KULLUĞUN HİKMETİ NE?

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

İnsan olarak yaşıyoruz, ama çoğunlukla; insan olmanın kıymetini, kul olmanın hikmetini bilmeden şu âlemden göçüp gidiyoruz. Hakikatte ise mü’min;

“Hakk’a inanan ve bu sayede kul olduğunu bilen insan” demektir.

Kulluk ise; ilim, irfan, ahlâk ve amel bakımından derece derecedir. Avâmı var, havâssı var, havâssın üstünde olanı vardır. Hak dostları, kulluğun zirvesinde olan kişilerdir. Kulluğun şifrelerini çözmek isteyenler, kulluğa giden yolları bilmek isteyenler; bu Hak dostlarının hayatlarını öğrenip örnek almalıdır.

Normal bir insan, varlıkları dış sûretlerine göre algılar ve değerlendirir. Bu görüş ve değerlendirme sığ bir görüştür. Hakikat ehli ârif kişiler ise eşyayı ve insanı iç ve dış yönleriyle sır ve hikmetleriyle görür ve îzah eder. Biz bir insanı fizîkî olarak görüp; «insan» der geçeriz. Ama Hak dostları; insanı sadece fizîkî yapısı ile değil, mânevî yapısı ile de görüp öyle değerlendirir. Bunun için bir Hak dostu der ki:

“Allâh’a inanan insan kul, inanmayan ise mahlûktur.”

Bu hak dostları ki, kulluğun zirvesini «hiç»lik makamına erme olarak görür.

Bu yönden bakıp değerlendirdiğimizde; mü’min, kulluğunu ispat etmek için çalışan insandır. Kul; îmân edip îmânını sâlih amellerle besleyen, takvâ ile süsleyendir.

Mevlânâ Hazretleri Allâh’ın varlığını ispat etmeye çalışan âlimler için şöyle buyurmuş:

“Allâh’ın varlığı sâbittir. Sen kulluğunu ispat etmeye bak.”

Musa Efendimiz’in dört ana madde olarak bildirdiği şu hususlar da aslında bizim için iyi bir kul olabilmenin şifreleridir:

“Bir mü’min; ihlâs ehli, istikamet ehli, teslîmiyet ehli ve hizmet ehli olmalıdır.”

Hikmet ehli ârif zâtlar der ki:

“Kul olmak köle olmak değildir. İnsan kulluk sayesinde eşref-i mahlûkat olur. Kul olan insan, Allâh’ın halîfesidir. Bu sebeple kulluk; gerçek hürriyettir, şereftir, nurdur. Kul olmayanlar ise; nefsin kör kuyusuna düşmüş, nefsin kölesi olmuş insan kılığındaki mahlûklardır.”

Kulluk yolunda mesafe katetmek isteyen bir insanın dikkat edeceği en önemli konulardan birisi «ihlâslı» olmaktır. Çünkü ibâdetlerimizin, hizmetlerimizin kabul olması; bu yaptıklarımızın Allah rızâsı için yapılmasına bağlıdır.

«Âlim» desinler diye ilim öğrenenlerin, «cömert» desinler diye sadaka verenlerin, «kahraman» desinler diye savaşta can verenlerin; mahşer günü düşeceği hazin durumu Peygamber Efendimiz ümmetine bildirmiştir.

İhlâs ehli olmak kadar, istikamet ehli olmak da bir mü’minin vazifesidir. Kur’ân ve Sünnet üzere emrolunduğumuz gibi dosdoğru bir hayat yaşamak, müslümanın tek gayesi olmalıdır.

Efendimiz;

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Beyhakî, Şuab, VI, 117) buyurmuş. Bu hikmetli sözü; en güzel şekilde hayata geçirenler, şüphesiz ashâb-ı kiramdır.

Sahâbe-i kirâmın mallarıyla, canlarıyla İslâm’a hizmetleri; Kur’ân’a ve Sünnet’e bağlılıkları, fedâkârlıkları, sabır ve şükürleri; velhâsıl tüm hayatları bizler için en güzel örnektir. Onların ahlâkı Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıdır. Efendimiz’in ahlâkı da Kur’ân-ı Kerim ahlâkıdır.

Ümmî bir kul; teslîmiyeti ve istikameti sayesinde kulluğun zirvesine çıkarken, ilim ehli bir kul da; makam, mevki ve şöhret sahibi olmak için nefsin hevâ ve heveslerine kapılarak kulluğun kıyısında kalabilir. Bu konuya şu iki hâdise ne güzel örnektir.

Birincisi şu:

“İlim ehli bir zât vefât ânında çok telâşlanır. Başucunda bekleyen talebesi bu duruma hayret eder;

«–Efendim sen büyük bir âlimsin, bu telâş neden?» der.

Âlim de;

«–Evlâdım; evet ilim sahibi biriyim, ama ukbâda bizden ilim değil selîm bir kalp istenecek, o da bende yok. Telâşım bundandır.» der.

İlmin zirvesinde fakat kulluğun kıyısında geçen bir hayat. Sonu telâş ve pişmanlık.”

İkincisi ise eğitimci bir arkadaşın anlattığı şu hâdise:

“Biz çocuk iken köyümüzde bir komşu kadın vefât etmişti. Aradan kırk yıl kadar zaman geçti. Bir yol açmak için bazı mezarların yerinin değişmesi gerekti. Bu çalışma esnasında açılan mezarların, bir tanesi hâriç diğerlerinin çürümüş olduğu açığa çıktı. Sadece komşu kadının cesedi çürümemişti. Anneme;

«–Bu kadının İslâmî yaşantısı nasıldı?» diye sordum.

Annem şöyle anlattı:

«–Oğlum, o zaman köyde ne okul vardı ne de hoca. Okuma yazma bilen pek kimse yoktu. Dilden öğrendiğimiz üç-beş kısa namaz sûre ve duâları. Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz hepsi bu. Böyle sade bir hayat yaşayıp gidiyorduk. Bu komşu kadın da namazında, orucunda bizim gibi yaşayıp gidiyordu. Yalnız bizden farkı şuydu:

Bunun çocukları küçük yaşta vefât etti. Onları tek tek kendi eliyle toprağa verdi. Bir gün dahî isyan ettiğini, başına gelen bu durumdan şikâyet ettiğini duyan olmadı. Kadere teslim olmuştu; ‘Rabbim verdi, Rabbim aldı!’ der, başka bir şey demezdi.»”

Ümmî bir kadının bütün evlâtlarını kaybetmesi karşısında gösterdiği sabır ve teslîmiyet her kulun kaldırabileceği bir hâl değildir. Ama görüldüğü gibi, sabredenler için de mükâfâtı çok büyük.

Herhâlde onun bu sabrı ve teslîmiyeti Rabbimin rahmetine nâil olmasına vesile oldu.

Biri âlim biri ümmî olan iki kulun hayat hikâyesinden çıkaracağımız sonuç ise şudur:

Âlim olan insan da, ümmî olan insan da kulluğun hikmetini bilip ona göre bir hayat yaşamalıdır.

İnsanın yaratılış gayesini Cenâb-ı Hak şöyle beyan etmiştir:

“Ben, cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet ve kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyat, 56)

Görüldüğü gibi yaratılış gayemiz Rabbimiz’e samimî bir kulluktur. Kulluğumuzun ispatı için de imtihandan geçmemiz gerektiği Mülk Sûresi’nde şöyle beyan edilmektedir:

“O ki; hanginizin ameli daha güzeldir, diye imtihan etmek için ölüm ve hayatı yaratmıştır.” (el-Mülk, 2)

Dileğimiz şu ki:

“Rabbimiz, kendisine güzel bir kul olabilme yolunda bizleri; ibâdet, ihlâs, istikamet, hizmet ve teslîmiyet ehli eylesin!” Âmîn…

Biz ne için doğmuşuz? Ne için var olmuşuz?
Zaman bize ne söyler? Hayat niçin imtihan?
Kulluğun hikmeti ne? Hakk’ı nasıl bilmişiz?
Hakk’a teslim olmayan perişandır perişan! (Zahit GENÇ)