Müstesnâ Bir Sahâbî: HUZEYFE BİN YEMÂN

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Huzeyfe bin Yemân -radıyallâhu anh- Medine’de doğdu. Bedir Gazvesi’nden önce müslüman oldu. İslâm savaşlarında kahramanca savaştı. Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in sırdaşı olma hususiyeti ile öne çıkan bu sahâbî efendimiz, aynı zamanda güzel ve olgun bir ahlâka sahipti. Verilen vazifeyi tam ve en güzel şekilde yerine getiren Huzeyfe -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer zamanında Medâin’e vali oldu. Mü’minlere gece-gündüz hizmet ederek, bu makamın hakkını teslim etti. Takvâlı bir ömür süren Huzeyfe bin Yemân -radıyallâhu anh-, 656 yılında Medâin’de vefat etti.

*

Hendek Savaşı’nda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisine verdiği casusluk vazifesini şöyle anlatır:

“O gece karanlık çöktükten sonra kuvvetli ve dondurucu bir rüzgâr çıktı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanıma gelerek;

«–Git, şu kavim ne yapıyor bir bak. Onlara hissettirmeden onların haberlerini bana getir ve yanıma dönüp gelinceye kadar onlara ne ok ne taş ne mızrak atma ve kılıç vurma!” buyurdu. Sonra da gelecek kötülüklerden beni muhafaza etmesi için Allâh’a duâ etti. Ben de kalkıp müşriklere doğru yürümeye başladım. Rüzgâr ve Allâh’ın gözle görülmeyen orduları; onlara yapacağını yapıyor, onların çanaklarını ve kaplarını deviriyor, ateşlerini söndürüyor, çadırlarını başlarına yıkıyordu. Müşriklerin ordugâhına vardım. Ebû Süfyân ateş başında ısınıyordu. «Bu yakın mesafeden onu şu okumla kolaylıkla vurabilirim.» diye aklımdan geçirdiysem de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerini hatırlayarak vazgeçtim. İyice içlerine sokuldum. Müşriklerle birlikte ben de ateşin başına oturdum. Ebû Süfyân birden;

«–İçinizde casuslar ve gözcüler bulunmasından sakının. Herkes yanında oturanın elini tutsun.» dedi. Ben de derhâl sağımda ve solumda oturanların ellerini tuttum ve onlar bana ismimi sormadan evvel ben onlara isimlerini sordum. Böylelikle fark edilmedim. Bundan sonra Ebû Süfyân açlığı, soğuğu ve yahudilerin kendilerine yaptığı yanlışları gerekçe göstererek gitmeleri gerektiğini söyledi ve devesine yöneldi. O böyle yapınca diğerleri de kalktılar ve gitmeye karar verdiler. Düşman ordusu bölük bölük dağıldı. Geri dönüp olan biteni Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber verdim. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, azı dişleri görününceye kadar güldü. Daha sonra da kalkıp namaz kıldı.”

AKIL ve CESARETLE KAZANILMIŞ ŞANLI BİR ZAFER: SIRP SINDIĞI

Osmanlı uç beylerinden Hacı İlbeyi, on üçüncü asrın sonunda Balıkesir’de doğdu. Babası Karesi beylerindendi. Rumeli’ye gidenrek akıncı olarak fetihlere katıldı. Özellikle Edirne’nin fethinde mühim rol üstlendi. Kalabalık Haçlı ordusunu zekâsı ve cesaretiyle bertaraf ederek tarihte Sırp Sındığı destanını yazdı.

*

Bizans, I. Murad’ın Rumeli’de gerçekleştirdiği üst üste fetihleri durdurmak ve Edirne’yi geri almak maksadıyla müşterek milletlerden oluşan bir ordu kurdu. Papa’nın da teşvikiyle bir rivâyete göre yirmi bin diğer bir rivâyete göre altmış bin kişilik bir Haçlı ordusu teşekkül etti ve Edirne’ye doğru yola çıktı. Bu sırada Edirne’yi muhafaza etmekle vazifeli Lala Şahin Paşa, aldığı bu haberi Bursa’da bulunan padişaha bildirdi. Hacı İlbeyi; Bursa’dan yardım gelene kadar, yaklaşan düşman ordusu hakkında daha fazla malûmat almak için yaklaşık on bin kişilik bir birlikle Haçlı ordusuna doğru yola çıktı. Hızlı hareket ederek ordunun bulunduğu mevkie ulaştı. Haçlı ordusunun içine gönderdiği casuslardan; düşman ordusunun sayı üstünlüğüne güvenerek rehâvet içinde olduğu ve nöbetçiler dâhil herkesin akşamları içki içip, eğlenip, sarhoş olduklarını öğrendi. Geceleri askerî disiplinin gevşediği, kontrol ve hâkimiyetin ortadan kalktığı bu orduya gece baskını yapmaya karar veren Hacı İlbeyi, bir gece düşmana topyekûn taarruz etti. Neye uğradıklarını şaşıran Haçlı askerlerinin bir kısmı kılıçtan geçti, bir kısmı esir düştü, bir kısmı da kaçtı. Netice, Haçlı ordusu için hezîmet oldu. Hacı İlbeyi ve cesur askerleri bu şanlı zaferle tarihe geçtiler. Bu denli büyük bir ordunun savaşmadan yenilmesi Avrupa’da derin bir hüsrana yol açtı. 1364 yılında gerçekleşen bu savaş, tarihe Sırp bozgunu mânâsında «Sırp Sındığı» olarak geçti.

KISKANÇLIK, ÖMRÜ YİYEN BİR ATEŞTİR

Meşhur dil âlimi Asmaî, 740 yılında Basra’da doğdu. Dilbilgisi, edebiyat ve şiir üzerine ilim tahsil etti. Hâfızası ve şiire olan kabiliyetiyle öne çıktı. Bedevîlerden dinlediği şiirleri hem ezberledi hem not ederek sonraki nesillere ulaşmasını sağladı. Asmaî, 831 yılında Basra’da vefat etti.

*

Kendisi anlatır;

“120 yaşında biriyle karşılaştım.

«–Senin bu kadar uzun yaşamana ne sebep oldu? Sırrın nedir?» diye sordum. Cevaben;

«–İnsanlara haset etmeyi bıraktım ve uzun yaşadım» dedi. Asmaî sonra şu notu düşmüştür:

“Kıskançlık, ömrü yiyen bir ateş gibidir.”

ÂLİMİN GÖNLÜNE «GİRMİŞ, ÇIKMIŞ» BİR HİS

Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğdu. İlk tahsilini ve hıfzını Elmalı’da tamamladı. Daha sonra İstanbul’a giderek İslâmî ilim tahsili yanında; hüsn-i hat, edebiyat, felsefe ve mûsıkî öğrendi. 1900’lerin başındaki karışık siyâsî hayatta Evkaf Nazırlığına kadar yükseldi. Cumhuriyetin ilânından sonra Diyanet’in ricası üzerine; «Hak Dîni Kur’ân Dili» adlı tefsiri kaleme aldı.

Elmalılı M. Hamdi YAZIR, 27 Mayıs 1942’de vefat etti. Kabri, Sahrâyıcedid Kabristanı’ndadır.

*

Mahmud YAZIR merhum, Beşiktaş civarında oturuyor. Namazlara da Sinan Paşa Camii’ne gidiyor. Bir gün yatsı namazından çıkınca cemaatten yaşlı bir zât kendisine yaklaşarak;

“–Ağabeyin güzel bir tefsir yazıyor. Tefsirini kendisi de çok beğendiği için kendisinde ucub peydâ oldu. Dün gece mâneviyat âleminde bu mesele konuşuldu. Ağabeyin mâneviyat âleminde defterden silinecek. Bana îkaz etme izni verildi. Ben de sana söylüyorum. Ağabeyin tövbe, istiğfar etsin, yoksa kayıttan düşülecek.” diyor.

Mahmud YAZIR merhum meselenin ciddiyetini kavrıyor, ama meseleyi ağabeyine anlatacak cesareti yok. Çünkü ağabeyi onun hem İslâmî ilimlerde hem de hat sanatının on üç çeşidinde hocası. Üstelik büyüğü, babası yerinde. Kendini toparlayıp meseleyi anlatmak için birkaç defa teşebbüs etmesine rağmen durumu anlatamıyor. Aradan bir süre geçiyor, yine bir yatsı namazı çıkışında aynı zât yine yaklaşıyor ve yine îkaz ediyor;

“–Ağabeyini îkazda gecikiyorsun, süre doluyor, yoksa mahvolacak.” Bunun üzerine ertesi gün, ağabeyine gidiyor, cesaretini topluyor, üstü kapalı bir tarzda meseleyi anlatıyor. Merhum Hamdi YAZIR; çok zeki ve basîretli olduğu için, îmâ yoluyla da olsa meselenin ciddiyetini anlıyor ve derhâl tövbe istiğfar ediyor. Geceleri sabahlara kadar ağlayıp ibâdet ediyor, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyor, af ve mağfiret diliyor. Bu hâl, iki buçuk ay kadar devam ediyor. Bu müddet zarfında tefsirle hiç meşgul olmuyor ve tek satır yazmıyor. Daima tövbe ve istiğfar ile meşgul oluyor. Bu uzun sürenin sonunda, yine bir yatsı namazından sonra o kalp gözü açık olan mâneviyat eri zât-ı muhterem yaklaşıyor:

“–Ağabeyinin samimî gözyaşları; onun tevbedeki ihlâsını ortaya koyduğu için, tevbe ve istiğfarı kabul edildi, defterden silinmekten kurtuldu. Bundan sonra daha dikkatli olması lâzım.” deyip ayrılıyor. Mahmud Bey de ağabeyine durumu yine îmâ yollu haber veriyor. Ağabeyi de tefsiri yazmaya devam ediyor. O büyük ve kıymetli tefsir bundan sonraki çalışmanın eseri. M. Hamdi YAZIR; «Biz neyiz?» isimli «girmiş çıkmışız» redifli meşhur kasîdesinin bir yerinde;

Yerden uçsak da sezâdır kimseye bâr olmadan,
Evliyâ bezminde hâk-i pâye girmiş çıkmışız.

beytiyle muhtemelen bu hâdiseye işaret etmektedir. (Süleyman Hayri BOLAY, «M. Hamdi Yazır ve Ucub», Altınoluk Dergisi, Yıl: 21, sa., 253, s. 24-25, [Mart] İstanbul 2007)