Sulhü Olmayan Bir Cenk NEFİS TERBİYESİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanın yaratılışı sayısız hikmetlerle dolu.

Hepsi birbirinden derin, mânâlı, yerli yerince ve ebediyete ışık tutan hakikatler.

Temelde;

Allâh’a kulluk gayesi var. O’nu idrâk ederek, irfân üzere bilerek, kudret ve azametini kavrayarak bir kulluk. Mârifetullah ve muhabbetullah içinde bir kulluk.

İşte bu;

Buna engel gibi görünen aslında daha kuvvetlendirici ve kıymetlendirici olan muhtelif imtihanlara bağlı. Çünkü o zaman kulluğun bir değeri var. O zaman kulluk, bambaşka bir hüner.

Yani;

Bir sürü engellere rağmen; «Allah!» diyebilmek, işte gerçek mânâda insanı ahsen-i takvîm yapan formül bu. Bütün varlıklar arasında Allah katında beşeriyeti kâinâtın gözbebeği eyleyen fazîlet bu formülde. Çünkü bütün varlıklar, yaratıldıkları mâhiyet ve gayeye göre âdeta otomatik bir işleyiş içindeler. İnsan ise, böyle değil. O, belli engelleri aşıp da bunu gerçekleştirme imkânına sahip. Dolayısıyla o engelleri bertaraf etmeye göre aldığı mesafe, diğer varlıklardan daha değerli yapmaktadır insanı.

İşte;

Bunun için insana sayısız menfî özelliklerin kumkuması olan bir nefis, sayısız müsbet özelliklerin harmanı olan bir gönül verilmiştir. Ömür de bu ikisinin arasındaki kavgaların, mücadelelerin ve buna göre zuhûr eden neticelerin hulâsasından ibarettir.

Henüz yeni yaratıldığımız demden itibaren imtihanlar zuhûr etti. İlkönce insana şeytanın imtihanı seyrettirildi, nasıl kaybettiği gösterildi. Sonra da insanın imtihanları devreye girdi. İlk imtihanda yaşanan gaflet sebebiyle cennetten dünyaya düştü insanoğlu. Sonra sarıldığı samimî tevbe ile tekrar cennete dönüş yolculuğu başladı.

Ancak bu yolculuğun varış noktası;

Nefs ile kalbin arasındaki îman, ihlâs ve takvâ ekseninde yaşanan mütemâdî bir cenk ve onun neticelerine göre ya cennet ya da cehennem olarak takdir edildi.

İşte bu bakımdan;

“Nefsini temizleyen felâha erdi / kurtuldu.” (eş-Şems, 9) buyuruldu.

Nefsin temizliği;

Onu mertebe mertebe her türlü kötü sıfatlardan temizlemek. İlk basamakta temizlenecek menfî özellikler başka, ikinci basamakta başka. Sırasıyla onları tezkiye şart. Bu noktada nefsin mertebelerini iyi bilmek zarûrî.

Tasavvuf erbâbı, bunları şöyle sıralamıştır:

•Nefs-i emmâre

•Nefs-i levvâme

•Nefs-i mülhime

•Nefs-i mutmainne

•Nefs-i râdıyye

•Nefs-i merdıyye

•Nefs-i kâmile

Burada şu gerçek çok mühim:

Bu mertebeler; aslında nefsin kendisine ait değil, kıvam ve olgunluğuna göre kalbe ait hususiyet ve makamlardır.

Yani;

Kalbin ulaştığı her mertebede nefis, yine emmâre seviyesindedir. Kişi, âlim ve fâzıl olsa da böyledir. Asdıkā ve evliyâ olsa da böyledir. Kezâ;

“–Ey gönül, mutmainne oldun kurtuldun!” diye bir şey yok.

O hâlde yüce Allah âyette neden;

“–Ey mutmainne olan nefis!” diyor?

Şundan:

Kalbi mutmainne makamına gelmiş bir nefis / insan artık cennetin eşiğine gelmiştir. Cennete giren kalbin, nefsi de beraberindedir ve o da cennete girecektir. Dolayısıyla bu ifade böyle bir mazhariyeti dile getirmektedir yoksa nefis kendi başına yine emmâredir.

Şiirin ifadesiyle;

Kendi başına ancak ateşe lâyık diken,
Cennete lâyık olur gülün yanında iken.

Hakikaten;

Mutmainne bir kalp, emmâre bir nefsi cennete götürmektedir. Meselenin özü budur. Ancak bu öz alabora olduğunda en zirve makamdaki insanların bile alabora olduğu âşikârdır. Bel’am bin Baûra ve Kārun gibiler bunun en ibretli tezâhürleridir. Emmâre bir nefsin, velâyet derecesinde mutmainne olan kalplere ağır basmasıyla yaşanan hüsran ne kadar kötüdür.

Tabir câizse;

Ayak altına alındığında nefis, âdeta mîrâca çıkartan bir asansör gibi! Fakat baş üstüne alındığında da yerin dibine geçiren bir basansör gibi!

İşte bu hikmet sebebiyle;

Hazret-i Yûsuf, kadın ve zindan fitneleri dâhil bütün imtihanları aştığı ve mertebelerin en zirvesine ulaştığı hâlde şu hakikati vurgulamıştır:

وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪يۚ اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪يۜ اِنَّ رَبّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٥٣﴾

–Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam.

•Çünkü nefis, olanca şiddetiyle hiç durmadan kötülüğü emredicidir.

Rabbim merhamet etmiş de korumuş başka.

Hiç şüphesiz;

Benim Rabbim, hataları örten / çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. (Yûsuf, 53)

Hazret-i Yûsuf âdeta şöyle demiş oldu:

–Rabbim Allah, beni bu mertebelere ulaştırdı, ama biliyorum ki O’nun rahmeti olmasa benim nefsim daima kötülüklere mebnî bir nefs-i emmâredir. Bu yüzden ben nefsimi temize çıkarmam, ona güvenmem, onu savunmam ve asla ona arka çıkmam. Ancak Rabbimin rahmetine güvenirim!

Nitekim Hazret-i Peygamber’in;

“–Ey Allâh’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimin eline bırakma!” (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58) diye duâ etmesi de, aynı hakikati ifadeden başka bir şey değildir.

Bu durumda;

Nefsi tezkiye ve onun mertebeleri, tıpkı araba kullanmaya benzer.

İnsan ilk önce acemîdir. O arabayı değil de sanki araba onu kontrol ediyor gibidir. Bu acemîlik onu perişan ediyor, sağa-sola çarpıyor, başına masraflar açılıyor. Nihayet başlıyor kendini kınamaya:

–Böyle olmuyor, biraz tecrübe şart.

İşte levvâme. Fakat araba aynı araba.

Sonra;

Biraz daha titizlik kazanıyor. İyi gitmeye başlıyor. İşte mülhime. Fakat yeterli değil. Biraz daha kabiliyetini geliştiriyor. Oo, gayet iyi olmaya başlıyor. İşte mutmainne. Fakat daha ilerisi var, ustalık. Daha bir güzel. İşte râdıyye. Sonra daha ötesi, ince ustalık. İşte merdıyye. Sonra daha da ötesi, tam bir sanatkârlık seviyesi. Bambaşka bir merhale bu. Gözü kapalı araba kullanıyor artık. Araba tamamen onun kontrolünde. Müthiş hizmet veriyor. İşte kâmile.

Fakat araba yine araba. Markası, modeli farklı da olsa, yine araba o. Sahibi çok sanatkâr bir şoför hâline gelmişse bile ansızın tekeri patlayabilir, motoru dağılabilir. Ya da en ufak bir dikkatsizlik yüzünden çok ağır bir trafik kazası meydana gelebilir. İşte bu da nefsin daima emmâre oluşu.

Usta ve sanatkâr, araba kullanışında; «Vay!» dedirtirken tekeri patlattığı anda; «Eyvah!» Her yöne dönen direksiyonu uçuruma kaptırdığı anda; «Eyvah!»

İşte bu sebeple;

Nefis terbiyesi sulhü olmayan bir cenktir.

Çünkü araba kullanmak bahsinde usta olursun, sanatkâr olursun, çok mâhirleşirsin; ama bunlar arabanın kaza yapmayacağı garantisini oluşturmaz hiçbir zaman.

Yani;

Usta ve sanatkâr bir şoför olmanın bütün meselesi de, arabayı kaza yaptırmadan kontrol ve hâkimiyet altında tutabilmek ve herhangi bir felâkete dûçâr olmadan menzil-i maksûda vâsıl olabilmek.

Her gün dinliyoruz şoförler hakkında:

−Direksiyon hâkimiyetini kaybetti. Ağır bir kaza meydana geldi. Üç / beş / elli kişi can verdi!

Demek ki;

Kontrol ve hâkimiyet kaybolduğu an, arabanın emmâre yönü tamamen devrede. Başa ne geleceği meçhul. Nefsin hâkimiyet ve kontrolü de böyle. Bunun için de nefsin özelliklerini en mükemmel şekilde bilmek zarûrî. Tıpkı aracı mâhir kullanmak için bütün tafsilâtıyla onu tanımak gerektiği gibi.

Unutmamalı ki:

İnsanlar arasındaki bütün kavgalar, savaşlar ve zulümler, hep nefsin kontrolünü kaybetmekten başka bir şey değil. Bütün başarılar da bu meyanda nefse hâkimiyetin bir başarısı. En büyük fetihler de, öncelikle içteki fetihlerin bir tecellîsi.

Şimdi sormalı:

Sözde sultân olanın yeller eser tahtında,
Özde sultanlığa tâcın, kemerin var mı gönül?

Dışta her fethe anahtar olacak kıymette,
İçte rûhen kazanılmış zaferin var mı gönül?

Evde bir başka hesap, çarşıda bir başka hesap;
Son terâzîde biraz mûteberin var mı gönül?

Ne şeref; varsa eğer, hem bize, hem neslimize,
İşte cennet! Ulaşan bir tekerin var mı gönül?

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmîn…