SAVAŞLAR BİTER Mİ?

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Daha varlık plânına girmesi bir proje hâlindeyken, insanı; «kan dökücü» diye tarif etmişti melekler. Bunu nereden bildikleri bahs-i diğer; lâkin, insan o gün bu gündür kan dökme huyundan vazgeçemiyor.

Asırlar ilerledikçe insanın savaşmaktan vazgeçeceği, problemlerini diplomasiyle, görüşerek, konuşarak halledeceği yönünde bir umut vardı. Belki de sadece bir algı. Çünkü içinde bulunduğumuz asırda savaş hemen hiç durmadı. Artan savaş teknolojisiyle kıyım da arttı. Eskiden bir meydan harbinde ölen binlerin sonuna bol sıfırlar koymak gerekiyor artık.

Savaşlar bir gün biter mi? Bir âyet-i kerîmedeki ifade bu şekilde anlaşılmaya müsaade etmiş:

حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَا

“Tâ ki savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar…” (Muhammed, 4)

Öncesinde, savaşta nasıl bir gayret gösterileceği, esir almaya ne zaman geçileceği ve esirlere nasıl muâmele edileceği hususları bildiriliyor. Bu tâlimatların ne zamana kadar geçerli olduğuna işaret edercesine bu ifadeyle söz devam ediyor. «O savaş bitinceye kadar» şeklinde basitçe de anlaşılabilir, lâkin; «savaş denilen şey ortadan kalkıncaya kadar» şeklinde de anlaşılması mümkün.

Elmalılı merhum bildiriyor:

“Binâenaleyh mânânın hâsılı şu üç sûretle hulâsa edilebilir:

•Mâhud müşriklerle başladığınız malûm «Bedir» Harbi bitene kadar, yahut;

•Herhangi kâfirlerle başladığınız harp dünyadan kalkana kadar. Yani o müşriklerin şevketi sönüp de harp ihtimali kalmayana kadar, yahut;

•Bütün insanlık âleminde İslâm’ın gayesi olan bir «silm-i küllî» (umumî barış) teessüs edene kadar ki, bazıları buna; «İsa’nın nüzûlüne kadar» demişlerdir. Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümit vardır.

Buna göre;

«Cihad, kıyâmet gününe kadar devam edecektir.» (Ebû Dâvûd, Cihâd, 33) hadîsinde ya cihâdın harpten daha umumî mânâda yahut kıyâmetin daha hususî bir mânâda te’vil edilmesi gerekecektir. Diğer bir ihtimal de bu hadîsin zâhirine uygun olmak üzere; «Harp, ağırlıklarını atana kadar» ifadesi «kıyâmete kadar» demek olabilir. Nitekim, Alûsî’nin naklettiği üzere Seleme bin Nüfeyl’den rivâyet edilen bir hadiste;

«Ye’cüc ve Me’cüc çıkıncaya kadar harp ağırlıklarını atmaz.» (Ahmed, IV, 104) şeklinde vârid olmuştur.”

Savaş da barış da iki türlü:

İç savaş ve düşmanla savaş.

Peygamberimiz’in; müslümanların arasında iç savaş olmasın diye duâ ettiğini lâkin kabul edilmediğini, Vedâ Hutbesi’nde bu hususta ümmetine ciddî îkazlarda bulunduğunu biliyoruz. Bilhassa bugün müslümanların kendi arasındaki savaşlarının çok arttığı bir devirdeyiz. İçimizdeki çekişmeler yüzünden esas düşman da bizi kolayca dövüyor. Vekâlet savaşları çok. Meselâ Yemen’de iki grup savaşmıyor. Onlar üzerinden İran ve Suud savaşıyor. Onların da üzerinden ABD ile Rusya savaşıyor.

İç savaşları ve iç çekişmeleri bitirebilsek, karşımızda düşmanın duramayacağı bir ümmet-i Muhammed ittihâdı sergileyeceğimize şüphe yok.

İslâm düşmanlarıyla savaşın bitmesi iki türlü olabilir:

•Mutlak ve nihâî galibiyet…

•İslâm’ın önünde hiçbir mânianın kalmadığı bir silm-i küllî…

İkisine de imkân görünmüyor. Çünkü îman ve küfür bu imtihan âleminde münâvebeli olarak, bir mekanik terazinin iki kefesi gibi galip veya mağlûp olur. Fakat yekdiğerini tamamen yok edemez.

İslâm’ın önünde en azından askerî bir mânianın kalmaması mümkün olabilir.

Global bir Hudeybiye! Bugün dünyada İslâm’ın tebliğine mâni olan bir rejim var mı? «Yok!» diyebiliriz. Fakat yaşamak denilince bugün Hindistan ve Fransa’da başörtüsü yasağının tartışılmakta olduğunu görüyoruz.

Kıyâmete kadar cihad sürecek. Savaşı insanlık ortadan kaldırsa bile, cihâdın harp dışındaki mânâları yine de devam edecektir. Savaşla sonuç alamayanlar; iktisâdî, içtimâî, fikrî sahalarda mücadeleye devam edeceklerdir. Bugün bütün cephelerde sürdüğü gibi.

Barış da iki türlü:

Birincisi: Beyaz bayrak çekilerek istenen barış. Mütâreke talebi mânâsında, pes etme, yenildiğini kabul fakat daha fazla perişan olmamak için savaşı durdurma arzusu. Böyle bir barışın istenmeyeceği ve devamlı olmayacağı da açık.

İkincisi: Sulh ve selâmeti inşâ edip onu kimseye bozdurmamak şeklinde bir barış. Bu bile mücadele istiyor, savaş istiyor. Bunu Abdülhak Molla şöyle ifade etmiş:

Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh,
Hâzır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh!

Gelelim iç dünyamızdaki savaş ve barışa: Ruh ve beden, kalp ve nefis, irade ve şeytan gibi zıtlıklar içinde yaşanan gerilimlere bir savaş teşbihi münasip düşüyor.

Dünyada îmânın küfrü, küfrün îmânı yok edememesi gibi, nefsi tamamen öldürmek veya şeytanı imha etmek mümkün değil. İmtihan sırrı olarak onlar hep var olacaklar. İş, onlara göz açtırmamakta. Mevzî kazanmalarına müsaade etmemekte.

İç dünyamızda iç savaş olmaması demek, rûhun nefsin hakkını teslim etmesi, nefsin rûhun önceliğine boyun eğmesi gibi bir muvâzenedir ki, bunun yegâne yolu sünnet-i seniyyeye sarılmaktır.

Nefis ve şeytanı sıkıştırabilir, geriletebilirsiniz; fakat sinsi düşman, farklı metotlarla yine düşmanlığına devam edecektir. Geriye devamlı teyakkuzdan başka çare kalmıyor. Öyle bir teyakkuz ki, göz yumup açıncaya kadar bile düşmana fırsat vermeden. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

“Yâ Rabbî! Beni; göz açıp kapayıncaya kadar bile, nefsimin eline bırakma!” (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)

Bir ömür, bir nöbetçi asker dikkatiyle teyakkuz çok zor denirse, ona da Abdülhak Molla’nın bir başka beytiyle cevap verelim:

Göz yum cihâna, aç gözünü dem gelir geçer,
Sen göz yumup açınca bu âlem gelir geçer.