KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -40- RAMAZÂN-I ŞERÎF’İ RAHMET İNSANI VASFIYLA İHYÂ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İCÂBETİN ŞARTI

Çölden gelen bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle sordu:

“–Rabbimiz bize yakın mıdır? Yakın ise O’na içten sessizce yalvaralım. Yoksa uzak mıdır? Öyleyse O’na yüksek sesle nidâ edelim.”

Bu suâle cevap olarak Allah Teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ
اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

“(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle):

Ben çok yakınım.

Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar (şerîati takvâ ile yaşasınlar) ve Bana (aşk ile) inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186, [Taberî, Câmiu’l-beyân, II, 215])

Yani Rabbimiz’in duâlarımıza icâbet etmesi için, Cenâb-ı Hakk’ın bize gönderdiği kulluk davetine icâbet etmemiz şarttır. Şerîatin yani Rabbimiz’in bizlerden istediği kulluk ahkâmının muhtevâsında yaşamamız şarttır.

Bu âyet-i kerîme, Ramazan orucunu emreden âyetlerin hemen akabinde yer almaktadır. Âdetâ Rabbimiz’in kulluk davetine icâbet etmeye başlamak için Ramazân-ı şerîfin en güzel bir iklimi meydana getirdiğine işaret vardır.

Ramazân-ı şerif;

•Kur’ân-ı Kerim ile hemhâl olma mevsimidir.

•Rasûlullah Efendimiz ile, O’nun sünnetiyle hemhâl olma zamanıdır.

Ramazân’ın kıymetini bize hissettirecek bir tefekkür de şudur:

Geçen sene Ramazân-ı şerîfi beraberce idrâk ettiğimiz birçok arkadaşlarımız, dostlarımız, akrabalarımız ve ahbaplarımız vardı ki onlar bugün hayatta değil. Onlar bu Ramazân’a kavuşamadılar.

Bizim de bir dahaki Ramazân-ı şerîfi idrâk edip edemeyeceğimiz meçhul. Bu Ramazan, içimizden bazılarının son Ramazân’ı olabilir. Öyleyse bu rahmet mevsimini rûhâniyetle ihyâ etmeliyiz. Ramazân’ı, Rasûlullah Efendimiz ve sahâbe efendilerimizin ihyâ ettikleri şuurdan hisse alacak şekilde değerlendirmeye gayret etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak; her besmelede, her Fâtiha’da ve birçok vesileyle, bize Zâtını en ziyade «Rahmân ve Rahîm» isimleriyle tanıtmaktadır.

Rahmân ve Rahîm esmâsı Kur’ân-ı Kerim’de 99 yerde geçmektedir. Rahmân, bütün mahlûkāta şâmil bir rahmet iken; Rahîm, mü’minlere mahsustur. Ramazân-ı şerif de, rahmet tecellîlerinin tuğyân ettiği bir mevsimdir.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’i de «Âlemlere Rahmet» olarak göndermiştir.

Demek ki Rabbimiz bizlerden «Rahmet insanı» olmamızı istemektedir. Peygamberimiz rahmet insanı olmamızın zarûrî olduğunu şöyle ifade buyurur:

CENNETİN ŞARTI

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.”

Ashâb-ı kiram;

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cennete girmenin şartı olan merhameti şöyle îzâh etti:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkāta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkāta şâmil bir merhamet!..” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185)

Demek ki bir mü’min, dünyada kardeşlik testinden geçmektedir. Bu imtihanda fedâkârlıkların kıymeti, sahip olunan imkânlarla ölçülür.

Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yani malının yarısını) infâk etti.

Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Mü’min; bütün mahlûkātı şümûlüne alan bir merhamet ile mükerrem bir insan olmalıdır ki muhteşem cennetler ile mükâfatlandırılsın.

Her zaman pek cömert olan Rasûlullah Efendimiz, Ramazân-ı şerifte rüzgârlardan daha cömert olurdu.

Bizler Rabbimiz’in bizden istediği Rahmet İnsanı vasfını her zaman yaşamalıyız. O’nun emir ve yasaklarını her zaman hayata geçirmeliyiz. Ancak bilhassa Ramazân-ı şeriflerde bu hassâsiyeti en yüksek seviyede tutmamız lâzımdır.

HAKK’IN ŞÂHİDİ OLABİLMEK

Âyet-i kerîmede Rabbimiz bize bir vazife vermektedir:

“…Sizi mûtedil (hayırhah) bir millet kıldık ki;

•Sizler insanlığa şâhitler olasınız;

➢(Yani İslâm’ın şâhidi ve temsilcileri olasınız,

➢Nümûne-i imtisâl, örnek insanlar olasınız,

➢Size bakanlar, Allâh’ın arzu ettiği fert ve toplumu temâşâ etmelidir.)

•Rasûl de size şâhit olsun…

(Yani sizin Müslümanlığınız, Allah Rasûlü’nün beğenip takdir edeceği bir güzellikte ve kıvamda olmalıdır.)” (el-Bakara, 143)

Yani dîni yaşamak ve yaşatmak, kurtuluşa erenlerin vasfı olan «takvâ, zühd ve ihsan» hâlinde olabilmek…

Vazifenin ferdî tarafını; «İslâm’ı yaşamak», içtimâî tarafını ise; «İslâm’ı yaşatmak» şeklinde hulâsa edebiliriz.

Peygamberimiz, Bedir Harbi’nin öncesinde şöyle niyâz etmişti:

“Ey Allâh’ım! Bana olan va‘dini yerine getir! Bana zafer ihsân eyle!

Ey Allâh’ım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helâk edersen, artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak!” (Müslim, Cihâd, 58)

Yani İslâm dâvâsı, mü’minlerin omuzlarındaki bir emânettir.

Bir mü’min;

•Hâdisâtın akışından kendisini mes’ûl addetmelidir.

•Allah kelâmının en yüce olmasından, «i‘lâ-yı kelimetullah»tan, İslâm’ın istikbâlinden kendisini mes’ûl addetmelidir.

•Hidâyetten ve takvâdan mahrum kimselerin irşâdından kendisini mes’ûl görmelidir.

•Bir tek mü’min kardeşinin dahî mazlum, çaresiz, bîkes ve perişan hâlde olması; onun gönlünü huzursuz etmelidir.

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

Şems -kuddise sirruhû- bana bir şey öğretti:

«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.»

Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Bugün çeşitli sebeplerle meydana gelen iktisâdî sıkıntılarda, darlık ve yokluklarda mü’minlerin, «rahmet insanı» vasfına bürünerek kardeşliği ihyâ etmeleri gerekir.

Nitekim Fetih Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde, Cenâb-ı Hak; Allah Rasûlü’nün beraberindeki ashâb-ı kirâmı şu vasıfla da medh ü senâ etmiştir:

رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ

“…(Rasûlullâh’ın beraberindeki mü’minler) birbirlerine karşı çok merhametlidirler…” (el-Fetih, 29)

Bir mü’minin kalbinden merhamet ve şefkat taşıran bir rahmet insanı olabilmesi için, önce kendini irşâd etmesi zarûrîdir.

İSLÂM’I YAŞAMAK

İslâm’ı yani Cenâb-ı Hakk’ın yüce tâlimatlarını her zaman yaşayacağız, her zaman vecd ve istiğrâk içinde tatbik edeceğiz. Bilhassa Ramazân-ı şeriflerde bu yaşayışın hassâsiyet ve derinliğini artırmaya gayret edeceğiz.

•Namazlarımız Göz Nûru Olmalı…

Namaz, ferdî ibâdetlerin zirvesi… Cenâb-ı Hak ile günde beş kez mülâkat fırsatı.

Farz namazlarımızı mutlaka camide ve cemaat ile edâ etmeliyiz. Yirmi yedi derece sevâba tâlip olurken, aynı zamanda ümmet-i Muhammed ile içtimâîleşmeliyiz.

Farz namazların cemaatle kılınması; bizim mezhebimizde, sünnetlerin en kuvvetli derecesi olan, müekked sünnettir. Yani Efendimiz’in hemen hemen hiç terk etmediği, üzerinde çok durduğu sünnetlerdendir. Hanbelî mezhebinde ise, vâcibdir. Yani kişi, zarûret olmadan cemaati terk edemez.

Hakikaten asr-ı saâdette, cemaatle namaz üzerinde çok ciddiyetle durulduğunu görmekteyiz.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir âmâ geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! Benim evim Mescid-i Nebevî’ye uzak, beni elimden tutup götürecek kimse yok. Yolda haşerat var. Ben, evimde namaz kılsam olur mu, buna müsaade eder misiniz?” dedi.

Efendimiz -aleyhisselâm- bir müddet tefekkür ettikten sonra sordu:

“–Hayye ale’s-salâhı duyuyor musun?”

O da;

“–Duyuyorum yâ Rasûlâllah!” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Öyleyse mescide devam et!” (Nesâî, İmâmet, 50) buyurdu.

Bu Ramazan’da cemaatle namaz şuurunu kazanmalı ve sâir zamanlara da yaymalıyız. Caminin uzak olduğu, iş saatinde çıkılamadığı gibi durumlarda da en azından, oradaki kişilerle cemaat olmaya riâyet etmek lâzımdır.

Namazlarımızı, Rasûlullah Efendimiz’in namazı ile mîzân etmeliyiz. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle buyurmuştur:

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)

O’nun nasıl namaz kıldığını ise Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu.

Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Namazı yasak savar bir tarzda, gaflet içinde kılmak, asla bu ulvî vazifenin îfâsı yerine geçmez. Hattâ böyle gaflet içinde namaz kılanlara; «Yazıklar olsun!» hitâbı gelmiştir. Namazı terk edenlerin ise, hâlinin nice olacağını düşünmek gerekir!.. Müddessir Sûresi’nde o âkıbet şöyle anlatılır:

Cehennem ehline;

“–Sizi Sakar cehennemine dûçâr eden nedir?” diye sorulduğunda, verdikleri ilk cevap şu olacaktır:

“–Biz namaz kılanlardan değildik!” (Bkz. el-Müddessir, 42-43)

Farz namazlara ilâveten, nâfile namazlarla da, bilhassa bu mübârek mevsimlerde Allâh’a secdelerle yaklaşmak lâzımdır.

Ramazân’a mahsus bir rahmet olan, terâvih namazları, acele içinde değil, huşû ve huzur içinde edâ edilmelidir.

Sahura kalkma tâlimi, sehere kalkma terbiyesine dönüştürülmeli ve senenin tamamına yayılmalıdır. Bu çok kıymetli vakitler, teheccüd namazlarıyla beraber; istiğfar, kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfeler, zikrullah ve Kur’ân tilâvetleriyle ihyâ edilmelidir.

•Orucu Bütün Vücuda Edâ Ettirmeli…

Ramazân-ı şerif;

•Oruç sayesinde, mahrumların hâlinin tefekkür edildiği, böylece ruhların rikkat kazandığı,

•Nefsânî arzulara karşı iradenin güçlendirildiği,

•Helâllere bile riyâzat içinde yaklaşılan bir mevsimdir.

Bu kıvamda bir oruç için;

Orucu sadece mideye değil; göz, kulak, dil ve gönle de, yani bütün uzuvlara tutturmak îcâb eder.

•Ağzımızdan yiyecek ve içecek girmemesine dikkat ettiğimiz gibi; ağzımızdan kötü bir söz, yalan, gıybet ve nemîme gibi gayr-i ahlâkî lâkırdıların çıkmamasına da âzamî gayret göstermeliyiz.

•Bu çirkin sözleri kendimiz söylemediğimiz gibi, kulaklarımızın da böylesi iğrenç lâfızlarla kirlenmemesine dikkat etmeliyiz.

Abdullah Dehlevî Hazretleri; oruçlu olduğu bir gün, yanında gıybet edilince, orucunun bozulduğunu söylemiş, iradesi dışında olduğunu söyleyenlere de;

“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. Gıybette söyleyen de dinleyen de aynıdır. (Bize o çirkinlikten in‘ikâs oldu, kötü bir esinti geldi)!” diye üzüntüsünü ifade etmişti.

•Oruçlarımızda gözlerimizin harama bakmamasına çok ihtimam gösterelim. Hayatları istîlâ eden internet, cep telefonu ve televizyonun menfî programlarının, Ramazân-ı şerifte pek kıymetli olan vakitleri israf ettirmemesine ve seyrettirdiği şeytânî vitrinlerle ecirleri zâyî ettirmemesine çok dikkat edelim.

•Oruç ibâdetinin özünün, riyâzat olduğunu unutmayalım. Yani sahur ve iftarlarda oburluğa düşerek, Ramazân’ın mânâsını tersine çevirmeyelim.

Hazret-i Mevlânâ, Ramazan sofrasını bakın nasıl ifade eder:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

Bu hasletlerle tutulan bir oruç, biiznillâh mü’min için cehenneme ve ona götüren kötülüklere karşı bir kalkan olacaktır.

•İnfâk ile Rahmet İnsanı Olmalı…

Siyer-i Nebî’de görüyoruz ki, orucun farz kılınmasının hemen akabinde zekât farz kılınmıştır. Gönülleri rakîk ve merhametli hâle getiren oruç ibâdeti, infak ibâdetini kolaylaştırır.

Zekât, nisab miktarı maldan fazlasına sahip olan herkesin ödemesi gereken asgarî infaktır. Onu vermemek, fakirin hakkını gasp etmektir ki, en kötü hırsızlıktır.

İsteyene gelişi güzel sadaka vermekle zekât ibâdeti yerine getirilmiş olmaz. Bilhassa iş ve dükkân sahipleri, zekât fıkhını öğrenmeli, bilmiyorlarsa ehline danışmalı, düzgün bir sayım ve hesap yapıp, yıllık zekâtlarını tespit etmeli ve geciktirmeden, yine araştırarak tespit ettiği ehline tevdî etmelidir.

Zekât ve sadakaların îfâsında nezâket ve zarâfet husûsuna da çok dikkat etmek gerekmektedir.

Başa kakmak, sözle eziyet etmek, kötüsünden vermek gibi zekâtı ve sadakayı boşa çıkaran davranışlardan uzak durmak gerekir.

Rahmetli babam Musa Efendi, bir gün dükkâna gelmişti. O esnada bir fakir gelip tezgâhtardan yardım istedi. O da;

“‒Daha dün geldin, verdik! Böyle üst üste olmaz ki!” şeklinde azarlayıcı sözler sarf etti.

Bunu fark eden babam, o tezgâhtarı çağırdı ve dedi ki:

“–Evlâdım, bizler de devamlı Rabbimiz’den istemiyor muyuz? Dün istedik, bugün yine istiyoruz. Sabah yiyoruz, öğleyin yine O’ndan niyâz ediyoruz.

Geri çevirmek ve azarlamak olmaz. Vaziyete göre az verilir, fakat mahrum bırakılmaz.”

Böyle durumlarda, gafil insanlar;

“–Bile bile kendimizi istismâr ettirmemeliyiz! Hem dilenmek dînimizde yasaktır.” şeklinde nefsânî vesveselerle cimrileşir ve isteyeni azarlayıp gönül kırmak gibi çok daha büyük bir cürme düşerler. Bunun yerine doğru olan, az da olsa ikrâm edip, nefsimizin cimriliğinden kendimizi korumamızdır.

Babam Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-;

Yardım isteyen kişilerin; «‒Allah versin! Allah versin!» diye uzaklaştırılmasına da çok üzülür ve şöyle derdi:

“‒Acaba; bize kim veriyor? Allah bize niçin veriyor? Sırf kendimiz için mi?”

Bu sebeple;

Sadakayı veren kişi, alan kardeşine karşı bir teşekkür edâsı içinde olmalıdır.

Çünkü verdiği zekât ise, onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar ise, aynı zamanda; veren kişiyi hastalık ve musîbetlere karşı koruyan birer siper-i sâikadır.

Yoksullar, fakirler ve garipler, aslında varlık sahipleri için büyük bir nimettir. Zira cennet kapıları, onların duâları ile açılır.

Yine düşünmelidir ki, kader îcâbı rolleri değişebilirdi. Kendisi muhtaç, o verdiği kardeşi sadaka veren durumunda olabilirdi. O zaman kardeşinin kendisine nasıl muâmele etmesini isterdi?

Yani dünya zâviyesinden bakıldığında, muhtaçlar, sadaka veren ağniyâ-i şâkirîne nasıl muhtaç ise; âhiret bakımından da, o zenginler, o muhtaçların duâlarına hattâ çok daha fazla muhtaçtırlar.

Rahmet insanı; sadece kendisinden isteyen, kapısına gelenlere vermekle yetinmez. Fukarâyı, mağdur ve mahrumları ziyaret eder, arar, bulur.

Mahrumlar, istiğnâ (tok gözlülük) ve kanaat ile kendilerini gizlese dahî, onları sîmâlarından tanır. Hâl ve hatırlarını sorar. Mâtemlerin civarında olur.

İSLÂM’I YAŞATMAK

Unutulmamalıdır ki;

Zekât, asgarî infaktır. Rahmet insanı; elinde bulunan imkânlardan, kifâyet ölçüsünde istifâde eder, asla lükse kaçmaz, israf ve pintilikten uzak durur ve artan ne varsa infâk eder. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tevdî ettiği ihtiyaç fazlası malın, bir imtihan olduğu şuurunda yaşar.

“…Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin!..” (et-Tevbe, 41) emrine imtisâl ederek, bütün imkânlarıyla, İslâm’ı yaşatacak hizmetlere destek olur.

Savaş hâllerinde seferberlik îlân edilir. Böyle zamanlarda; her zaman ödenen vergiler dışında, başka fedâkârlıklar da gerekir. Sadece vatanî hizmet yaşı gelenler değil, eli silâh tutan herkes vazifeye çağırılır.

Bugün âhirzaman şartlarında; eski kavimleri helâke sürükleyen günahların hepsi yeryüzünde işlenmekte, hattâ bu şenaatler maalesef, müslüman beldelere de sokulmakta ve sızmaktadır. Bizim evlâtlarımıza da musallat olmaktadır.

Bu şeytânî cereyanlara karşı bir müdafaa hattı kurmak, şarttır. Bu mücadelede, mânevî bir seferberlik lâzımdır.

İşte Ramazân-ı şerif, bu mânevî seferberlik mevsimidir. Canla, başla İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak için, bedenimizle, hizmetimizle, malımızla, bütün imkânlarımızla seferber olmalıyız.

Alev alev yanan ve yayılan bir yangın karşısında, onu söndürmek mevkiinde olanlar, nasıl ki oturup çay-kahve içmezler de derhâl var güçleriyle onu söndürmeye koşarlarsa, devrimizde de, nesillerin istikbâline çöreklenen cehennemî yangınlara karşı, her mü’minin seferberlik rûhu içinde olması lâzımdır.

Tebük Seferi’ne hazırlıklar yapılırken, kalplerinde nifak alâmeti bulunanlar, bahane ve mâzeret üreterek;

“–Bu sıcakta sefere mi çıkılır?!.” dediler.

Yani zorluklar karşısında nefislerine taviz verdiler.

Cenâb-ı Hak ise, onlara;

“–Cehennem ateşi daha sıcaktır!” diye cevap verdi. (Bkz. et-Tevbe, 81)

Demek ki; şartlar ne olursa olsun bir müslüman dâimâ cehennemin daha sıcak olduğunu tefekkür etmelidir. Böylece her türlü dünyevî meşakkat mü’minin gözünde küçülecek, o zorluklara sabır ve tahammül göstermek kolaylaşacaktır.

Bütün bu saydığımız İslâm’ı yaşayıcı ve yaşatıcı gayretler ile, ferdî hayatımızda da Kadir Gecesi’ne hazırlanmalıyız.

MUHTEŞEM KIYMET GECESİ

Kadir Gecesi 124.000 peygamber içinde, sadece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ihsân edilmiş muhteşem bir ikramdır.

Ümmet-i Muhammed, Fahr-i Kâinât Efendimiz sayesinde bu ilâhî ikrâma nâil olmakta ve bir gecenin ihyâsıyla seksen küsur senelik ecir kazanma imkânına kavuşmaktadır. Bir mü’min; Kadir Gecesi’ni tefekkür ederek, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Allah katındaki değerini idrâk etmeli ve böylece O’na muhabbet ve ittibâını artırmalıdır.

Yine bu geceye hürmet ve kıymetini veren mukaddes hâdisenin, Kur’ân’ın nüzûlü olduğunu da unutmamak îcâb eder:

Bu cihâna Allâh’a kulluk için geldik. Kur’ân-ı Kerim bu ibâdetin, bu kulluğun keyfiyetini tâlim eden ilâhî rehberdir. Hayatın her safhasını tenvir eden bir saâdet haritasıdır. Bütün dertlerimize şifâ olan bir devâdır. En büyük lütuftur ve kıymet vesilesidir. Şöyle ki;

Kur’ân’ı Cibrîl -aleyhisselâm- indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.

Kur’ân, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi. O, bütün rasûllerin seyyidi oldu. Âlemlere rahmet oldu.

Kur’ân; ümmet-i Muhammed’e geldi, o ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu.

Kur’ân; Ramazan ayında indi, o ay, ayların en hayırlısı oldu.

Kur’ân; Kadir Gecesi’nde indi, o gece, bin aydan daha hayırlı oldu. Bütün gecelerin en hayırlısı ve en fazîletlisi oldu.

Ey mü’min!.. Eğer sen de Kur’ân ile hemhâl olursan, sen de rahmet insanı olursun, insanların
en hayırlısı olursun!

Bunun için;

•Kur’ân-ı Kerîm’i gönlümüzde ve hayatımızda bütün ihtişamıyla hem yaşayıp hem de yaşatırsak,

•Hayatımızı Kur’ân ve Sünnet’in tâlimatlarıyla tezyîn edebilirsek,

•Evlâtlarımızı Kur’ân ve Sünnet ikliminde yetiştirip, onlara İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakabilirsek, ancak o zaman Allah katında değerli oluruz.

Cenâb-ı Hak, rahmet mevsimi Ramazân-ı şeriften en güzel şekilde istifâde edebilmemizi nasîb eylesin. Onun ecir ve sevâbını zâyî ettirmesin.

Bu mübârek ibâdet mevsiminin âhirinde; bizlere dünyada bayram sevinci ikrâm ettiği gibi, âhiret yurdunda da şefâat-i Rasûlullah, cennet ve cemâlullah bayramlarıyla cümlemizi şâdân u handân eylesin.

Âmîn!..