

Konuştular: –O ölenler de uysalardı bize,

Hiç ölmemiş olacaklardı, göz gerekli size!

Bakın sefillere, onlardı oysa körlük eden,

Cevap, gazaplı ve tehditli geldi göklerden:

Evinde yan gelip ihvân-ı dîni hakkında,

–Eh uysalar bize ölmüş değildi onlar da!

Diyen için, de ki: –Hak sözlü sizseniz cidden,

O hâlde, siz sizi kurtarsanız ya ölmekten!6

Şu nefsin ölmesi ancak Hudâ’nın emri ile,

Katında vakti kesin, tam yazılmış ânı bile.7

Netîce, yüzleri nankörlerin düşüp soldu,

Fakat o Bi’r-i Maûne’yle gözler al oldu.

 

Enes diyor ki: O yetmiş şehîde öylesi zâr,

Elemli oldu ki, Peygamber’in o vakte kadar,

Bir ay boyunca akan yaşla doldurup da günü,

Bu denli bir şeye hiç görmedim üzüldüğünü.8

 

O kimseler, çok özel, çünkü ehl-i Kur’ân’dı,

O kimseler, bu güzel dîni yansıtan candı.

 

O kimseler, yüce Kur’an dalında bülbül idi,

O kimseler ki, Nebî ravzasında hep gül idi.

Bu dîni tebliğ için bir bir oldular kurban,

Kazandılar, dediler: –İşte cennetü’r-Rıdvân!

 

Sarıl bu örneğe mü’min, o gün devâm ediyor,

Önünde Bi’r-i Maûne’yle aynı dert, içi kor!

Çekinmeden yakıyor müslümânı zâlimler,

Yahûdilerle münâfıkların fesâdı beter!

Bebekler, anneler, evler; harâbe aynı küme,

Bu zulmü perde filim zannedip gülüp geçme!

Figānı duy, yüce Peygamber’in gözüyle üzül,

Yanık duâlar içinden rızâ-yı Hakk’a süzül!

Koşup da yardıma, kardeşliğin nasıl, göster,

Kulum desin Yaratan, ümmetim desin Server!

 

Bu denli kimler olur Hak Nebî’ye pervâne,

O kimseler, olacak doğru aşka destâne.

O kimseler, yüce dînin safında liste başı,

O kimseler, nice mazlumların kederli yaşı!

O kimseler, yine Kur’ân’ı tam şeref taşıyan,

O kimseler, ulu Allâh için ölüp yaşıyan!

O kimseler ki uyar, neyse emr-i Peygamber,

Yeminle işte kazandım! deyip de öyle göçer!

O kimseler gibi Seyrî, tam ehl-i Kur’ân ol,

Nebî’ye kendini en sevdiren gönül ile dol!

 

Unutmamalı:

 

Uhud’da da yetmiş şehid verilmiş, Rasûlâllah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mahzun olmuştu. Ashâb-ı kiram;

 

“–Mahzun olma, yâ Rasûlâllah! Biz şehid olmaya bey‘ât ettik” dediler. 

 

Hudeybiye’de; 

 

“–Gönlünde ne varsa ona bey‘at hâlindeyiz.” dediler. 

 

Cenâb-ı Hak bu bey‘atı tebrik etti:

 

“…Allâh’ın (yardım) eli onların elleri üzerindedir…” (el-Fetih, 10) buyurdu. 

 

Onlardan râzı olduğunu bildirdi.

 

Çünkü onlar;

 

“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) âyetini yaşamaktaydılar. 

 

Onların ardınca aynı şuurla ölümsüzleşen nice âbideler yetişti.

 

I. Murad Han, Bursa’nın en güzel zamanındaki rahatlığı bıraktı, sefere çıktı, 1.000 kilometre gitti. Kosova zaferi gerçekleşti. Allâh’a duâsı üzere o zaferin kurbanı olarak da kendisi harp meydanında şehîd oldu.

 

Fatih Sultan Mehmed Han;

 

Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u alırım, azminde idi.

 

Aynı azimle askerler surlara tırmanırken;

 

Şehidlik sırası bizde, diyerek ileri atılıyorlardı.

 

Hep birlikte Peygamber müjdesine mazhar oldular.

 

Sonra zorlu devirler geldi. 

 

Düşman cephelerden bağrımıza kadar amansız kasırgalar ve tufanlar koptu. Ceddimiz Osmanlı’nın işte o son demlerinde, pek çok vatan toprakları elden çıktı, milyonla ahâlî şehîd oldu, milyonla ehl-i îman evsiz-yurtsuz kaldı. Ağır işgaller ve dehşetli zulümler yağdı başımıza. Muallim Cûdî Efendi, şöyle feryat etti:

 

يَا سَيِّدَ الْوَرَاءِ قُمْ قَدْ قَامَتِ الْقِيَامَةِ

 

“Ey Âlemlerin Efendisi, kalk! Kıyâmet kopuyor!..”

 

Büyük bir seferberlik başladı.

 

Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde, son olarak da 15 Temmuz’da kâbına varılmaz fedâkârlıklar sergilendi. 

 

Yine mazlumlar kazandı, zâlimler kaybetti.

 

Acaba;

 

Muallim Cûdî Efendi, bugünleri görseydi, Gazze’deki vahşetler karşısında kimbilir nasıl feryat ederdi? 

 

Şimdi o feryat, bize düşüyor.

 

Zira bu merhamet feryâdını batı medeniyetinden duymak, hiçbir zaman mümkün olmadı. Olmaz da. Lâfta ne kadar süslü konuşsalar da icraatte onlar da daima zulmü ve zâlimliği tercih ediyorlar. Bundan dolayı batı medeniyeti türlü dramlarla doludur: 

 

Victor Hugo’nun meşhur «Sefiller» romanında çocukları aç bir kimse ekmek almak için bir fırının camına vurur. Kan revan içinde kalır. Hapse atılır. Çocuklar da perişan ve sefil kalırlar.

 

İslâm medeniyetinde ise böyle dramlar yoktur. Daima mes’ûliyetler, emânetler ve fazîletler ön plândadır. Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- anlatıyor:

 

“Bir kıtlık senesinde fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı. Rasûlullâh’a gittim (hâlimi arz ettim).

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (bahçe sahibini çağırttı ve) ona;

 

«−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.

 

Sonra bahçe sahibine torbamı iade etmesini söyledi. 

 

Daha sonra da;

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım vesk (60 veya 120 kg.) miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

 

Bu farkı idrâk edebilenlere ne mutlu!

 

En ağır şartlarda bile bedbin / kötümser değil daima nikbin / iyimser olabilen fedâkâr mü’minlere ne mutlu!

 

Hâsılı;

 

Dünya ve âhirette kaybedenlerden değil gerçek mânâda kazanan bahtiyarlardan olabilenlere ne mutlu!

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et,

 

Âmîn! 

 

__________________________

1 İbn-i Hişâm, II, 253-254 

2 Buhârî, Meğâzî, 4; Tefsîr, 5/4       

3 İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349.

4 Buhârî, Cihâd, 9.              

5 Buhârî, Cihâd, 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297.      

6 Âl-i İmrân, 168.

7 Âl-i İmrân, 145. 

8 Müslim, Mesâcid, 302.