KÜLTÜR ve SANATIN BİZCESİ

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

 

Geçtiğimiz zaferler ayı olan Ağustos ayında (24-26 Ağustos); Muş ilçemizin Malazgirt ilçesinde, zaferin yıldönümü kutlamalarında; ata sporlarımız, gençlere yönelik faaliyetler ve gösteri ekiplerinin icrâ ettikleri faaliyetlerin yanında, hem yörede yaşayan halkımızın hem uzaktan-yakından teşrif eden misafirlerin yanı sıra memleketimizin kültürel bütünlüğüne yakışmayan -sözüm ona- sanat adına sergilenen pespaye konser, bizleri derinden yaralamıştır. 

 

Böylesi anlamlı bir günde, bu ne anlamsız bir iştir! 

 

Bizim bu kıymetli işi üstlenecek hiç mi kültür ve sanat adamımız yok? Bugün önemli imkânlara sahip kadrolar; neden bir zafer şöleninde ve neden bu değerli vazifeyi, kıyafet yönüyle kültürümüze taban tabana zıt düşecek bir zavallıya terk ediyorlar ve dahî izin veriyorlar? Günün mânâ ve ehemmiyetini dillendiren marşlar, ezgiler, türküler neden yok da pop konseri var? Belediyenin bu anlamlı günde pop konseri düzenleme vazifesi mi var? Kınıyoruz, kabul edemiyoruz. Dolayısıyla biz bu ayki yazımızda, «kültür ve sanat» konusunun İslâmîcesine değinmek istiyoruz efendim müsaadenizle…

 

Evvelâ, kültür deyince ne anlamalıyız ona bakalım istiyoruz: 

 

Kültür, bir milletin maddî ve mânevî değerlerinin bütünüdür. Kültür; milletlerin tarih boyunca geçmişte yaşayan dil, din, inanç, bilgi, düşünce ve töre birikimleridir. Toplumda yaşayan değerler toplamının yani geçmiş mîrâsın; bozulmadan hattâ geliştirilerek bir sonraki kuşağa aktarılması çalışması, tarihî bir sorumluluktur. Bunda herkesin katkısı olmalıdır. Zira toplumlar, kültürel değerleriyle varlıklarını devam ettirirler. 

 

Yazımızın başlığına sanatı da aldık, zira kültür ve sanat genelde birlikte anılır. Bu sebeple sanatı da tarif etmek gerekirse; araştırmaların gösterdiklerinden özetlediğimiz kadarıyla şöyle söyleyebiliriz: Sanat; kişilerde mevcut olan hayal gücünün, değişik kabiliyet ve yeteneklerin farklı biçimlerde, kendine has yöntemlerle, açığa vuruşlarıyla ortaya çıkanlardır. «Sanat, dünyayı anlamanın çok yönlü ifadelendiriliş biçimidir.» deniyor. 

 

Güzel bir tarif… 

 

Bilineceği üzere; sanatta güzellik, estetik ve göze hitap hâkimdir. Bu kavram; kişilere, toplumlara göre değişiklik gösterir. Sanatta duygu ve paylaşımcılık hâkimdir. Sanat pozitif anlamda kullanıldığında, insanlığın gelişimine olumlu katkı sağlar. Aynı zamanda; «Sanat; toplumlar arası iletişim kurmada, kültürel köprü olma vazifesi yapar.» dersek abartı olmaz. Sanat ister istemez, içinde yaşadığı çevrenin etkisinde olur.

 

Ancak günümüzde sanat; tamamen nefse hitap eden, her türlü değer tanımanın dışında, son derece yoz bir mantıkla icrâ ediliyor. Aldıkları eğitimi; tüm güçleriyle, kadîm kültürel dinamizm varlığını elinde tutanları yıkmak için harcayan yeni nesil sanatçıları (!), ne yazık ki bugüne kadar Yûnus Emre gibi, Itrî gibi, Şeyh Gālib gibi değerleri üretememiştir. -Sözüm ona- günümüzde sanatçı olduğunu iddia eden zavallılar; şimdiye kadar bütün zekâ ve enerjilerini, öz değerlerine savaş açmakta tüketmişlerdir. Bu körü körüne bir gidiştir ve çıkmaz yoldur. Nitekim tıkandık işte gitmiyor, sanat alanında ilerleyemiyoruz. Hani, dünya çapında yetişen bir sanatçımız var mı? 

 

Ekonomik ve teknolojik sahada Türkiye hızla ilerlerken, ülke en ileri Avrupa ülkelerinin hayat standartlarını yakalama çabasındayken, kendi silâhlarımızı kendimiz yapabilecek konuma gelmişken; «kültür ve sanat», «eğitim ve öğretim» yönüyle maalesef mesafe katettiğimiz söylenemez. «Kültür ve sanat» adına yüzleri güldüren; «Diriliş Ertuğrul, Filinta, Yûnus Emre, Payitaht Abdülhamid, Kuruluş Osman, Kızılelma, İbn-i Sînâ, Rûmî» gibi diziler var şükür. 

 

Ancak LBGT+& gibi sapkın akımlar; ahlâksızlıklarını ve pisliklerini yaymak için bizden çok çalışıyorlar. Bizim de kültür ve sanat konularında daha hızlı ilerlememiz lâzım.

 

Uzun senelerdir kültür ve sanat alanında; ülke olarak, milletimize kayda değer eserler sunulamadı. Bunun yegâne sebebi, din olarak görüldü. Din hayattan kovuldu, ama yine bu sahada tek bir gelişme olmadı. Yanlış yapıldı. Kadîm değerlerimize de yazık oldu. Bir nesil boşa kürek çekti. Oysaki biz bırakınız kendi insanımızı, tüm dünya insanlığını ayağa kaldıracak değer ve kültür birikimlerine sahibiz. Bu konuda çok geç kaldık. Artık eğitimde de sanatta da toparlanma ve kadîm kültürümüzü kucaklayarak, yeni hedeflere koşma zamanıdır.

 

Bizler eğer eğitimde, kültür ve sanatta, fikir ve düşünüşte, yanı sıra medyada; yeni atılımlar, yeni girişimler gerçekleştiremezsek, gelecekten söz etmek mümkün değildir. Ne kadar iyi olursanız, ne kadar yardımsever, ne kadar birikimli olursanız olun; bunu insanlığa anlatamadıktan sonra, bir işe yaramaz. Ancak kendinizi tanıtarak, dünyaya sözünüzü geçirebilirsiniz. Bu hakikate göre, yapacaklarımız plânlanmalı. Artık dünya çapında bizi ve değerlerimizi anlatacak, hattâ dünya medyasını doğru yönlendirecek, tanıtımın ve kurumlarımızın olması elzemdir. Kültür Bakanlığı, bu konuda üzerine düşeni yapıyor, yapmıyor değil; fakat eldeki imkânların daha detaylı ve hızlı bir şekilde îfâsı şarttır.

 

Aksi takdirde kendi vatanımızda dahî bizi yeren, milletlerarası câmiada, bizi kötüleyen medyanın elinde oyuncak olmaktan kurtulamayız. Maalesef memleketimizde hâlâ bizi biz yapan değerlerimizi küçük duruma düşüren, yok etmeye çalışan, aşağılayan -sözüm ona- sanatçı kılıklı kişilerin icrâ ettikleri rezilce şeyler devam ediyor. İşte yirmi senedir muhafazakâr bir zihniyet iş başında olmasına rağmen Malazgirt zaferinin yıl dönümü kutlamalarında pop konseri tertip edilebiliyor ve -sözüm ona- çıplak bir sanatçı bozuntusu sahneye çıkarılabiliyor. Sanat telâkkisini yozlaştıran bu sığ insanlar; artık yerlerini, kadîm değerlerimizi baş tâcı eden gerçek sanatçılara bırakmalıdır. Bu hususta da, doğrusu bir zihniyet devrimi gerekiyor. 

 

Sanat, geçmişten istifade ile geleceği kucaklar. Geçmişi silersen, ne idüğü belirsiz yoz yenilikler, bugün olduğu gibi sanatçıyı yozlaştırır. Hakikî sanatçı, toplumun içinde yaşar. Zerre zerre benliğini, toplumda yaşayan ruh dinamikleriyle besler. Aynı zamanda toplumdan üstte, aşkın bir yetenekle toplumun geleceğini dokumada öncülük eder. Bu yönüyle sanatçı öncü kişiliktir.

 

Sanatçının hayal ufku, normal kişinin kavrayabileceğinden öte zengindir. Sanatçı; birikimlidir, kendi insanının köklerinin derinliklerinde mevcut olanı rûha, tılsımlı dokunuşlarıyla eserlerini ortaya koyar. Sanatçının hayal dünyası rûha açılır; açıldıkça rakîkleşir, engin bir kavrayışla, sahasında gönlü okşayan eserler çıkarır. Sanatçının kendi ufkunda çıktığı mânâ yolculuğunda, azığı rûhî melekeleridir. Sanatçı; meyveli ağaç olma yönünde eserlerindeki kaynağı, ruh birikimlerinden alır. Ruhsuz sanatçı bir hiçtir. Yozdur, yaptıklarının bir kıymet-i harbiyyesi olmaz, icrâ ettiği değersizlikleriyle zaman içinde silinir gider.

 

Eskilerden Yûnuslar, Itrîler, Fuzûlîler, Şeyh Gālibler; yenilerden Mehmed Âkifler, Ârif Nihatlar ruh adamıydılar. Onların oluşturdukları şuurla, toplum ayakta kaldı. Dünya onların şahsında değerlerimizi hayırla yâd etti. Onlar sundukları eserlerle topluma öncülük yaptılar, bir çığır açtılar. Topluma aynalık ettiler. Ve onlar hakikat yolunda, sanat adına erenlerden, ermişlerden oldular. İşte sanat budur.

 

Sanatçı tıpkı Yûnus gibi, Anadolu erenidir. Söz ve icraatlarıyla, seni-beni-bizi ortaya koyar. Âdeta o bendir, beni yani toplumu yansıtır. Avrupa’daki mösyöleri değil onların finolarını, onların bestelerini değil onların Mozartlarını, Beethovenlerini, onların müziğini değil beni yansıtır. O beni çalar, beni söyler. Gerçek sanatçı toplumda yaşayan fazîlet birikimlerini ete kemiğe büründürür; eserlerini engin birikimiyle, ruh derinliğiyle topluma sunar. Toplumun kişiliğini geliştirmede, geleceğini şekillendirmede sanatçı daima olumlu rol oynar. Hattâ sanatçı; insanına diriltici bir ruh yapısı inşâ eder, geleceği kuşanma yönüyle halkın önünü açar. 

 

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi; sanatçı pergelinin bir ayağı sabit merkezde, yani kadîm değerlerde, bir ayağı ise dünyayı dolaşmadadır. İşte sanatçı, böylesine bir çağdaş anlayışla toplumda yaşar. O; bu hâliyle yaşayan değer olduğu gibi, aynı zamanda çağa ışık tutar, rehberlik eder.

 

İnsanlar her ne olursa olsun, işlerini icrâ ederlerken, belli kriterlere sahip olmalıdır. Olmazsa yaptıkları işler, onları «hiç» kılabiliyor. Dahası yaptıklarını hem kendileri hem de diğerleri bayağıca kullanıp tüketiyorlar. Neticede icrâ edilenler; eğer ulvî gayeler için değil de süflî maksatlar için yapıldıysa, kişilerin veya toplumun hâfıza çöplüklerine giderek hebâ oluyor. Hâlbuki kişiler, kim olursa olsun icrâ ettiklerine, «Hazret-i İnsan» olma mantığından, hareket ederek ve her şeyin kendisine emânet olduğu şuuruyla başlasa, kanaatimiz odur ki, eserler daha kalıcı ve geleceğe ışık tutucu olacaktır.

 

Ne yazık ki bugün sanat eseri diye icrâ edilenler, estetik kıstaslardan uzak, son derece sığ bir mantıkla, «serbest çağrışım» ile besleniyor. Durum böyle olunca; ortaya eser diye çıkarılanlar, kişilerin -sözüm ona sanatçıların- şahsî egolarının, yanlı ve kastî görüşlerinin dışına çıkamıyor. Böyleleri kendi dar ve çarpık görüşleri ile ait olduğu toplumun bakış açılarına, mesafe getiriyorlar. Âdeta; «Benim gibi ol!» ya da; «Benim gibi düşün!», «İşte sanat budur!» dayatması halkın önüne konuyor. Kendileri, sözlerini geçiremediği alanları yorumlayamadıklarından, bu sefer; «İslâm’ın sanatı mı olurmuş?» veya; «Müslümanlar ne anlar sanattan?» diyerek nezih bir kitleye çamur atıyorlar.

 

Her işte somuttan hareket edildiğinde, bu sonuca varılır. Ama sanat yolunda soyuttan yürünse; o zaman sanatçının karşısına, insanın metafizik boyutu yani mânâ âleminin sırları ve hikmetleri çıkar. Sanatçı; uğraştığı işe, yanlı bir çerçeveden değil de, daha geniş, hoşgörüyle ve tarafsız bir bakışla bakabilirse, sonsuza uzanan yolda nice güzellikleri yakalayabilir. Hattâ bu yolda ilerlese, eserleriyle muhteşem ölçülere erişebilir. Güzeldeki hakikati gösteren şeyler, rûhu yükselten değerlerde özümsenmiştir. Sanatçı, bu gerçekten gafil olamaz. Olursa, onun çıkardığı eserler; nefsi tahrik eden, benliği tatmin eden, şahsî egolara hizmet eden yozluklara dönüşür ve o mecrâya hizmet eder. Kalıcılığı olmaz, bir süre sonra eser diye üretilenler, tarihin çöplüğüne gömülür. 

 

Şurası muhakkaktır ki; sınırlarında belli edep ölçüleri bulunmayan, mahremi olmayan, sadece nefse hitap eden sanat çalışmaları, ortaya kendi hedeflediklerinden başkasını çıkarmaz. Zira eser, yalnızca verildiği mekâna kendini dayatır. Paylaşımdan uzak olan bu eserler, kendilerini dar bir alana hapsettiğinde çoğalmazlar. Bu şekildeki eserler, kendilerini de eser sahibini de, kısa sürede tüketirler. 

 

Hâlbuki baktıkça kişiyi sonsuzluk deryâsına daldıran, zamanı ve mekânı aşan bir duygu birikimiyle ortaya konan eserler, onu seyredenleri îzah edemeyecekleri lezzetlerle buluşturmuş olurlar. Buradan şu gerçeğe gidebiliriz:

 

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek için bu âlemi yarattım.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/133) 

 

Yani «ilâhî aşk» tasavvuru çıkar karşımıza. Tamam, o zaman sanat yolunda, bu hakikatten ilerlersek; 

 

“HAKİKÎ SANATKÂR ALLAH TEÂLÂdır gerçeği ile yüz yüze geliriz. 

 

İşte sanatta inkâr edilemeyen, devre dışı bırakılamayan gerçek budur.

 

Eğer sanatçı etrafına bu gözle bakabilirse; çevresinde gördüklerinden, eserlerine işleyebileceği pek çok sanat harikası keşfedebilir. Her gün görüp, üzerinde durmadan geçip gittiği şeyler, kendisi için ilham kaynağı olabilir. İşte tam burada; kendi sanatçı kimliği ve kabiliyetiyle hâdiseleri bu boyutla, engin firâsetiyle, perde arkasındaki hikmeti özümseyerek yorumlasa, ne muhteşem eserler meydana çıkar. Yûnus Emre’yi hatırlayalım. 

 

Asıl sanatçı; varlıkların yaratılmasındaki ilâhî sırrı, aşk ile okursa, nice güzelliklere kapı aralanır. Unutulmasın ki; varlığı âşikâr olanlar, yalnızca o görünen görüntüden ibaret değildir. Yanı sıra o arkadaki hikmet boyutunu her sanatçı, kendi anlayışıyla farklı bir şekilde yorumlayınca, ortaya ne biçim farklı güzellikler çıkar, tasavvur edebiliyor musunuz?!. Meselâ; «Hak aşkı»«Rasûl muhabbeti» her sanatçıda ayrı tezâhür ettiğinde, ne muhteşem na‘tlar, ne mükemmel şiirler ortaya çıkıyor. Yıllar geçse de, bu eserler güzelliğini hep koruyor. İşte böylesi paylaşımlar, eserleri de eserlerin sahibi sanatçıları da, kalıcı kılıyor.

 

Ama tabiî bunlar için yüreğin, hisli ve idrakli olması gerekir. Kalbî kıvâmı olanlar, çapınca, somutta soyutu dillendirir. O zaman her şey anlam kazanır. Bu durum; çeşit çeşit aşkları, «tek aşk»a dönüştürür. Sanatçı; ideolojisini sanatına işlediğinde, kendini dar kalıpların içine sıkıştırmış olur. Hâlbuki gerçek sanatçı; tüm kalıpların ötesine çıkıp, güne ve geleceğe ışık saçan bir önder hüviyetinde olursa, unutulmaz, tarih de kendisini unutmaz. Bir Âşık Veysel unutuluyor mu? 

 

Sonuca gelirsek şunları söylemek gerekir: 

 

Sanatçının paylaşım çizgisini; sadece kendi dar fikrî çevresi değil, tüm insanlık âlemi belirlemeli. Sadece var olan âlem değil, gayb âlemi de onun gündeminde olmalıdır. İlâveten sanatçı; para-pul-şöhret ve nefsini tatmin etmek için değil, mânâ âleminden de istifade ederek, eserlerini oluşturmalıdır. Ancak bu ölçülerde cihanşümul değerlere yelken açılır ve hakikî anlamda sanatçı özgürleşir. Nefis putlarını yıkan, hakikî sanat kıstaslarıyla tanışır vesselâm.