Bir Tefekkür Vesilesi; BEYAZ GECELER

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bütün nimetler gibi, can da şahsın mülkiyetinde bir varlık olmayıp, emâneten tevdî buyurulması hasebiyle, üzerinde istenildiği gibi tasarrufta bulunulamaz. Şeyh Gālib bu cevherin keyfiyetini;

Bir şûlesi var ki şem-‘i cânın;
Fânûsuna sığmaz âsumânın.

diye vasfediyor. Bu cümleden olarak, çeşitli sâiklerle; sağlığı koruyucu tedbirlere uymamak ve hastalık hâlinde tedavi olmamak, intihar etmek, ötenazi denilen tıbbî yoldan hayatına son vermek gibi yollar, kaçınılması gereken gayr-i meşrû fiillerdir. Bu ilâhî ikrâmın; onu lutfeden Allah Teâlâ’nın buyrukları istikametinde gereken hususlara riâyet edilerek, ebedî saâdet vesikası ile birlikte son nefeste yüce sahibine teslim edilmesi mükellefiyeti bahis mevzuudur. Zira; emânete riâyet etmemek, hesabı pek ağır bir vebal olur. Bu münasebetle; zarûrât-ı dîniyye olarak insanın aklı, canı, malı, inancı ve nesli, emniyet altına alınması gereken hakları cümlesindendir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Tedavi olunuz. Allah; ihtiyarlık hariç, her derdin devâsını yaratmıştır.” (Ebû Dâvûd, Tıb, 1/ 3855) buyurur.

Allah Teâlâ’nın Şâfî ism-i şerîfi hürmetine şifâ niyâz ederken, devâ için yaratılan sebeplere de tevessül etmek gerekir. Dûçar kılınan sıkıntılarla alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Başınıza her ne musîbet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (eş-Şûrâ, 30)

Hayat, sevinçlerle ve kederlerle yüklü med-cezirlerle doludur. Bunlardan dünya ile sınırlı olanlar, geçici olmaları hasebiyle, ancak o nisbette kaāle alınmalıdır. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; birbiriyle zıt olan her iki hâlin de, mü’minin hayrına olduğunu şöyle ifade buyurur:

“Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır:

•Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.

•Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Bu cümleden olarak, mü’min; âhiret kazancına yol açan bu müjdeye sarılmalı, her hâli sabra ve şükre vesile bilmelidir.

Takrîben üç senedir, ülkemiz ve dünya korona virüs salgınıyla boğuşuyor. Bütün ülkelerde; alınan onca tedbire rağmen, zaman zaman hasta yoğunluğundan dolayı, hastahânelerde yer kalmadı;

«Yaşlılar risk altında!» denilirken, her yaştan insanın vefâtına şâhit olundu; kısıtlamalar manzûmesi hâlinde, bütün içtimâî faaliyetler yeniden tanzim edildi; salgının önünü alabilmek maksadıyla, ekonomiyi felç edebilecek seviyede iş yerlerinin kapatılması gibi sert tedbirler alma yoluna gidildi. Ancak bütün bu zorlayıcı tedbirlere rağmen, birçok ülkede istenen müsbet neticelerin alınamaması sebebiyle, âsâyişi bozan, hükûmetleri zora sokan içtimâî kargaşalar meydana geldi.

Düşünülürse, korona virüs âfeti; adâlet ve barışı tesis etmekle mükellef kılınmışken, ilmiyle mağrur olup, -hâşâ- âdeta ilâhlık vehmiyle dünyayı yeniden tanzim etme ihtirasına saplanan, kan ve ateşler içinde âdeta yaşanamaz hâle getiren zamanımız insanlığı için şiddetli bir îkaz olsa gerektir. Tıp câmiası; teknolojinin bu kadar gelişmiş olmasına ve fevkalâde yoğun çalışmalara rağmen, hâlâ ne korona virüsün tabiatı ne tedavisi ne de geleceği hakkında kesin bir şey söyleyebiliyor. Virüsün mutasyona uğramasıyla, meydana gelen yeni varyantların farklı hususiyetleri, sağlık câmiasını âdeta şaşkına çeviriyor. Aksi de mümkünken, ilâhî takdirle son varyantın daha az tesirli çıkmasıyla, dünya rahat bir nefes almışa benziyor; ancak, kimse daha tehlikeli bir varyantın gelip gelmeyeceği hususunda iyimser olamıyor. Korona virüs kendi lisânıyla; insanlığı, «yüce Yaratıcı’yı tanıması, O -celle celâlühû-’ya itaat etmesi, mahdut ilminin şümûlünü bilmesi» hususunda şiddetle îkaz ediyor.

Birçok musîbet gibi, hastalıklar da bir imtihan vesilesidir. İnsana düşen; lutfedilen sonsuz nimetlere şükredip, bunun yanında bir hiç mesâbesindeki başa gelen sıkıntılara sabrederek, bu imtihandan yüzünün akıyla çıkabilmektir. İhsan edilen nimetlerin mes’ûliyeti ile alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Nihayet o gün, (dünyada yararlandığınız) nimetlerden, elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Bu cümleden olarak, insanın gafleti mevzuunda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“İki nimet vardır ki, insanların çoğu onların kadrini bilmez.

Bu iki nimet,

•Sıhhat ve

•Boş zamandır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurur.

Maruz kalınan hastalıklar sebebiyle, hastahânelere düşmek de mukadderdir. Kovid salgınında; vaka sayılarının yükseldiği zamanlarda, hastahânelerde yer kalmadığı, bazı ülkelerde koridorların hastalarla dolduğu ve sağlık mensuplarının yetersiz olduğu yerlerde toplu ölümler yaşandığı gibi ürkütücü haberler, kamuoyunda endişe ile takip edildi. Halkımızın;

“Allah düşürmesin, yokluğunu da göstermesin.” temennîsinde bulunduğu hastahâne ve sağlık teşkilâtının önemi, bu vesile ile bir daha anlaşıldı. Evlerinden ayrılıp, aylarca hasta yatan insanların sıkıntılarına, ızdıraplarına şâhit olundu.

Hastaların tabiriyle bir kapısı eve, diğer kapısı kabre çıkan hastahâne hayatı; bütün sıkıntılarına rağmen, insanın kendisi ile yüzleşmesi ve âdeta mecbûrî tefekkür ile dünyayı, âhireti, ihsan buyurulan nimetleri daha iyi idrâk etmesine de vesile olabilecek bir mekân. Bilhassa yoğun bakım bölümü; sağlıklı iken farkında olunmayan, rahat bir nefes almaya varıncaya kadar birçok nimetten mahrum kalınan bir duraktır. Suriyeli âlim M. Ratib Nablûsî;

“En şiddetli hastalıklardan biri; «Nimete Alışma Hastalığı»dır ki, bu çok sinsi ve hissedilemeyen bir hastalıktır. İnsan; mahrum kalmadıkça, kullandığı nimetlerin değerinin farkında olmaz; şükrân-ı nimet olmaktan gafil kalır…” tespitini yapıyor. Nitekim bir nefes sıhhatin değerini Kanunî Sultan Süleyman Han;

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi;
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

diye, pek veciz şekilde ifade etmiştir.

Yoğun bakım ünitelerinde solunum cihazlarına bağlı veya yüzükoyun nefes almaya çalışan insan manzaraları, bu hastalığın en korkutucu yanını remzediyor. Devamlı yanan beyaz ışıklar aydınlığında, beyaz çarşaflar içinde, kendi derdine düşmüş hastalar için zaman âdeta durmuş; hangi gün, hangi vakit, hangi saat belirsiz. Yardımcı vazifelilerin arada sırada sükûnetle bir hayalet gibi süzülüp gittikleri beyaz geceler, zihinde cirit atan bin bir düşünceyi kovup, tefekkürün aydınlığı ile rûhâniyete can suyu olacak uygun bir vasat. Canla başla hizmet eden sağlık vazifelileri ile bu hizmetlerin yürütülmesi için gerekli imkânları temin eden devletimize minnetle duâ etmek, bir vefâ borcudur.

Kur’ân-ı Kerim’de, âhiretteki faydasız pişmanlıkla alâkalı olarak;

“Nihayet onlardan birine ölüm gelince;

«–Rabbim; beni dünyaya geri gönderin ki; terk ettiğim dünyada sâlih bir amel yapayım.» der.

Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında tekrar diriltilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (el-Mü’minûn, 99-100) buyurulur.

İnsan; tabiatı îcâbı, bilhassa kuvvetli bir iradeye sahip değilse, istemeyerek de olsa nefsine râm olup peşinde sürüklenebilir. Cengiz NUMANOĞLU, bu zâfiyete şöyle işaret ediyor:

Şeytanı en büyük düşman sanırdım;
Ondan da beteri, nefsimmiş meğer…

Ömrü olup hastahânenin kapısından çıkış nasip olanlar; kabir kapısından çıkacaklara göre, sâlih ameller işleme fırsatına kavuşacaklardır. İnsana düşen; nicelerinin kazanamadığı bu imkânı değerlendirip, âhirette faydasız pişmanlıklarla hüsrana uğramaktan kurtulmaktır. Beyaz geceleri, bu nefis muhasebesi için hayra vesile olarak görmek ve bu istikamette değerlendirmek lâzımdır. 15. asır şairlerimizden Kemal Ümmî, bu arınmayı şöyle dile getiriyor:

Gel beri ey nefse uyan, tevbe kıl!
Gaflet uykusundan uyan, tevbe kıl!

Yazığım çoktur deyip kesme ümid;
Affolur; olma perişan tevbe kıl!

Dön Hakk’a ne denli suçun varısa,
Yarlığar ol Hayy u Gufrân tevbe kıl!

Bu cümleden olarak, gönül tabiplerinden İbrahim Tennûrî Hazretleri (ö: 1482) de bu tezkiye vetîresini;

İşin aslı bu kim nefsün bilesin;
Ana göre Hakk’a kulluk kılasın.

diye hulâsa ediyor.