SÂLİHLERİN HASENAT ve İNFAK DOLU RAMAZÂN’I

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

MUTFAKSIZ EVLER

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan akşamı Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzu içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcubiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

HİSSELER

PAYLAŞMA FAZÎLETİ

Ecdâdımız, dünya malının mâhiyeti husûsunda İslâmî bir idrâke sahip idi.

Bir kulun ihtiyacından fazla mâlik olduğu her mal, ona paylaşma imtihanı için verilmiştir.

İşte paylaşma fazîletini tavsiye eden ilâhî tâlimatlar:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe «birr»e (hayrın kemâline) ulaşamazsınız…”
(Âl-i İmrân, 92)

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Talha -radıyallâhu anh-; 600 hurma ağacının ve tatlı su kaynağının bulunduğu çok kıymetli bahçesini, varıp Rasûlullah Efendimiz’in tasarruf edeceği şekilde infâk etti.

Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلِ الْعَفْوَ

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

De ki:

«–İhtiyaç fazlasını!..»” (el-Bakara, 219)

Demek ki;

Mü’min; çalışacak, kazanacak, riyâzat hâlinde mütevâzı yaşayacak ve ihtiyacından fazlasını infâk edecek. Hattâ vermenin hazzıyla huzur bulacak.

Bir hadîs-i kudsîde de şöyle buyurulmuştur:

Ey Âdemoğlu! (Allah için) infâk et ki, Ben de sana infâk edeyim!(Buhârî, Tefsîr, 11/2, Nafakât, 1; Müslim, Zekât, 36-37)

Rabbimiz, cömertlikte derece kazanmamızı ister:

•İhtiyacını dile getiren yoksullara ikrâm edeceğiz.

•İhtiyacını dile getirmeyip, müstağnî olan iffet sahibi mahrumları biz arayıp bulacağız. Onlar hâllerini gizleseler de, kendilerini sîmâlarından tanıyacağız.

•Ensârın muhâcirlerle bölüştüğü gibi; elimizdeki bize yetecek kadar olsa bile, onu da kardeşlerimizle paylaşma fazîletini sergileyeceğiz.

En zirvede ise îsâr fazîleti vardır:

•Kişinin, kendisi muhtaç olduğu hâlde, canından koparıp; kardeşini, kendi nefsine tercih etmesidir.

Yermük Harbi’nin sonunda üç yaralı sahâbî; son nefeslerinde kendilerine ikrâm edilen suyu, o şiddetli anda dahî fazîleti unutmayarak, kardeşlerine göndermişlerdir. O bir bardak su; cömertlik kahramanı olan üç yiğidin arasında dönerken, birbirlerine ikrâm aşkı sebebiyle üçü de o suyu içemeden, şehâdet şerbetini tattılar.

GİZLİCE

Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma Vâlidemiz’in torunları Zeynelâbidin Hazretleri, vefât etmişti. Mübârek na‘şını yıkarken sırtında yaralar gördüler ve sebebini merak ettiler. Hizmetkârı îzâh etti:

“‒Geceleri herkesin uyuduğu sıralarda; Zeynelâbidin Hazretleri sırtına erzak çuvalları alır, fukarânın kapılarına bırakırdı. Bu yaralar, o gizli infâkın işaretleridir.”

Yıllarca o ikramlarla doyan fakirler; kendilerine yardım edenin Zeynelâbidin Hazretleri olduğunu, o vefât edince anladılar. Çünkü aldıkları yardım, vefat sebebiyle gelmez olmuştu.

İnfâkın alenî yapılması, ihlâsın zedelenmesi ve riyâya düşürme tehlikesinden dolayı mahzurludur. Mümkün mertebe infâkı gizlice edâ etmek gerekir. Ancak açıktan vermenin zarûret olduğu hâllerde, alenen de infakta bulunulabilir. Farz namazı cemaatle kılmak gibi. Böyle bir namazı kimse görmesin evde kılayım demek olmaz. Sahabe-i kiram da mescid-i Nebevî’nin inşâsında taş taşıyarak alenî infakta bulundular.

GEÇ KALMADAN

İnfak ve hizmet yarışında gecikmek dahî ilâhî ihtâra sebebiyet verebilir.

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi;

“–Efendim, eve gidip oradan bir şeyler verseydiniz olmaz mıydı?!.” dediler.

Hazret şu cevabı verdi:

“–Bir defasında ihtiyaç sahibi biri mescide gelip; «Karnım aç!» demişti. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük.

İşte o gün;

«Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.” (Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, İstanbul 2001, s. 157)

İNFÂKIN TOPLUMA İN‘İKÂSI

İnfak; verene de, alana da huzur ve kardeşlik hissiyâtı aşılar. Toplumda dramların ve sosyal patlamaların yaşanmasına fırsat vermez.

Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- devrinde öyle bir infak yarışı ve paylaşma fazîleti yaşanmıştı ki, zekât verecek fakir bulunamayan şehirler olmuştu.

O devirde öyle bir rûhâniyet yaşandı ki, Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdetâ birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden;

«Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülazîz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”

Paylaşma fazîletinin en güzel nümûneleri ecdâdımızın vakıf medeniyetinde görülür:

HAYRAT YARIŞI

Osmanlı câmiasında; bütün padişahlar, vâlide sultanlar, vezir, vüzerâ ve ricâl-i devlet, eline geçen imkânlarla dâimâ infâk etti. Halk da elinden geldiğince bu kervana katıldı.

Onlar asr-ı saâdetten itibaren, sâlih insanların hayır-hasenat, bilhassa da vakıf an‘anesini sürdürmekteydi. Nitekim Câbir -radıyallâhu anh-;

“Muhâcirler ve ensardan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” demiştir.

Selef-i sâlihîni ihsân üzere takip eden ecdâdımız da, mal ve servetleriyle dâimâ hayır yarışında oldular. Ufukları çizgi çizgi süsleyen çil çil kubbeler, onların fedâkârlıklarıyla binâ edildi.

Vâlide sultanlar; batı saraylarındaki hemcinsleri gibi, hulliyat ve mücevherat biriktirmek derdinde olmadılar. Bugün müzelerde onlardan kalma bu tür ziynetler pek azdır.

Diğer taraftan onlardan; her biri muazzam bir sadaka-i câriye vesilesi nice hayırlar, hasenatlar ve külliyeler kaldı. Üsküdar’daki çifte minareli camiler vâlide sultanların hâtıralarıdır.

Külliye, merkezinde caminin bulunduğu bir sosyal tesis idi. İhtiyaca göre bu tesislerde;

•Medrese-mektep-dergâh, dârulhadis, dârulkurrâ, kütüphâne gibi eğitim yuvaları olurdu.

•Aşevi, hamam, hastahâne gibi temel ihtiyaçları karşılayan ve gelen muhtaçlardan ücret almayan hayır müesseseleri olurdu.

•Kira gelirleriyle, bütün bu külliyenin masraflarını çıkarması için vakfedilen; bedestenler, çarşılar ve arastalar olurdu.

Bugün Bezmiâlem Vâlide Sultan ve Zeynep Kâmil Hastahâneleri, bu hayır yarışının, günümüzde de bânîlerinin ismiyle yaşayan nümûneleridir.

DİŞ KİRASI

Yûsuf Kâmil Paşa ile hanımı Zeynep Hanım’ın, Ramazân-ı şerîfin cömertlikle ihyâsının en güzel tezâhürlerinden; «diş kirası» âdetine dair güzel bir hâtırasını muhterem pederimden işitmiştim.

Diş kirası; Ramazân-ı şerifte, iftara davet edilen misafirlere, devlethâneden ayrılırken;

“–Dişlerinizi bizler için yordunuz. Teşekkür ederiz, bu da dişlerinizin kirasıdır.” inceliği ve zarâfeti içinde takdim edilen bir hediye idi.

Hayırseverlikleriyle meşhur Yûsuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu. Ramazân’ın birinci gününden itibaren konağın kapısı açılır, Ramazân’ın sonuna kadar kapanmazdı. Kim gelir geçerse; iftar vakti gelir, kimseye sormadan istediğini yer, kimseye ayrım yapılmazdı.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yûsuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gelir. İzzet-ikramdan sonra sıra «diş kirası»na gelir.

Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koyar, diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Padişah alır, bu nezâket, zarâfet ve incelik karşısında;

“–Çok mütehassis ve memnun oldum; ben de size hediye ettim.” der ve aldıklarını iade eder.

Zeynep Hanım da Şeyh Hamdullah hattı ve altın suyuyla yazılmış tezhibli bir Kur’ân-ı Kerim mushafını; Padişah’a lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sunar. Padişah bu kıymetli eseri alır, üç defa öpüp başına götürür ve kabul eder.

VAKIF: ALLAH EMÂNETİ

Vakıflar, ümmet-i Muhammed’in muhafaza etmesi gereken Allah emânetleridir. Vakıf malının mülkiyeti Allâh’a tahsis edilmiştir. Alınıp satılamaz. Mîras yoluyla vârislere aktarılmaz.

Vakıfların sahipsiz kaldığı dönemlerde maalesef onları satın alanlar asla iflâh olmamıştır. Vakıf malının bu hassâsiyetini ifade için şu kıssa anlatılır:

Hazret-i Süleyman, bir serçeyi (yahut Hüdhüd’ü) azarlamıştı. O serçe, Süleyman -aleyhisselâm-’a dedi ki:

“–İstersem senin saltanatını mahvederim!”

Süleyman -aleyhisselâm- sordu:

“–Küçücük cirminle bunu nasıl yapacaksın?”

Serçe şöyle cevap verdi:

“–Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..”

Vakıf müesseselerinde çalışanların bu mânevî îkazlar sebebiyle çok dikkatli ve titiz olmaları îcâb eder.

Vakıf husûsunda, şu nokta da unutulmamalıdır:

Her mü’min âdetâ bir vakıf insan olmalıdır. Gönlünü bir dergâh hâline getirmeli, o dergâhtan bütün mahlûkāta rahmet tevzî etmelidir.

İFTAR ETTİRMEK

Sâlihlerin ve sâlihât-ı nisvânın Ramazân’ında, iftar sofraları açmak ve oruçluları iftar ettirmek çok büyük bir neşe ve saâdet idi.

Çünkü Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlu kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevâbından da hiçbir şey eksilmez.” (Tirmizî, Savm, 82)

Abdülkādir Geylânî Hazretleri de, iftar coşkusunun misafirlerle tezyîn edilmesini şöyle teşvik eder:

“Ey oğul! Oruç tut. Akşamleyin iftar ederken, iftarlık yiyeceğine fakirleri de ortak et; onlara da yedir, içir. Tek başına yiyip içme! Zira tek başına yiyip içerek başkalarına ikramda bulunmayan kişinin, fakir olup dilenciliğe düşmesinden korkulur…”

Ecdâdımız Osmanlı’nın iftar sofralarında sergilediği cömertliğe güzîde bir nümûne, Fatih devri vezîr-i âzamlarından Mahmud Paşa’dan şöyle nakledilmiştir:

Pek cömert bir zât olan Mahmud Paşa; fukarâya takdim ettiği iftar sofralarında, nohutlu pilâvın içine, nohut şeklinde hazırlanmış altınlar attırırdı. Bunu bilen misafirler, bu hediyeyi yakalayabilmek için onun iftarlarını iple çekerlerdi. Türkçemizde; “Kısmetinde olanın kaşığında çıkar.” tabirinin, bu cömert paşanın âdetiyle yayıldığı dile getirilmiştir.

Zamanımızda da iftarlar verilmektedir. Salgın hastalık iki senedir kısmen inkıtâa uğratmışsa da, iftar davetlerinin bu sene yavaş yavaş eski hareketliliğine döneceği beklenebilir. Burada iftarların sadece eşrafa ikrâm edilip; mahrumların, farklı imkân seviyelerindeki komşu ve yakınların ihmâl edilmemesine dikkat edilmelidir.

Rasûlullah Efendimiz’in, sadece zenginlerin davet edildiği düğün yemekleri hakkında;

“Ne fena yemektir!” (Buhârî, Nikâh, 72) îkāzında bulunduğu unutulmamalıdır.

Davetlilerin birbiriyle ülfet edebilmeleri için, misafirlerin belirli bir çevreden seçilmesi tabiîdir. Ancak günleri ayrılsa da, kimse mahrum edilmemelidir.

Muhterem pederim Musa Efendi -kuddise sirruhû- zamanındaki iftarlar böyleydi:

Bir gün faytoncular (at arabacıları) davet edilirdi. Bir başka gün, temizlik vazifelileri buyur edilirdi. Hocaefendiler, komşular ve akrabalar için ayrı ayrı nice sofralar açılırdı. Kimsenin boynu bükük bırakılmaz, herkesin gönlü alınırdı.

Herkese, teşriflerine teşekkür olarak seviyelerine göre hediyeler ikrâm edilirdi.

Bir başka mühim husus olarak;

Davetlerde, lüks, israf, debdebe ve gövde gösterisi manzarasına asla girilmemelidir. Cenâb-ı Hak; gurur, kibir ve ibâdullâhı istihkārı asla sevmez ve bunlardan râzı olmaz.

Diğer taraftan; tevâzu, mahviyet ve merhameti ise çok sever, bu amellerden râzı olur.

NE İLE ERİŞTİN?

II. Mahmud’un hanımı ve Abdülaziz Hân’ın annesi Pertevniyal Vâlide Sultan, İstanbul Aksaray’da Vâlide Camii’ni yaptırmıştı. Vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyasında güzel bir makamda görür ve;

“–Yaptırdığın mâbed dolayısıyla mı Allah seni bu makama yükseltti?” diye sorar.

Pertevniyal Vâlide Sultan ise;

“–Hayır!” diyerek mukabelede bulunur.

O sâlih zât şaşırarak;

“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorunca Vâlide Sultan şu ibretli cevabı verir:

“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüp Sultan Camii’ni ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya;

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.

Bacı ise;

«–Aman Sultanım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi.

Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi.

Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana bu yüce makamı ihsân eyledi.”

Bugün sıkılaşan iktisâdî şartlar sebebiyle, merhamet ve şefkat çok daha mühim bir hâl almıştır. Gerek memleketimizde, gerekse İslâm âleminin dört bir yanında; mazlum, bîkes, çaresiz, muzdarip ve mahrum nice kardeşlerimiz, imkân sahibi kardeşlerinin ikramlarını ve duâlarını dört gözle beklemektedir. Onların hayır-duâlarına ne kadar muhtacız!..

BEKLEYEN GÖZLER

Dost, akraba ve komşularımızla oturduğumuz iftar sofraları yanında; kumanyalar, sefer tasları ve benzeri imkânlarla fukarâ ve muhtaç muhitlere zarif ve gönül alıcı ikramlarda bulunmak da çok makbul bir Ramazan ihyâsı olacaktır.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesindeki şu satırlar, bize beş asır öncesinden ne güzel bir nümûnedir:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler!

İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine ise; kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Şehid ailelerinin haysiyetlerini koruma hassâsiyeti ne kadar asil bir davranıştır.

Benzeri bir haysiyet koruması da Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın, Şam’da kurduğu vakfın şartları arasında mevcuttur:

Buna göre, kaba ve görgüsüz kimselerin yanında çalışan hizmetkârlar, kazârâ bir tabak kırdıklarında, bir eşyaya zarar verdiklerinde; ev sahipleri tarafından azarlanıp haysiyetleri rencide olmasınlar diye, kurulan vakıf, bu türlü zararları tazmin eder.

Tarihimiz âdetâ bir vakıf medeniyetidir. Âhiret sermâyesi olmak üzere, mal ve servetini vakfetme yarışına giren ecdâdımız, telâfi edecek bir ihtiyacı ince ince aramış, bulmuştur.

Fakir kızları evlendiren, yetim evlâtları büyüten ve okutan, fakir talebelere, mahpushânedeki muhtaçlara, çalışamaz hâle gelmiş ihtiyarlara yiyecek, giyecek ve barınak sağlayan nice muhteşem vakıflar vardır.

Bunların ötesinde, ecdâdın vakfiyelerinde hayran bırakan şu çok ince detaylara tesadüf edilmektedir:

•O günün mahdut imkânlarıyla yaz günlerinde yoldan geçenlere soğuk su ikrâmı,

•Kış günlerinde cami cemaatinin abdest sularının ısıtılması,

•Göçmen kuşların korunması, dağlardaki vahşî hayvanların artan yemeklerle doyurulması,

•Ağaçlandırma ve çevre korumaya varıncaya kadar nice vakıflar; ecdâdın, cömertlik ve hizmet ufkundaki enginliğin şâhitleridir.

Vâkıflar; bilhassa vakıflarında ücreti mukabilinde vazife yapacak muallim ve tabiplere, şefkatli davranmalarını şart koşarak da, yine mânevî bir müeyyide ile, hizmetin zarâfet ve nezâketini temine gayret etmişlerdir.

Ecdâdımızın yaptıkları imâret, kervansaray ve misâfirhânelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi. Binekleri de doyurulur ve dinlendirilirdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi.

Evliyâ Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhâne ile alâkalı vermiş olduğu şu mâlûmat ne kadar güzeldir:

“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunan yemekten ikrâm edeler. Fakat cihan yıkılsa, muhtemel tehlikeler dolayısıyla geceleyin içeriden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de memurlar tellâllar gibi nidâ edip;

«–Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?» diyeler.

Misafirler hep birden;

«–Tamamdır. Allah Teâlâ, hayır sahibine rahmet eyleye!» dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak;

«–Gafil gitmeyin! Dikkat edin; minderinizi, yaygınızı kaybetmeyin! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!..» diye duâ ve nasihat ile uğurlayalar.”

Yani hem ikrâm ederler hem de candan tavsiyelerle irşâd ederlerdi.

Vakıflarda gaye, her zaman vâkıfın amel defteridir. Vakfı yapan kişi, elbette hâsıl olan ecir ve sevaplardan yararlanmak ister.

Büyük Osmanlı âlimi Molla Gûrânî ise vakfında şu ince noktayı işaret etmiştir:

“Bursa’da vâkıfın bahçeye bitişik olarak yaptırdığı dâru’t-tâlîmin muallimine burada ücretsiz çocukları okutup sevâbını, vâkıfın üzerinde hakkı olup da hakkını edâ edemediği ve gıybetini yapıp şerefine dokunup helâlleşmek istediği kimselere bağışlamak üzere, Cenâb-ı Hakk’ın bunu vâkıfın günahlarına bir keffâret kılması ümidi ile her gün üç dirhem tayin etti.” (Tarihte İlginç Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2012)

Sâlihlerin Ramazân-ı şerîfi ihyâ ediş gayretlerinde en mühim noktalardan biri de helâlleşmedir.

UKBÂYA BIRAKMA!

Zira; kul hakları, hak sahibinin affetmesine bağlıdır. Oruç, terâvih, hac ve benzeri ibâdetler hakkında beyân olunan «günahların silinmesi ve affedilmesi gibi müjdeler», kul haklarını ve borçlarını içine almaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu hakların ancak sahipleri tarafından affedilmesini murâd etmiştir.

Kul hakkı çok geniştir:

•Tebessümden uzak asık bir surat,

•İncitici bir söz,

•Trafikte bir ihlâl,

•Camdan silkelenen ve komşunun balkonunu kirleten bir toz…

Hâssaten;

•Gıybet ve nemîme / söz taşıma…

Velhâsıl;

Gafleten yaptığımız her şey, kıyâmette karşımıza bir hak olarak çıkabilir.

Hakk-ı ibâd / kul hakları için mutlaka helâlleşmek lâzımdır. Dünya mahcubiyetini, âhiret rüsvaylığına tercih etmelidir. Ayrıca çokça amel-i sâlihler işleyerek noksanlarımızı telâfîye de gayret etmelidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tâlimatları îkāz edicidir:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin; «Dünyada rezil-rüsvay olurum.» diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvaylığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Eğer helâlleşme ihmâl edilirse; mahşer gününde, hesaplaşmak pek zor ve çetindir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kimin üzerinde din kardeşinin haysiyeti, nâmusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin.

Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim, 10, Rikāk, 48)

Bu sebeple;

Başkasına ait hak (eşya, para vs.) kişinin elinde ise onu mutlaka sahibine iade etmesi gerekir. Elde değilse kıymeti ödenmelidir. Hak sahibi vefât etmişse, vârisleriyle helâlleşmelidir.

Kul hakları arasında bilhassa kalp kırarak oluşan kul hakkını telâfi etmeyi unutmamalıdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi (kalp kırıcı bütün çirkin söz, işaret ve hareketleri) âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) buyurmaktadır.

Gıybet ve benzeri haklar husûsunda da; muhataplar eğer vefât etmişse, bol bol istiğfâr ederek onlar adına tasadduklarda bulunulmalıdır. İbâdetleri, hayır-hasenâtı artırma noktasında, bu helâlleşmeler için âhiret sermâyesi biriktirme arzusu da bizlere mühim bir sâik olmalıdır.

Hâsılı, sâlihlerin Ramazân’ı; kalb-i selîmi temin edici ibâdetler, gönüller kazandırıcı, gönüller alıcı hayırlar ve gönül tamir edici helâlleşmelerle ihyâ edilirdi.

Bizler de Ramazân’ı bu gönül kıvâmında edâ edebilmeye gayret edelim. Bilhassa evlâtlarımıza infâkı, hizmeti, cömertliği ve ibâdeti sevdirmenin güzel yollarını arayıp bulalım.

Cenâb-ı Hak; Ramazân’ın hitâmında, üzerimizde affedilmemiş bir günah, helâlleşilmemiş bir hak bırakmasın.

Cenâb-ı Hak; Ramazân-ı şerîfi, en güzel şekilde, başta Peygamber Efendimiz ve O’nun şerefli ashâbı ve onlara ihsân ile tâbî olan sâlihler gibi ihyâ edebilmemizi nasip buyursun.

Âmîn!..