NEDEN BURADAYIZ?

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Uzay-fezâ araştırmalarından bahseden bir programda bu alanda ne kadar büyük masraflarla devâsâ bir çaba sarf edildiğini anlattıktan sonra sunucu şöyle bir cümle kuruyor:

“Bütün bu çabaların altında yatan bir sebep de; «Biz neden buradayız?» bunu öğrenmek…” diyor.

Yani uzayı keşfe çıkıp; «Dünya gezegenine benzer hayata elverişli başka gezegen var mı? Başka şuur sahibi varlıklar yaşıyor mu?» diye öğrendiğimiz zaman; “Biz neden buradayız?” bunu anlayacakmışız…

Ne tuhaf değil mi? Yaratılış gayemizi bize, var olup olmadıkları bile bilinmeyen uzaylılar söyleyecekmiş.

O sonsuza benzeyen fezâda, en yakın bir galaksiye gitmek bile hayal ötesi. Velev ki gidildi, başka şuur sahibi canlılara rastlandı. Ne olacak? Bizim neden burada olduğumuzu, onlar nereden bilecek? Diyelim ki birtakım canlılık emâreleri buldular, hayata dair teoriler ortaya atıldı. Ne olacak? Bize bu tür bilgiler mi rehberlik edecek?

İnsanoğlunun yaratılış gayesini öğrenmek için bunları yapmasına neden gerek olsun ki?

Bize zaten bildirilmiş olduğu hâlde -sırf nefsimize hoş gelmiyor-; diye ona kulak tıkayıp başka bir cevap peşine düşmenin, bu uğurda bunca masraflar yapmanın akla uygun bir tarafı var mı?

Allah Teâlâ her devirde insanoğluna nebîler, rasûller göndermiş; sahîfeler, kitaplar indirmiş. İnsan rûhunun aradığı cevapları; hattâ daha sormak aklına gelmeden, haber vermiş. Böyle bir soru sormayacak, boş-değersiz şeylerle ömrünü hebâ edecek olanlara bile asıl sorulması gereken soruların cevaplarını vererek doğru düşünmeyi öğretmiş.

Belki Allah Teâlâ’nın insanın yaratılış gayesini;

“Ben; cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) ifadesiyle açıklaması bazılarına hoş gelmiyor. Bunu anlamakta zorluk çekiyorlar. Haydi gelin, bu âyetin muhtevâsına biraz farklı bir açıdan bakalım:

“Allah, insanı neden yarattı?”

İnsan gibi kaynakları sınırlı, ihtiyaçları sınırsız bir varlık; hemen her şeyi, bir gaye ile hattâ çoğu zaman zorlayıcı muhtaçlıklar ve endişeler sebebiyle yapar. Böyle olduğu için Allâh’ı da kendi nefsiyle mukayese etmeye kalkarsa, bu şekilde düşünerek bu problemin cevabını anlayabilir mi?

Aslında insanın Allâh’ın yaratılış gayesini anlayabilmesi için, Allâh’ı çok iyi tanıyabilmesi lâzım. Bu ise akılla mümkün değil.

İnsan aklı, kendi rûhunu bile anlayamaz. Çünkü anlayacak olan akıl; rûhun ancak bir cüz’ü, parçası veya faaliyetidir. Bir şeyin parçası, bütününü kavrayamaz. Bu sebeple insan, kendini bile anlayamaz. Nerede kaldı ki; kendisi gibi nice nice mahlûkatı yaratan, yarattıklarına benzemekten münezzeh ve muallâ olan Hâlık’ını tanısın.

İnsan, Allâh’ı tam mânâsıyla tanıyamayacağına göre; «Neden yarattı?» sorusunun cevabını da tam olarak idrâk edemez. Ancak insana lâzım olan bilgi verilmiştir: “Kulluk etsin diye…”

Elbette insana verilen tek bilgi bu değil; gerek Kur’ân-ı Kerim âyetleri gerek âfâkta ve enfüste müşâhede edilen, üzerinde tefekkür edildikçe fehmedilen daha nice nice âyetler var. İnsanın neden yaratıldığı sorusunun cevabı, bir hayat boyunca yaşayarak anlaşılacak muazzam bir esrar.

Bu esrârın ipucunu veren bir âyet-i kerîmeye dikkat edelim:

Allah Teâlâ âyet-i kerîmede buyuruyor ki:

“Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

Âlimlerin açıklamalarına göre, bu âyet-i kerîmede insanın yaratılışından önce;

“Kur’ân’ı öğretti.” buyurulması;

“İnsana beyânın öğretilmesinden asıl maksadın; ilâhî kitapları anlayabilecek, idrâk edebilecek bir kabiliyete sahip olarak yaratılmasına” işaret etmektedir.

İnsan eşref-i mahlûkat olarak yaratılmıştır, yani yaratılmışların en şereflisidir. Diğer mahlûkata verilmeyip de insana bahşedilen hususiyetlerin başında ise; «beyan» kabiliyetine sahip olması gelir.

Âyette geçen «beyan»; «insanın, dili ile konuşarak ifade etme, açıklama yeteneği»ni ifade ettiği gibi, insanın asıl yaratılış gayesinin ibâdet etmek olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyle birleştirilince, insana verilen beyan kabiliyetinin de asıl maksadı; Allâh’a olan kulluk borcunu idrâk etmesi, bunu namazla, zikirle, duâ ve niyazlarla ifade etmesidir.

Âlimlerin birçoğunun dikkat çektiği gibi; Allâh’ın insanlara lutfettiği büyük bir nimet olan dil, esas olarak Allâh’ın kelâmını okumak, anlamak ve anlatmak içindir.

İnsanın yaratılış gayesine dair sırlar fısıldayan bir ipucu da ilk insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın kıssasıdır. Allah Zülcelâl; arzda bir halîfe yaratacağını meleklere bildirdiğinde, onlar buna hayret ederek, bunun hikmetini sorarlar. Cenâb-ı Hak; Âdem -aleyhisselâm-’a «isimleri» öğretir ve meleklerle Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı bir imtihana tâbî tutar. Âyet-i kerîmede bildirildiğine göre;

“Ve Âdem’e isimleri öğretti. Sonra (varlık âlemlerini) melâikeye gösterip;

«–Haydi dâvânızda sâdık iseniz; bana şunları, isimleriyle haber verin.» dedi.” (el-Bakara, 31)

Âlimler «isimleri» Allâh’ın yarattığı varlıkların isimleri olarak açıklamışlardır. (Taberî, Ebû Câfer, Câmiü’l-Beyân fi Te’vîli’l-Kur’ân)

Tasavvuf ehli ise, eşyanın isimleri derken; yaratılmış varlıklarda tecellî eden ilâhî isimleri bilmeyi anlamışlardır. Kuşeyrî -rahmetullâhi aleyh-;

“Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a bütün mahlûkatın isimlerinin yanı sıra, Allâh’ın isimleri yani esmâsı da öğretilmiştir.” der. (el-Kuşeyrî, Ebu’l-Kāsım Abdulkerim en-Nişâbûrî, Letâifü’l-İşârât, 1/35)

Dikkat edilirse; Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, cennete yerleşmeden, yiyip içmeye başlamadan önce Rabbinin öğrettiği kelimelerle konuşmaya başladı. Çünkü insan için ruh, bedenden önce geliyor.

Rûhunu besleyen sözlerden mahrum bir insanın, hakikî mânâda insan olması; yani düşünen, anlayan, araştıran, idrâk eden bir varlık olması mümkün değil.

Allah Teâlâ; yeryüzüne indirildikten sonra da Âdem -aleyhisselâm-’a ve evlâtlarına on sahîfelik bir mukaddes kitap nâzil ederek, ilk insanları ilâhî kelâmına muhatap almış. O zamandan beri insanoğlu ne zaman Allâh’ın indirdiği kelâmı unutsa, ondan uzaklaşsa, peygamberler ile kitaplar gönderilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki içlerinden;

•Kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan,

•(Kötülüklerden ve inkârdan) onları temizleyen,

•Onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar, apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân, 164)

Âyetlerini okumak, Kitâb’ı ve hikmeti öğrenmek insan rûhunun vazgeçilmez ihtiyacı. İnsanın doğru düşünebilmesi için, aklını daima Allâh’ın indirdiği hidâyet nûru ile aydınlatması gerekiyor.

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-;

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak, 1) emrine muhatap olduğu andan itibaren, insanlara en yüksek hakikatleri okudu. Gönlü îlâhî kelâm ile nurlandıkça, mârifet ve muhabbette en ulvî mertebelere çıktığı gibi; ibâdet, itaat, takvâ, tebliğ ve irşad gibi vazifelerini de en yüksek seviyesiyle yerine getirmeye muvaffak kılındı.

Sonra indirilen o âyetlere îmân edenler, sahâbe-i kiram olmak sûretiyle peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri oldular. O âyetler sayesinde; çölde birbirleriyle savaşıp duran câhil kabîleler olmaktan çıktılar, üç kıtayı aydınlatan meş‘aleler hâline geldiler. Kur’ân-ı Kerim; insanlık tarihi boyunca en çok okunan, ezberlenen, hayata nizam, kalplere şifâ veren kitap oldu.

Bugün insanlık; teknik bilgiler yönünden çok ilerledi ama bu teknolojinin insânî gayelere hizmet etmekten ziyade, nefsin hevâ ve israflarına hattâ sapkınca arzu ve ihtiraslarına âlet edildiğini görüyoruz. İşte Rusya, Ukrayna’yı teknoloji harikası silâhlarla harabeye döndürdü. Bu sefer beyaz tenli ve hıristiyan olunca kucak açtıkları milyonlarca sivil insan, vatanlarını terk edip yollara düştüler.

Güya «Birleşmiş Milletler» gibi milletler arası kuruluşlar, «İnsan Hakları Mahkemesi» gibi hukuk müesseseleri var ama hiçbir şey yapılamadı. Müslümanlara yapılan zulümlere zaten aldırış edilmiyordu; artık Avrupa’ya çok yakın coğrafyada, hıristiyan bir halka yapılan baskılara da kimse; «Dur!» diyemedi.

Artık açıkça görünüyor ki;

Bütün ilerleme, teknik alandadır ve çoğu; tüketim ve eğlence araçlarında çeşitlilikten ibarettir. İnsanlık nâmına tam tersi bir gerileme, vahşîleşme, zorbalık ve âcizlik tablosu göz önündedir.

Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Dünyada adâleti tesis etmek, ne kadar güçlü olsa da zâlime; «Dur!» demek öyle kolay bir iş değil. Bu işe yüreğini koymak lâzım. Din; insanı, fânî ömrünü bu dâvâya adaması için, çok büyük bir mükâfatla teşvik ediyor. Din olmazsa; kim, neden hayatını fedâ etsin?

İnsanın insanlaşması için basit duygularla değil, yüksek ideallerle hareket etmesi için hidâyete ihtiyacı var. Hidâyet; insana insan olma yolunda rehberlik eden ilimdir, ümittir, teşviktir, örnekliktir… Bunların hepsine birden din diyoruz. «Allah insanı kulluk etsin diye yarattı» ifadesi, işte bunların hepsini ihâta ediyor.

Kur’ân, müslümanların kulluk hayatını bütün yönleriyle kuşatan bir kitaptır. Onun lâfzını okumak da ibâdettir, mânâsına uygun amel yapmak da ibâdettir, tefekkür edip Allâh’a karşı edebini düzeltmek de ibâdettir. Kısacası Kur’ân-ı Kerim, kulluk yolunda en önemli rehberimizdir.

Kur’ân-ı Kerim, ibâdet hayatının rehberi ve mihveridir. Çünkü onu okumak, ilimdir. İlimsiz ibâdet olmaz. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Haberiniz olsun, ilmin olmadığı bir ibâdette / kullukta hayır yoktur. Anlayış ve kavrayışın olmadığı bir ilimde hayır yoktur. Düşünüp ibret dersi çıkarılmayan bir Kur’ân okuyuşunda da hayır yoktur.” (Dârimî, Mukaddime, 29)

Kur’ân-ı Kerim, dînî ilimlerin her birinin kaynağı ve dayanağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in mânâları pek çok âlim tarafından farklı tefsirlerle açıklanmıştır. Onun sayısız tefsirlerinden bir kısmı ahkâm tefsirleridir ki; genelde ibâdât, muâmelât ve ukûbat konularıyla ilgili âyetlerin yorumunu ihtivâ eden eserlerdir. Bir kısmı ise, işârî tefsirlerdir ki; daha çok tasavvuf büyüklerinin Kur’ân-ı Kerim’deki ince mânâları mânevî keşif yoluyla anlayıp, îzah etmesinden kaynaklanır.

Kur’ân-ı Kerîm’i böyle çok okumak, insanın rûhânî tarafının hayatıdır ve mânevî yönden rûha dirilik verir. Buna işaretle Kur’ân-ı Kerîm’in bir adı da «Ruh»tur.

“İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik.” (eş-Şûrâ, 52)

İnsanın madde âlemini gören bir maddî gözü olduğu gibi, mânevî hakikatleri anlamasına yardım eden bir kalp gözü de vardır. O göz ancak Kur’ân-ı Kerim teleskopu ile mahşer manzaralarını gördüğü vakit, mâneviyâtın kıymetini idrâk eder. İşte bu sebeple Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim âyetlerine «basîret» adını vermiştir:

“Bu Kur’ân, Rabbinizden gelen basîretlerdir.” (el-A‘râf, 203)

Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi ve vasfı da; «Burhan ve Nûr-i Mübîn»dir. Âyet-i kerîmede Rabbimiz;

“Ey insanlar! Size Rabbinizden kesin bir burhan (delil) geldi. Size apaçık bir nur (olan Kur’ân’ı) indirdik.” (en-Nisâ, 174) buyuruyor.

Kur’ân âyetleri, şu aldatıcı dünya hayatında kasvet bağlayan kalbimize nur verir. Âyet-i kerîmelerdeki îmânımızı kuvvetlendiren burhanlar; kalbimizdeki îmânı tazeler, güçlendirir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birçok hadîs-i şerîfiyle ümmetini Kur’ân-ı Kerim okumaya teşvik etmiş, Kelâmullâh’ın âhirette onu îmanla okuyanlara şefaatçi olacağını şöyle bildirmiştir:

“Kur’ân’ın sahibi kıyâmet gününde gelecek ve Kur’ân;

«–Ey Rabbim onu süsle!» diyecek bunun üzerine ona kerâmet tâcı giydirilecektir. Sonra Kur’ân;

«–Ey Rabbim ona yine ver!» diyecek ve bunun üzerine o kişiye kerâmet giysisi giydirilecektir. Sonra Kur’ân;

«–Ey Rabbim ondan râzı ol!» diyecektir. Bundan sonra da;

«–Oku ve yüksel!» buyuracak ve her âyet karşılığında bir hasene ilâve edilecektir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, V, 128)

Bu hadîs-i şeriften anlıyoruz ki; âhiret gününde müslümanların dereceleri, Kur’ân-ı Kerim’le münasebetlerinin kuvvetine göre olacaktır. Elbette burada kastedilen; sadece bir söz olarak okuyup, geçme demek değildir, Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiklerine îmân edip, gereği gibi amel etmek için elden geldiği kadar çaba göstermek şarttır.

Rabbimiz tarafından Kur’ân-ı Kerim aynı zamanda; «Şifâ, Hidâyet ve Rahmet» olarak isimlendirilmiştir:

“Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olana bir şifâ ve mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmet (olan) Kur’ân gelmiştir.” (Yûnus, 57)

Birçok âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; insanoğlunun iç âleminde nefsânî bir taraf olduğu için, bu tarafın tesiriyle kalpte hastalıklar ârız olur. Bunun alâmeti; kalbin gaflete dalması, asıl önemli olanı unutup önemsiz şeyleri kendine takıntı yapması, boş boş ömür geçirmesi, hattâ çirkinlikler işlemesidir. İşte Kur’ân-ı Kerîm’i çok okumak kalbe ârız olan o hastalıklara şifâ verir. Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkür ederek okumak da insana mânevî yolda rehberlik yapar.

İşte insan ancak böyle kuvvetli bir hidâyet kaynağına uyarak insanlaşabilir. Yoksa ileri teknoloji silâhlarla birbirini öldüren, modern vahşîlere dönüyor. Bunu hepimiz görüyoruz.

Başa dönecek olursak; insanın fezâya çıkması, araştırma yapmasında bir sakınca yok ama bunu sırf inançsızlığı ideoloji hâline getirdiği için, Allâh’ın indirdiği ilme, hidâyete sırt çevirip kendine alternatif bir inanç aramak için yapması ciddî bir sapkınlıktır.

Biz de her namazda olduğu gibi yine Allâh’a; «Bizi gazaba uğrayanlardan ve sapkınlardan eyleme!” diye duâ ediyoruz. Nimete erdirdiklerinin yoluna hidâyet etmesi için, indirdiği hidâyet vesilesine sımsıkı sarılanlardan olmayı niyaz ediyoruz.