MESNEVÎ -17-

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

YÂ RABBÎ, SANA KARŞI HAYRETİMİ ARTIR!

Balıktan başkası suya kandı, / Nasipsiz olanın rızkı gecikti.

İlâhî muhabbete râm olarak muhabbetin kaynağını tanıyan gönüller için, Allâh’ın füyüzâtı nihayetsizdir. Bu sonsuz denizden istifade edenler üç gruba ayrılır:

İlki; ilâhî feyz ile kâmil olan insanlardır ki ne kadar ilâhî feyze nâil olsalar, o kadar artmasını isterler. Hakk’ın tecellîlerine doymazlar. Gönlü aşk ve muhabbetle dolu bu gönüller; Allâh’ın esmâ ve sıfatlarına gark olmuş, mânâ denizinde yüzerler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hakk’ın o kadar feyzine nâil olduğu ve her an terakkî eylediği hâlde;

“Yâ Rabbî, Sana karşı hayretimi artır.” diye duâ ederdi. (Buklî, Meşrebü’l-ervâh, s. 144; İbn-i Arabî el-Fütühâti’l-Mekkiyye, I, 410-50. bab; Kaşgânî, Şerhu Menâzili’s-sâirîn s. 31)

Hayret: Allâh’ı tanıyan, fakat bunu ifade edemeyen ârifin yaşadığı hâldir. (TDV İslâm Ansiklopedisi)

“Şaşırmak, yolunu kaybetmek anlamına gelen hayret kelimesini sûfîler, bir tasavvuf terimi olarak çeşitli tasavvufî makamlara göre, özellikle mârifet ve yakîn kavramlarıyla birlikte kullanmışlardır.” (Hucvirî, s. 488)

Allâh’ın varlığından şüphe etmedeki hayret, şirk ve küfürle sonuçlanırken; ârifin şüphesi, Allâh’a yakınlığı ve «mârifetullâh»ı artırmaktadır. Allâh’ı idrak konusunda akıl âciz kalır. Mârifetullah; kişinin acziyetini ve hiçliğini kavraması, Rabbinin karşısında kul olarak teslim olmasıdır.

Bazı tasavvuf ehli de hayreti şöyle tanımlamışlardır:

Zünnûn el-Mısrî:

“Allâh’ı en iyi tanıyan, O’nun hakkında en fazla hayret edendir.”

Cüneyd-i Bağdâdî:

“Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir.”

Sehl et-Tüsterî:

“Mârifetin nihâî noktası hayrettir.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olan vâris-i kâmiller, ne kadar feyze nâil olup hayret vadisinde yürüseler de Rabbimiz’e iştiyakları çoğalır. Akıl, Allâh’ın zâtını idrakten âciz kalırken, kalp ise O’nun feyziyle dolar taşar ve kulun hayreti artar. Allâh’ı gerektiği gibi tanıyan kişi, nefsindeki noksanları görür ve gerçek kemal sahibi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi duâ eder;

“Allâh’ım! Ben Sen’i hakkıyla medh ü senâ edemem. Sen kendini senâ ettiğin gibisin.” (Müslim, Salât, 222)

Rabbimiz de Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

“«Rabbim, benim ilmimi artır!» de.” (Tâhâ, 114)

Rabbimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i anlamada idrâkimizi çoğaltması, îman nûruyla kalbimizi doldurması için biz de aynı duâyı tekrarlarız. Çünkü kulun gönlü, ancak Allâh’ın zikri ile tatmin olur. O’nun kudreti karşısında hayrette kalır, «yakîn»i artar.

“Allah da Rasûlü’ne ilim dışında hiçbir şeyin ziyadesini talep etmeyi emretmemiştir.”

Kuşeyrî -rahmetullâhi aleyh-’in Letâif’inde şöyle zikredilir:

“Hazret-i Musa -aleyhisselâm- fazla ilim talep etti Hak Teâlâ onu Hızır’a havale etti. Bizim Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise daha talep etmeden ilmini artırması için duâ etmesini öğretti. O’nu kendisinden başkasına havale etmedi ki O’nun edep mektebinde;

«Beni Rabbim terbiye etti.» (Münâvî, I, 224) dersini ve;

«‘Rabbim, benim ilmimi artır!’ de.» (Tâhâ, 114) âyetini de okuduğu malûm olsun. Elbette;

«Sana bilmediğini öğretti.» (en-Nisâ, 113) dershânesinde öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bildim, nüktesini akıl kulağı ile istifade edenlerin, eşyanın hakikatine ulaşmaları mümkündür.” (Rûhu’l-Beyân, c. 12, s. 266)

Mûteber; kabul edilen, faydası olan ilimdir. Kişiye en fazla faydası olan da, Allâh’ı bilmeye götüren ilimdir. Allâh’a kalpte O’ndan gayrı her şey tasfiye edilerek vâsıl olunur. Bu yüzden de insân-ı kâmillerin hedefi; sâlike, nefsi tezkiye kalbi tasfiye konusunda yol gösterip kalpleri ıslah edebilmektir.

Beyitte balıktan murad; ruhları mânâ deryâsında yüzen insân-ı kâmillerdir. Mevlânâ Hazretleri;

“Kum suya kandığı hâlde, ne acayip ki ben kanmadım. Şu dünyada, benim yayıma lâyık bir kiriş yoktur.” buyurur.

Sofiye meşâyihinden Yahya bin Muâz-ı Râzî, Bâyezîd-i Bestamî’ ye yazdığı bir mektupta;

“Muhammed kadehinden o kadar içtim ki, artık mest oldum.” demiştir.

Hazret-i Bâyezid ise cevaben;

“Muhabbet şarabını kâse kâse içtim; lâkin ne şarap bitti, ne de benim hararetim geçti.” beytini yazıp yollamışlardır.

Efendimiz, Cebrâil -aleyhisselâm-’ı Sidretü’l-Müntehâ’da bırakarak; «makām-ı kurb»a vâsıl olmuştur. Aşk yolunda suya kanmak, harareti geçmek yoktur.

Beyitte balıktan gayrısı ahyâr ve ebrâr grubudur. Onlar da ibâdetlerin zâhirinde keşif ve kerâmetle mest olmuş daha ileriye geçememişlerdir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın feyziyle kanaat edip;

“Allâh’ın aşkı kadehinden o kadar içtim ki, bir yudum daha içecek olsam yok olacağım.” diyenlerdir. Bunlar; kalpleri dar olup, feyzin daha fazlasını kaldıramayanlardır.

Son grup ise, ilâhî feyzden nasipsiz olanlardır. İrfan zevki, onların kalplerinde bir ilâhî neşve uyandırmaz. Dünya hayatının zevkine dalıp gitmişler, âhiretin gam dolu günlerine hazırlık yapmamaktadırlar. Bu nâkıs insanlar, ilâhî neşveden bîhaber yaşarlar. Hazret-i Mevlânâ bunların durumunu;

“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı.” diye anlatır.

Muhabbet sermayesini süflî heveslere kurban edenler ne talihsizdir. Sonları ne hazindir. Topraklarında gül yeşermez. Hazan mevsiminde şaşkın kalırlar. Îman, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere en büyük nimetidir. Mahlûkata muhabbet ve merhametle yaklaşanlar Allah yolunda vuslata ulaşırken, bu ulvî nimetten mahrum olanların da gafleti artar. Fânî sevdalardan geçenler Allah ve Rasûlü’ne olan derin aşkı yaşarlar. Bunun sonucu olarak da kâinatta yaratılan her varlığa merhamet ve muhabbetle nazar ederler. Bütün varlıklarını Allah ve Rasûlullah muhabbeti uğruna fedâ ederler. Dünyadan nasibi (nasip olursa) bir top kefen olan insanın, gönlünden daha büyük bir sermayesi yoktur. Bu da hakikî aşk ile dolu değilse, kendini hebâ eder insan.

Hakikat deryâsından kana kana içen Hak dostları gibi; Rabbim, bizlere de hakikî aşktan kana kana içmeyi nasip etsin. Gönüllerimizdeki îman nûrunu artırsın. Âmîn…

Yazımıza Rasûlullah aşkıyla yanan Yaman Dede’nin mısraları ile son verelim:

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam.
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferah-nâk et, ki yandım yâ Rasûlâllah!