NEFS EJDERHÂSINI TERBİYE

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

DAĞDAN GETİRİLEN YILAN

Hazret-i Mevlânâ anlatır:

Vaktiyle yılan avlayıp, insanlara sergileyerek üç-beş kuruş kazanan bir yılan avcısı vardı. Yine büyükçe bir yılan bulabilmek için dağlarda dolaşıp duruyordu. Gayet soğuk olan dağlarda dolaşırken, bir gün kocaman bir yılan buldu. Hareketsiz yatan bu yılanın ölü olduğunu düşündü. Sevine sevine yılanı tuttu, başına ip bağladı, sürükleyerek Bağdat’a götürdü. Tellâllar bağırttı, her tarafa duyurdu.

Haberi duyan herkes, o korkunç yılanı görmek için adamın başına toplandı. Devâsâ yılan o güne kadar görülmemiş bir büyüklükteydi. Maceracı avcı; yılanı sardığı kilimleri açmıyor, herkesi iyice meraklandırıyordu.

Avcının bilmediği bir husus vardı:

Ölü sandığı yılan; aslında soğuktan donmuş, hareketsiz kalmış bir vaziyetteydi. Şehre inip Bağdat’ın sıcağını görünce; ısınmaya, ısındıkça da vücuduna can gelmeye başladı. Sonunda seyirci halkın çığlıkları arasında canlandı, iplerini kopardı ve karşısında ne yapacağını şaşıran avcısını oracıkta yutuverdi.

HİSSELER

Hazret-i Mevlânâ, hikâyenin şerhini de kendisi yapmıştır:

“Ey insanoğlu! Senin nefsin de böyle bir ejderhâdır. Onu nasıl olur da ölü zannedersin? Ölmüş görünse bile o ölmemiştir. Günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü; gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir. Nefis güçlense, fırsat bulsa, Firavun’un eline geçenler onun da eline geçse neler yapmaz?!.

Nefis ejderhâsı; yokluğa, yoksulluğa ve fakirliğe düşerse, elinde bir kurtcağıza dönüşür.

Fakat mevki ve mal yüzünden nefis sivrisineği büyür, çaylak kesilir!”

Yani nefis, riyâzat ve mücâhede neticesinde gücünü kaybeder. Boynu bükülür. Lâkin riyâzat ve mücâhede sona erince yani üzerindeki murâkabe gevşeyince yeniden kuvvet bulur.

“Nefis ejderhâsını; mahrumiyet soğuğu ve ayrılık karları içinde tut! Aklını başına al da, sakın onu Irak güneşinin altına getirme!

Dikkat et! Nefis ejderhâsı; mücâhede ve riyâzat ile donmuş bir hâlde iken selâmettesin, fakat kurtuldu mu, kendine geldi mi ona lokma olursun. Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe lâyık değildir. Üstüne şehvet ve arzu güneşinin harareti vurdu mu, o geberesice; hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya ve uçmaya başlar. Onunla yiğitçe cihâd et ve savaş ki, buna karşılık Allah sana Kendisi’yle buluşmayı ihsân etsin.

Sen o nefse zahmet ve eziyet vermeden, riyâzat ve mücadele etmeden; onu uslu, rahat ve vefâkâr bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Bu asla mümkün değildir!”

Nefis, insana imtihan için verilmiştir. Ham ve gafil nefis, insana dâimâ kötülüğü emreder. Nefsânî arzularla meşgul eder. Rûhânî ve mânevî vazifelerden uzak durmak ister.

Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’nde üst üste sekiz yeminden sonra şöyle buyurur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ﴿٩﴾ وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاۜ ﴿١٠﴾

“Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) elbette kurtuluşa erdi. Onu kötülüklere gömen de ziyân etti.” (eş-Şems, 9-10)

Nefsin tezkiyesi nedir?

Nefsânî arzuların esâretinden kurtulmaktır. Nefse muhalefet etmektir.

Mü’min; elbette ki nefsinin bedenî ve dünyevî ihtiyaçlarını karşılar. Ancak bunu yaparken kifâyet ölçüsünü aşmamalı; oburluk, lüks, israf ve pintiliğe düşmemelidir.

Ehlullah hazerâtı şöyle der:

“Nefse taviz vererek, yani nefsin arzularını yerine getirerek onun şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Bundan kurtulmanın yegâne çaresi; Allâh’a sığınıp, O’nun emirlerine sarılmaktır.”

ŞÜPHELİLERDEN İÇTİNAB

Nefisle mücadelede hassâsiyet ve titizlik göstermek îcâb eder. Sadece belli başlı zâhirî haramlardan uzak durmak bu mücâhedede kâfi değildir. Tehlikesi, hikâyedeki donmuş yılan gibi bâtında kalan, gizli olan şüpheli şeylerden de, kerâhetli ve netâmeli işlerden de uzak durmak lâzımdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez.

•Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur.

•Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır.

Dikkat edin!

Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Kıssadaki avcı, yılanın kendisine hiçbir zarar veremeyeceğini sanıyordu. Lâkin bu büyük bir aldanış oldu.

Vakıf malını almak gibi, birtakım mahzurlu, şüpheli işler de böyledir. Gafil kişi, bunların âhiretine zarar vermeyeceğini zanneder. Hâlbuki ecel her an gelebilir. Gafil hâlde iken son nefes geliverirse, kişi büyük bir nedâmete dûçâr olacaktır. Âhirette kullanamayacağı faydasız bir servetin hiç veremeyeceği ağır hesapları ile karşı karşıya kalır.

Hadîs-i şerifte bu bâtınen şüpheli hususları herkesin idrâk edemediği bildirilmektedir. Ölçümüz şu olmalıdır:

Kalbe kasvet veren, ibâdetlere karşı sıklet ve atâlet meydana getiren her husus şüphelidir. Bunlara karşı dikkatli olunmazsa; temâyüller, nefsânî arzulara göre şekillenmeye başlar. Böylece gönül hantallaşıp duygusuzlaşır, yalnız kendi menfaatini düşünür. Merhamet ve şefkat fukarâsı hâline gelir.

Bu çirkin hâllerden kurtulmanın yolu, Allah korkusudur. Hadîs-i şerifte bildirildiği üzere; «hudûdullâh»ı çiğneme endişesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın âdetâ yasaklı saha îlân ettiği şüpheli noktalardan uzak durmaktır.

Töhmet olan yerlerden uzak durmak da bu hususta mühim bir nebevî tavsiyedir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Kendisini töhmet altında bırakacak işlere girişen kimse, kendisi hakkında kötü düşünenleri kınamasın.”

Câfer-i Sâdık Hazretleri ise şöyle buyurmuştur:

“–Babam beni üç şeyle terbiye etti. Bana dedi ki:

«–Oğlum! Kötü arkadaşla beraber olan, selâmette olmaz.

–Kötü yerlere girip çıkan, töhmet altında kalır.

–Diline sahip olmayan, pişman olur!»”

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” (en-Nâziât, 40-41)

Nefis ne kadar tezkiye edilse, mertebeler içerisinde ne kadar yükselse de, ondaki menfî vasıflar tamamen ölmez; vücutta durup, şartları oluşunca hastalığı meydana getiren bir virüs gibi sinmiş bir vaziyette bekler.

Rabbimiz’in kulluk emri, son nefese kadardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

Demek ki;

İdrâk ettiğimiz Ramazanları, mübârek zamanları ömre yaymak lâzımdır. Nefis tezkiyesini bir ömür sürdürmek lâzımdır.

Asla; «biraz kazandık, biraz daha harcayalım.» tarzında bir ahmaklığa düşmemek lâzımdır.

Cenâb-ı Hakk’ın lutfu olarak Ramazân-ı şerîfi idrâk ettik. İbâdetler ettik, mânevî feyiz ve rûhâniyetlerden gayretlerimiz nisbetinde istifâde ettik inşâallah.

Lâkin asıl imtihan;

RAMAZAN’DAN SONRA…

Günümüzde insanlar sağlık ve zindelik için perhizler yapıyor. Muayyen bir vakit verilen tâlimatlara riâyet ediyor, gıdâsını ciddî şekilde tahdit ediyor. İhtimâmı nisbetinde netice de alıyor. Kilo veriyor. Hedeflediği şekilde rahatlık temin ediyor.

Ancak perhiz bittikten sonra dikkat elden bırakılırsa, verilen kilolar tamamen geri döndüğü gibi bazen, daha fazlası da geliyor.

Ramazân-ı şeriften sonraki vaziyet işte bunun için çok mühim. Bu mânevî perhizden çıkarken elde edilen kıvâmı tamamen elden bırakmamak gerekir.

•Bu mübârek ayda terâvihler kıldık, sahurda da teheccüdler edâ ettik. Ramazan’dan sonra da teheccüdleri devam ettirmek için gayret etmemiz lâzımdır.

•Bu mübârek ayda hatimler indirdik, devamında da Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet bereketinden günlük nasibimizi almaya devam etmeliyiz.

•Bir ay boyunca oruç tuttuk. Sıhhati elverenler için; Şevval, Zilhicce, Muharrem ve benzeri vesilelerle, diğer sünnet oruçlarla vücudumuza ve nefsimize orucun terbiyesini unutturmadan sık sık bu tezkiyeyi tekrarlamakta fâide vardır.

•Bu ayda gönüller yumuşadı; iftarlar, infaklar, fitreler edâ edildi. Fukarânın sadece Ramazan’da değil her zaman muhtaç olduğunu unutmayıp, infâka devam etmek îcâb eder.

Ramazân-ı şerifteki kadar fazla ve bol olarak devam ettirmek elbette zordur. Lâkin az da olsa devamlı tarifindeki gibi sâlih ameller devam ettirilirse, nefsin bu ayda girdiği donukluk hâli sürdürülebilmiş olur. Aksi takdirde Irak güneşinin donmuş yılanı uyandırması gibi; Ramazan sonrası kontrolsüz nefsâniyet ve gaflet de, nefisleri eski hâline döndürür.

Mevlânâ Hazretleri, nefs-i emmârenin tuzaklarına aldanarak rehâvete kapılanları bekleyen hazin âkıbeti şu mânidar misalle anlatır:

“Timsah, ağzını açar, bekler; parçalayarak yediği hayvanların artıkları dişlerinin arasında kaldığından kurtlanmıştır. Dişlerinin arasında kurtlar kaynaşır!

Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki bu kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!

Sen; sana hoş gelen nefsânî gıdâ ve menfaatlerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil!”

İDDİA YOK, HİÇLİK VAR!..

Kıssanın bir hikmeti de avcının maharet ve kudretle arz-ı endâm etmeye çalışırken, asıl kendisinin av olmasıdır.

Tasavvuf ehli, nefsin; riyâ, ucub ve süm‘a gibi tehlikelerine dikkat çekmişlerdir. Nefis, kendini beğenme ve kendini gösterme temâyülündedir. Bunu hayırlı işlerde dahî yapmaya kalkar.

Meselâ tevâzu elbisesi giydirilmiş bir övünme ile;

“–Efendim, bendeniz âcizâne, ancak şu kadar hatim indirebiliyorum, şu kadar talebe yetiştirebildim, şu kadar hayrât yapabildim…” diyerek ve bunu fânîlere teşhir ederek, o amellerin ecrini ziyân eder. Yahut yaptığı amelleri gözünde büyüterek, kendini başkalarından üstün görebilir.

İşte insan, nefsin böyle hilelerine düşmüşse, ejderhânın yuttuğu adam gibi helâk olmuş demektir!..

En zor sanat; benliği, yani gurur, kibir ve enâniyeti bertaraf edebilmektir. Zira gurur ve kibir alâmetleri zâhiren terk edilse bile, nefsin bunu hazmedip kabullenmesi kolay değildir. Bu sebeple nefsin hile ve tuzaklarından hiçbir zaman emîn olunamaz.

Cenâb-ı Hak, büyük muzafferiyetlerden sonra ashâb-ı kirâmın bu tuzağa düşmemesi için îkaz buyurmuştur:

Meselâ Bedir Zaferi’nden sonra, İslâm ahlâkını yavaş yavaş hazmetmekte olan müslümanlar arasında;

“–Ben şöyle savaştım! Şöyle yiğitlik gösterdim!” diyenler oldu. Cenâb-ı Hak buyurdu:

“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)…” (el-Enfâl, 17)

Mekke’nin fethinden sonra da Nasr Sûresi nâzil oldu. Bu sûrede;

“Allâh’ın zafer yardımı ve fetih geldiği ve insanların büyük kalabalıklar hâlinde İslâm’a girdiğini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile tesbîh et ve istiğfâr et!”

Yani;

“Zaferleri, muvaffakiyetleri ve bütün hayırları Rabbine izâfe et; bundan dolayı O’na hamd ve şükür ile yönel! Ayrıca bu vazifende vâkî olabilecek kusurların için de O’ndan bağışlanma dile!” buyurulmaktadır.

Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri şu mânidar ifadeleri buyurur:

“Nice insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır.

Nice âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır.

İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimali vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır.

İhlâslılar da (dünyada her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…” (Beyhakî, Şuab, V, 345)

Bu tehlike; amellerine güvenip rehâvete kapılma, kendini beğenme ve gururlanma tehlikesidir.

Rivâyete göre;

Allah Teâlâ, Hazret-i Dâvûd’a şöyle vahyetti:

“–Ey Dâvûd! Sıddîkları korkut. Fâsıkları müjdele!”

Dâvûd -aleyhisselâm- (aldığı bu ilâhî emrin derûnundaki hikmeti ilk anda kavrayamadığından, büyük bir hayret içerisinde şöyle sordu):

“–Yâ Rabbî! Sıddîkları müjdeleyip, fâsıkları korkutmam gerekmez miydi?”

Cenâb-ı Hak yine şöyle vahyetti:

“–Ey Dâvûd!

•Sıddîkları korkut ki, kendi amellerine güvenerek mağrur olmasınlar.

•Fâsıkları müjdele ki, rahmetim gazabımdan çoktur. (Ümitsiz olup da hüsrâna sürüklenmesinler. Ümit ile Hakk’a yönelsinler)” (Darîr Mustafa Efendi, 100 Hadis 100 Hikâye, s. 166, İstanbul, 2007; Ahmed, Zühd, s. 138)

Şeytan ve nefsimizin, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetini de istismâr etmesine ve bizi gaflete düşürmesine de izin vermemek îcâb eder. Bu sebeple Ramazanlar biter, ancak kulluk bitmez. Farz oruçlar bayramla bitmiş olur, ancak riyâzat bir ömür sürdürülmelidir.

Havf ve recâ arasında, dâimâ Allâh’ın rahmetini umarak, diğer taraftan Rabbimiz’in gazabına düşme endişesiyle hiçbir zaman dikkat ve ihtimâmı elden bırakmadan son nefeste hüsn-i hâtimeye vâsıl olma / îmanla son nefesi verme gayret ve titizliği içinde yaşamalıyız.

Hâsılı;

Bu âleme arz-ı endam için gelmedik, arz-ı hâl için geldik.

Yani;

•Bu dünyaya makam-mevki, gösteriş ve şa’şaa için gelmedik.

•Cenâb-ı Hakk’a kulluk, O’na yakın olmak ve vuslata nâil olmak için yaratıldığımızın şuurunda olmamız îcâb eder.

Rabbimiz; bizleri bir göz açıp kapayıncaya kadar dahî, nefsimizin eline bırakmasın. Bizi rahmet ve inâyetiyle sırât-ı müstakîmde muhafaza buyursun.

Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye ederek felâha kavuşanlardan eylesin…

Âmîn!..