Fıkıh ve Tefekkür Ufkunda; ORUÇ İBÂDETİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Ramazân-ı şerif; rahmet, bereket ve her şeyden önce oruç mevsimi… Bu mübârek mevsimde, orucun hikmet ve sırlarını tefekkür etmeye çalışalım. Akabinde oruç etrafında fıkhî suallere temas edelim.

Cenâb-ı Allah âyet-i kerîmede;

“Sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılınmıştır…” (el-Bakara, 183) buyuruyor. Yani Âdem -aleyhisselâm-’dan bu yana bütün şerîatlarda, bütün semâvî dinlerde oruç ibâdeti mevcuttur. Demek ki insan terbiyesinde oruç eğitimi zarûrîdir.

Oruç; insanın en büyük zaaflarından biri olan yeme, içme ve cinsî temâyüllerini terbiye etmek ve onları kontrol altına almak gibi çok ulvî bir maksada yönelik bir ibâdettir. Bu ibâdetin özü; her şey elimizin altındayken, ulaşabileceğimiz noktadayken kendimizi geri çekebilmemiz ve;

“–Yâ Rab! Sen emrettiğinde benim için her şey biter!” diyebilmemizdir.

Sûfîlerin hatırlattığı gibi; başka hiçbir usûlle yola gelmeyen insan nefsi, açlıkla kıvam kazanmakta ve Allâh’a kulluğun o muazzam hazzını yaşayabilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de âyetlerin ardı ardına gelişinde dahî nice sırlar vardır. Münâsebâtü’l-Kur’ân ilmi buna dair hikmetleri tâdâd ediyor. Bakınız, orucun başlangıcını yani imsak vaktini tarif eden Bakara Sûresi 187’nci âyette Cenâb-ı Allah;

“…Fecirde beyaz iplik, siyah iplikten ayrılıncaya; yani imsak vaktine kadar yiyiniz, içiniz!” buyuruyor.

Hemen ardındaki 188’inci âyet ise şöyle başlıyor:

“Aranızda haksız bir şekilde, haksız kazanca dayanan bir yolla birbirinizin mallarını yemeyin!”

Demek ki;

Oruç, insana bir yeme disiplini sağlayacak. Yemek, harcamak, tüketmek bunlar bir ölçü ile olacak, helâl-haram kaidesine uygun olacak. Haksız olmayacak.

Oruçlu iken nasıl Allâh’a verdiğin söz sebebiyle; helâl, sana ait olan ve elinin altında duran şeyi bile yiyemiyorsun, yine Allâh’a verdiğin îman ve İslâm sözü ile başkasının malını da haksız sûrette yememelisin.

Oruç, böylece müslümanın gözünde servet felsefesini de şekillendirmektedir:

Dolap ağzına kadar dolu, ama yiyemiyorsunuz. Susuzluktan kavruluyorsunuz, ama su içemiyorsunuz. İşte böyle bir ortamda müslüman insan; fakirin, susuzun, açın, bî-ilâcın hâlini idrâk etme durumundadır. Onlarla empati kurma hâlindedir. Bu yönüyle oruç, en muazzam sosyal ibâdettir.

Bu açıdan baktığımızda;

Oruç, oruçlunun aç kalması değil; bütün insanların tok olması demektir. Herkesin karnının doyabilmesi için; zenginlerin, varlıklıların açlığı bir nebze hissetmeleri gerekir. Susuzluğun ne tür bir şey olduğunu tatmaları gerekir. Böyle olunca onlar aç ve susuz insanların, mâtemdekilerin civarında olmayı düşüneceklerdir, düşünmelilerdir. Bu yönüyle oruç; bir aç kalma ibâdetinden çok, herkesi doyurma eğitiminin antrenmanı mahiyetindedir.

Bu sebepledir ki;

Ramazan ayı, Kur’ân ve yedirme / ikrâm etme mevsimidir. Bu ayda müslümanlar; diğer aylardakinden farklı olarak bir müslümanı, bir insanı doyurmanın telâşı içerisinde olurlar. Oruçluyu iftar etmenin sevâbını Peygamberimiz bildirince, fukarâ sahâbîler bile bu yarışa katılmak istiyorlar;

“–Yedirecek yemek bulamazsak?” diye soruyorlar.

Peygamberimiz, onlar da bu kervana katılsın diye bir lokmaya kadar indiriyor fırsat kapısını:

“O zaman bir hurma ikrâm etmek sûretiyle oruçluyu iftar ettirsin. Eğer onu da bulamıyorsa bir içim süt ikrâm etmek sûretiyle iftar açmasına yardımcı olsun.” (Bkz. Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)

Ramazân’ın sosyal boyutuna bir katkı da sonundaki bayramdan önce verilmesi gereken sadaka-i fıtır / fitredir. Kimse ayakkabısız, elbisesiz kalmasın, bayramda boynu bükük hiç kimse bulunmasın diye bir sadaka seferberliği geliyor.

Oruç gibi ferdî, bedenî bir ibâdete, dört koldan içtimâî bağlar kurulmuş. Özü şu:

Sevinçler ortak olmalı!

Doyma sevinci, güzel bir elbise giyme sevinci, eşinle dostunla bir sofrada kaynaşma sevinci… Bunları herkes yaşamalı. Biri yiyip diğeri bakmamalı.

Kapitalist dünyada ferdî mutlulukların saâdet getireceğini zannediyoruz. Hâlbuki bu, muazzam bir tatminsizliği beraberinde getiriyor. Beraberinde hasedi, çekememezliği ve nimete karşı nankörlüğü de getiriyor. Böyle olunca da o mutluluk kalıcı olmuyor.

Bir başka oruç tefekkürü:

Oruç; imsak, yani tutmak.

•Dilin gıybet etmek için depreşmek isteyecek, dilini de tutacaksın.

•Kulağın duymaması gereken şeylere meyledecek, onu uzak tutacaksın.

•Gözün, yanlış, boş, zararlı manzaralara yönelecek; gözünü o vitrinlere kapalı tutacaksın.

•Kimisi sataşacak, münakaşa çıkarmak isteyecek; «Ben oruçluyum!» diyeceksin, kendini tutacaksın.

Cenâb-ı Hak bu kıvamda bir oruç tutabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Gelelim fıkhî suallere:

ORUÇ KİMLERE FARZ, KİMLER MUAF?

Ramazan orucu, bütün mükelleflere yani âkil-bâliğ bütün müslümanlara farz. Tabiî ki, oruç tutabilecek bir sıhhat şartıyla.

Oruç tutamamak iki türlü olabilir:

Geçici ve kalıcı.

•Hanımların mazeretleri, geçici bir engel. O günlerde oruç tutamazlar. Onları Ramazan’dan sonra kazâ ederler.

•Bir süre sonra iyileşmesi umulan diğer hastalıklar da böyledir. Onlar Ramazan’da hasta iken tutamadıkları oruçlar yerine, başka günlerde oruç tutarlar.

•Süt emziren annelerin durumu da buna dâhil edilmiştir. Oruç tutması; annenin sağlığına veya bebeğin beslenmesine engel olacak ise, bu durumdaki anneler de oruçlarını Ramazan sonrasında, emzirmenin bittiği veya zarar vermeyeceği bir zaman diliminde kazâ ederler.

Lâkin bazı hastalıklar var ki; tıp dilinde akut, kronik, müzmin denilen türdendir. İyileşmesi umulmuyor. İleri derecede şeker hastalığı, diyalize bağlı böbrek hastalığı gibi… Oruç; -hâzık müslüman hekimlerin ifadesiyle-, bu hastalığa iyi gelmiyor ise ve o hastalığın iyileşmesi de mümkün görünmüyorsa, bu kişi fidye verir. Seksen, doksan yaşını aşmış büyüklerimizin sıhhat durumlarının artık oruca elvermemesi de böyledir.

Fidye, yukarıda bahsettiğimiz fitre ile aynı miktardır: Yani bir fakirin bir günlük gıdâsı. Diyanet İşleri Başkanlığı her sene, asgarî fitre / fidye miktarını açıklıyor. Bu yıl 40 TL olarak bildirildi. Ramazan orucunu tutamayan ve iyileşmesi de umulmayan hastalar, fakir ve yoksullara en az 30 gün X 40 TL: 1.200 TL fidye ödeyerek vazifelerini yaparlar.

Oruca sıhhati elvermediği gibi, maddî imkânı da fidyeye elvermiyorsa, bu kişiler istiğfâr ederler, Cenâb-ı Allâh’a ilticâ ederler, yalvarırlar. Cenâb-ı Allah; herkesin hâlini, en iyi bilendir. Affıyla, merhametiyle muamele eder inşâallah.

Geçici oruç ruhsatlarından biri de seferîliktir. 90 kilometreyi aşan ve gidilen yerde 15 günden az kalınan yolculuklar seferîlik oluşturur. Bu kişilere, Ramazan orucunu tutmama ruhsatı vardır.

Tabiî ki Ramazân-ı şerîfin her günü ayrı bir hazinedir. Bu ruhsattan yararlanmak yerine, azîmet yolu tercih edilerek oruçları tutmak daha fazîletlidir.

Devamlı vasıta kullanan, sürekli şehirler arası yolda olan tır şoförü ve benzeri meslek erbâbı da ruhsattan istifade edebilirler. Fakat unutmayalım ki; ruhsat, mükellefiyeti üzerimizden kaldırmıyor, sadece başka zaman tutmaya izin veriyor. Dolayısıyla; zaten meslek olarak alışmış, sahurunu, iftarını güzelce ayarlayabiliyor. Sıhhatine, yol emniyetine bir zarar vermiyorsa, orucu tutmasında fayda var. Lâkin yol uzun, vazife ağır, dikkat ve ihtimam gerektiriyor, oruç kişiyi yıpratıyorsa, mukîm olduğu veya daha rahat olduğu günlere ertelemelidir.

Hastalık ve sefer dışında mazeret var mıdır?

Oğlum / kızım imtihana hazırlanıyor, oruç tutmasa olur mu?

Yoğun, zor veya yorucu işte çalışıyorum, oruç tutmasam olur mu?

Bu nevi mazeretlerle Ramazan orucunun ertelenmesine ruhsat yoktur.

Açıkçası;

“Ramazan gibi bir rahmet mevsiminden mahrum eden bir çalışmada bereket olur mu?” Müslüman bunu da sorgulamalıdır.

Orucun en uzun ve en sıcak günlere tesadüf ettiği yılları geride bıraktık. 2022 itibarıyla hem mevsim olarak bahara döndü, hem de nisbeten daha kısa müddetlerle oruç tutacağız. «Bir müslümanın bedeni, oruç ibâdetiyle barışık ve tanışık olmalıdır.» diye düşünüyoruz. «Evlâtlarımız, orucun mâneviyatıyla imtihanına daha iyi hazırlanır.» diye inanıyoruz.

Bu noktada İslâm toplumu ve müslüman işverenler de üzerilerine düşeni yapmalıdır. “İyilik / hayr ve takvâda yardımlaşın!” (Bkz. el-Mâide, 2) emrine imtisâl ederek, çalışanlarının orucu huzurla tutabilmesine yardımcı olan iş sahipleri müjdelenmiştir.

Bir pandemi yaşadık. Birçok şeyi farklı tarzlarda yapabilmenin yolunun olduğunu gördük. Mesai ve mekân problemlerini aşmanın kırk türlü çaresini fark ettik.

Dolayısıyla; güç şartlar içinde çalışanlar için kolaylığı dinden beklemek yerine, o şartları düzenleme yetkisine sahip olanlardan istemeliyiz. Ramazan mevsiminde, mesai saatlerinde esneklikler gösterilebilir. Yıllık izinler bu mevsimde kullanılabilir.

Başka bir çare bulamayıp nisbeten zorlanarak bu ibâdeti îfâ edecek mü’minler de kat kat sevap alacaklarını unutmamalıdır.

Oruç değilsek de oruç ayındayız!..

Herhangi bir özrü sebebiyle orucunu bozmuş olan bir müslüman, Ramazan ayının hürmetine binâen, Ramazan ayı gündüzünde yeme, içme faaliyetlerini askıya alır.

Meselâ bir müslüman kazârâ orucunu bozmuş, unutarak su içmiş. Ondan sonra da; “Ben su içtim, orucum bozuldu.” diye aklına geldiği hâlde su içmeye devam etmiş. Bu müslümanın o gün orucu bozulmuştur ancak; “Nasıl olsa orucum bozuldu.” diye iftar vaktine kadar; “Ben istediğim gibi yerim, içerim.” diyemez. Zarûret miktarı söz konusu olduğu zamanlarda zarûret miktarıyla kayıtlı kalmak lüzum eder.

Yine âdetli veya nifaslı olan hanımefendiler; Ramazan ayında oruç tutamadıkları için sahur ve iftar vakitlerini aile ile beraber sofrada geçirirler, onun dışında da yeme-içme ihtiyaçlarını alenî değil, gizli olarak giderirler.

Çünkü Ramazan, toplu olarak oruç tuttuğumuz bir aydır. Burada ferdî olarak özürlerimiz söz konusu olduğunda, bunu gizli olarak karşılamamız gerekir.

Binâenaleyh Ramazân’ın hürmeti; «Ramazan ayında yeme ve içmemizin görünür olmaması gerektiğinden dolayı, Ramazan’da müslümanlar yeme ve içme sahnelerini görünür kılmazlar, kılamazlar.» Özürlü olanlar da bunu gizli bir şekilde îfâ ederler.

Buradan hareketle şu suâle de cevap vermiş oluyoruz:

“Ramazan ayında gündüzleri lokanta işletmek câiz midir?”

Dînimiz hayırda ve takvâda yardımlaşmayı emrettiği gibi, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayı da yasaklamaktadır.

Dolayısıyla; Ramazân-ı şerifteki oruç emrini yerine getirmeyen, gafil ve fâsık kişilere yemek sunmak bir müslümana yakışmaz. Müşterilerin içinde kimin özürlü, kimin özürsüz olduğunu tespit etmek de mümkün değildir. Kaldı ki; mazereti olanların bile sessiz sedasız, gizlice yemelerinin gerektiğini bildirmiştik. Yani onlar atıştırmalık bir şeyler yiyip geçiştirmelidir.

Lokanta ve benzeri dükkân sahipleri, iftar ve sahur saatlerinde hizmet vererek, inşâallah, oruçlu saatlerin telâfisini gerçekleştirirler.

Bu noktada;

“Efendim çok borcum var… Dükkânın kirası ağır… Burada alışkın olduğumuz bir müşteri çevresi var. Eğer gündüz kapatırsak bu müşteri başka yere gider…” Bunların hepsi şeytanın bizim kulağımıza üfürmesidir.

Takvâda yardımlaşacak müslümanlara yakışan şudur:

Böyle mekânları kiraya verecek olan müslüman kardeşlerimizin, bu hassâsiyetlerini belirtmeleri ve;

“−Kardeşim, ben sana burayı lokanta işletmen için veriyorum, ama Ramazan ayında gündüz bu lokantayı işletmeyeceksin. O aya tekābül eden kiranı da ben almıyorum senden.” diyebilmelidir.

Cenâb-ı Allah, Zâtına hakkıyla kul olabilmemizi ve O’na kulluğu her şeyin önüne geçirebilmemizi hepimize nasip ve müyesser eylesin. Ramazân-ı şeriften ferdî ve içtimâî mânâda bayram sevinciyle, tertemiz arınmış olarak çıkabilmemizi lütuf buyursun.