EN YAKIN, EN MÜTTAKÎ…

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, 603 yılında Medine’de doğdu. On sekiz yaşında müslüman oldu. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilen sahâbelerdendi. Hicretten sonra Kur’ân muallimliği yaptı. Bunun yanında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona; elçilik, zekât memurluğu, kadılık vazifeleri de verdi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından Yemen’e vâli olarak gönderilen Muâz -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından kısa bir süre sonra Medine’ye döndü. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında Şam’ın fethine katıldı. Ömrünü Allâh’a, Rasûlü’ne ve İslâm’a hizmete adayan Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, 638 yılında salgın hastalığa yakalanarak vefat etti. Kabri, Ürdün’dedir.

*

Kendisi anlatır:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medine’nin dışına kadar teşrif etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra;

«–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!» buyurdu. Bu sözleri duyunca, dosttan yani Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Ağlama ey Muâz!» buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek;

«–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.» buyurdu.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22) 

AHMED HÂŞİM’DEN TATİLCİLERİN AHVÂLİ…

Havaların ısınmasıyla tatil plânları gündemde. Meseleye İslâmî bakış: 1- Zaman ve imkân varsa sıla-i rahime sarf edilmeli. 2- Yaz olsun, kış olsun; atâlete, israfa, lüks ve gösterişe kapı açılmamalı, bu hususta taviz verilmemeli. Diğer yanda işçisinin maaşını ödemeyip tatile giden işverenler, gösteriş ve keyif hevesiyle kredi çekip tatile «Güney’e» ya da «Ege’ye» kaçan -sözüm ona- geçinemeyenler yok değil. Hep birlikte şu suallerin doğru cevaplarını bulmaya ve bu cevapları inceden inceye tefekkür etmeye muhtacız:

«Dinlenmek yerine yorgun dönülen tatil nasıl bir tatildir? Tatil bedene ne verir, rûha ne verir? Kim bilir kaç muhtacın, kaç aylık masrafının bir çırpıda harcandığı paranın hesabı nasıl verilir? Şu an Allâh’ın mülkünde yaşayan bizlere verilen bu mahdut zaman ve imkân niçin verildi? Tatil ne getirir ne götürür?»

Tanzimat Devri’ne gidelim. O dönemin edebiyatçısı Ahmed Hâşim’in bu hususta sayfiyelerden dönenleri anlattığı güçlü tasvire göz atalım:

“Kış geliyor. Sıcak yaz aylarını geçirmek için; deniz kenarlarına, kırlara, tepelere kaçanlar, şimdi birer birer kışlıklarına dönüyorlar. Bunlar semâ ve deniz maviliği, kır, dağ yeşillikleri içinde geçen yazlarından acaba memnun mudurlar? Güneşte uzun müddet pişen meyveler; ekim ve kasım aylarına doğru, tatlı renkler içinde kokulanır, ballanır; acaba yaz; sayfiyecilerin rûhuna da sonbahar meyvelerinin mesut olgunluğunu vermiş midir? Hayır, bunlar gittiklerinden daha yorgun, daha mahzun, daha bezgin döndüler; Boğaziçi’nde bütün yaz, sarhoş nâralarından mâadâ başka hiçbir ses, tabiatın neşeli âhenklerine karışmamıştır. Birçok yalıların yaz kiracıları, fakir Ruslar ve yahudilerdi. Yeşil tepeler üstünde, ağaç gölgelerinde yemek eğlenceleri tertip edenler, koşuşanlar, gülüşenler yine hep onlardı. Boğaz’ın lâcivert suları yalnız onların vücutlarına, zengin iyotlarını içirmiştir. Ya bu mülkün sahipleri, bu yeşil ve mavi âlemde ne yaptılar? İskele başlarında, kasvetli meydancıklarda, küçük iskemleler üzerinde, bütün mevsim hazin hazin düşündüler, durmadan nargile çektiler, fincan fincan kahve içtiler, intihar edeceklerin sabit ve karanlık bakışıyla denize baktılar; gülenlere kızdılar; yüzenlere acıdılar ve her ne sûretle olursa olsun eğlenmesini bilenlere derin derin hayret ettiler.

Buralarda mehtap, her gece boş yere gökleri dolaştı, gümüşlerini manzaralar üzerine döktü, yıldızlar boş yere konuşacak ruh aradılar. İptidaî Yakacık’ta tahtakurularıyla altı ay boğuşanlar, sevimsiz Bakırköy’ünde kireçli sular içip midelerini harap edenler, çöl gibi kurak Erenköy’ünde, sıkıntılı Bostancı’da sivrisinek iğneleriyle delik deşik olduktan sonra bir daha oraya ömür boyu dönmemeye yemin edenlerin yaz saâdeti dile alınmaya bile değmez. Ne deniz kenarında ne ovada ne dağ başında ne güneşte ne havada mesut olmasını bilmeyenler; acaba kışın, şehirlerde, yağmurda ve çamurda mesut olmayı bilecekler mi? Ne gezer: Ne kış ne yaz bir dakika mesut olmayı bilemeyenler, bir memleketi mesut etmeyi nasıl bilsinler? Sırf memleketin saâdeti için, şahsen mesut olmanın hünerini öğrenmeye muhtacız.” (Ahmed Hâşim, Gurabâhâne-i Lâklâkān)

BEŞ ASIR SONRA İRŞÂDA MUHATAP OLAN SULTAN

Sultan II. Mustafa, 2 Haziran 1664’te Edirne’de doğdu. 1695’te tahta çıkınca bundan böyle; kendisine zevk ve sefâyı haram kıldığını, eğlenceyi değil Allah yolunda gazâyı ve cihâdı merkeze alacağını ifade eden bir hatt-ı hümâyûn yazdı. Kendisine dedesi Kanunî Sultan Süleyman’ı örnek alan Sultan, batıya doğru ilerlemek istiyordu. Ecdâdı gibi o da ordunun başında sefere çıktı. Lugoş fethedildi. 1697’de çıkılan Avusturya Seferi’nde ordunun intikalinde alınan stratejik olarak yanlış bir karar, Zenta’da facia sayılabilecek ağır bir mağlûbiyete yol açtı. Çok sayıda can kaybının yanında; devlet hazinesi, sancak, 90 adet top ve en önemlisi de Sadrazam’da bulunan devlet mührü bile düşman eline geçti. Bu mağlûbiyetle Avrupa’da kesintisiz bir geri çekilme dönemi başladı. Karlofça Antlaşması imzalanarak sulh sağlandıysa da altı sene içinde gelişen hâdiseler Padişah’ın 1703’te saltanatı kardeşine devretmesiyle son buldu.

Sultan II. Mustafa, 29 Aralık 1703’te vefat etti. Kabri Yenicami yakınındaki Vâlide Turhan Sultan Türbesi’ndedir.

*

Bir gün Sultan II. Mustafa; hayal âlemine dalarak, uykuyla uyanıklık arasında bir garip papağan görür ve yakalayarak içinde kuş yemi ile şeker bulunan güzel bir kafese koyup beslemeye başlar. Ancak çok geçmeden papağan ansızın rahatsızlanır ve titreyerek ölür. Bu duruma çok üzülen Padişah; «ah, vah» ederek kuşun cansız bedenini kafesin dışına çıkarır. Üzgün ve şaşkın bir hâldeyken kuş birden canlanır ve kanat çırpıp uçmaya başlar. Pencereden çıkarak sahrâya doğru uçup gözden kaybolur. Olup bitenlere bir anlam vermeye çalışan sultan hayal âleminden uyanır. Uyandığında vaktin, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Mesnevî mukabelesi zamanına denk geldiğini fark eder. Dönemin tekke şeyhi Enîs Receb Dede’yi dinlemek niyetiyle dergâha gider. Dergâha vardığında oturup anlatılanları dinlemeye başlar. O gün işlenen mevzu Mesnevî’nin meşhur hikâyelerinden Tâcir ile Papağanı’dır. Hikâyeyi hayretler içinde dinleyen Sultan, hikâyenin yakaza hâlinde gördüğüyle birebir aynı olduğunu fark eder. Hikâyedeki hikmetlerden ders çıkarır. Asırlar sonra Mevlânâ Hazretleri’nin irşâdına muhatap olur. (Bayram Ali KAYA, Tekke Kapısı, Yenikapı Mevlevîhânesi İnsanları, s. 87)

SANATKÂR, ESERİ KADAR KIYMETLİDİR

Şeyh Hamdullah Efendi, 1429’da Amasya’da doğdu. Hayreddin Mer‘aşî’den hüsn-i hat öğrendi. İstanbul’a geldiğinde II. Bâyezîd’in destek ve teşvikiyle saray hazinesinden kendisine verilen Yâkut el-Musta‘sımî yazıları üzerinde uzun tetkiklerde bulunarak Aklâm-ı Sitte’de (aynı yazının farklı şekilde yazıldığı altı hatta) yeni bir ekolün doğuşuna vesile oldu.

Şeyh Hamdullah Efendi, 1520 yılında vefat etti. Kabri Karacaahmed Mezarlığı’ndadır.

*

Büyük bir devlet ve medeniyet inşâ eden ecdâdımız, ruh güzelliğini sanata ve ilme estetik ölçülerle yansıtmışlardır. Osmanlı padişahlarının birçoğu ilme, âlime, sanata ve sanatkâra kıymet vermişlerdir. Yavuz Sultan Selim; hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla lekelenen kaftanının, kabir sandukasının üzerine örtülmesini vasiyet etmiş, Fatih Sultan Mehmed Han; huzûruna giren hocaları daima ayakta karşılamış, hürmet göstermiştir. Fatih’in oğlu II. Bâyezid Han da; Şeyh Hamdullah Efendi’nin dizi dibinde oturur, edeple hokkasını tutar, ona hürmet gösterir, kıymet verirdi.

II. Bâyezid, Şeyh Hamdullah Efendi’ye o kadar hürmetkârdı ve ona o kadar itibar ediyordu ki onun ulemâ arasındaki kıymetini tayin ve te’kid için bir gün bütün ileri gelen ulemâyı saraya davet etti. Meclise katılacaklar tamam olduğunda meclisteki âlimlerin yazdıkları kitapları getirtip üst üste koydurdu. Daha sonra da Şeyh Hamdullah Efendi tarafından yazılmış Mushaf-ı Şerîf’i hâzirûna göstererek bunu önündeki kitapların en altına koyacağını söyledi. Hâzirûn;

“–Olmaz!.. Olmaz!.. Kur’ân-ı Kerîm’i alta koymak ona hürmetsizlik olur. Câiz değildir!” diyerek itiraz ettiler. Bunun üzerine Padişah;

“–Haklısınız ama bu Kur’ân-ı Kerîm’i yazmış olan hattatı sizlerin altında tutmak da yüce kitâba hürmetsizlik olmaz mı?” dedi. Hâzirûn, Padişah’ın verdiği bu ince mesajı anlamışlardı.