KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -39- RASÛLULLAH (S.A.S.) EFENDİMİZ’E İTTİBÂ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

SAHÂBENİN HÜZNÜ

Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in dadısıydı. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek vefâ duygusu sebebiyle onu ziyaret eder, hâl-hatırını sorar ve ona değer verirdi.

Efendimiz’in vefâtından sonra Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a;

“–Kalk, Allah Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı gibi, biz de onu ziyaret edelim.” dedi.

Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar, bu ziyaretleriyle Allah Rasûlü’nü hatırlatarak acısını tazelediklerini ve Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-’nın bu sebeple ağladığını düşündüler;

“–Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nimetlerin Efendimiz için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” diyerek onu tesellî etmeye çalıştılar.

Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-;

“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nimetlerin, Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum.

Ben asıl, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi.

Vahy-i ilâhî hasretiyle dolu bu sözleriyle, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’i de duygulandırdı. Onlar da Ümmü Eymen’le birlikte ağladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)

Onlar, Rasûlullah Efendimiz’in sahâbesi olmanın kıymet ve şerefini en güzel şekilde idrâk etmiş; o nimetin şükrünü edâ etmek ve böylece, âhirette de yeniden Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in maiyetinde bulunabilmek için, ellerinden gelen bütün imkânları seferber etmişlerdi.

Rasûlullah Efendimiz, tebliğ vazifesini hakkıyla edâ ederek Hakk’a irtihâl etti. Lâkin bize iki mukaddes emânet olarak, Kur’ân ve Sünnet’ini bıraktı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

•Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;

•Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Rûhu’l-Emîn (Cebrâil); o (Kur’ân’ı), îkāz edenlerden olman için apaçık bir Arap diliyle Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Allah kelâmı Kur’ân-ı Kerim ve onu 23 yıl boyunca en mükemmel şekilde tatbik eden Rasûlullah Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi, mü’minler için yegâne hidâyet rehberidir.

Kur’ân ve Sünnet; birbirinin zarf ve mazrûfu, zâhir ve bâtını, şerh ve îzâhıdır.

Dolayısıyla; bir müslümanın Peygamber Efendimiz’i lâyıkıyla tanımadan, Kur’ân-ı Kerîm’i kâmil mânâda anlayabilmesi mümkün değildir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, Peygamberimiz’in ahlâkını soranlara ne güzel buyurur:

“O’nun ahlâkı Kur’ân’p dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139)

Rasûlullah Efendimiz’e ittibâın ehemmiyetini, bizzat Kur’ân bildirmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Rasûlüm!) De ki:

«–Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.

Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.»” (Âl-i İmrân, 31)

İLÂHÎ İKRAM

Asr-ı saâdette sahâbî efendilerimiz; dâimâ Allâh’ın fazl u ihsânını ve rızâsını arayarak, vahy-i ilâhîye tam ittibâ ediyor, onu en güzel şekilde hayatına tatbik eden Rasûlullah Efendimiz’e tâbî oluyordu.

Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’i semâdan inen bir sofra gibi telâkkî ediyor ve ondan âzamî derecede istifâde için büyük gayret ve fedâkârlıklar gösteriyorlardı.

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- buyurur:

“Bu Kur’ân, Allâh’ın ziyafet sofrasıdır. İstifâde edebildiğiniz kadar onun nimetlerinden istifâde etmeye bakın!

Şüphesiz ki bu Kur’ân; Hablullah / Allâh’ın ipidir, apaçık nurdur ve faydalı şifâdır.

Kur’ân kendisine sarılanın koruyucusu, kendisine uyanların kurtarıcısıdır. Kur’ân’a uyan doğru yoldan sapmaz ki, kınansın. Eğrilmez ki, doğrultulsun…” (Taberânî, Kebîr, IX, 130)

Ashâb-ı kiramdan;

Kimisi Suffe ehli olup, gece-gündüz, aç-susuz Rasûlullah Efendimiz’in tâlim ve terbiyesinde irşâd oluyor, akabinde  Efendimiz’in gönderdiği yerlerde tebliğ ve irşâda koşuyordu.

Maîşet temini için çalışmak mecburiyetinde olan sahâbîler ise, kendi aralarında nöbetleşe, Peygamberimiz’in sohbetlerine devam ediyor ve öğrendiklerini birbirlerine anlatıyorlardı.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ensardan bir komşum ile beraber Medine’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye İbn-i Zeyd oğulları yurdunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman böyle yapardı…” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm, 27)

Akşam eve gelen beylerine sahâbî hanımların suâli şu olurdu:

“–Bugün hangi âyet nâzil oldu? Allah Rasûlü’nün bugün hangi hadîs-i şerîfini ezberledin?”

Yani onlar;

“–Çarşıda ne var, Şam’dan hangi mallar geldi? Çin’den hangi ipekli kumaşlar geldi?” diye sormaz, âhiret endişesiyle, tatbik edecek devâ reçetelerini tâlim etmeye çalışırlardı.

O hanımlar, sabahleyin beylerini uğurlarken de;

“–Sakın ha bize yanlış bir lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız ama, cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi. (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

Kur’ân öğrenmeye verdikleri değerin güzel bir misâli şudur ki;

Bir sahâbî hanım; mehir olarak, sadece beyinin, kendisine Kur’ân’dan bildiği kısımları öğretmesini istemişti. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 6, 32, 35, Fedâilü’l-Kur’ân, 21, 22; Müslim, Nikâh, 76)

Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ın annesi gibi anneler; evlâtlarını, Peygamberimiz’in sohbetinden istifâde etmesi için teşvik ediyor, ihmalkârlık edip, bu güzîde imkânı zâyî etmesin diye onları güzelce takip ediyorlardı.

ARŞ’TAN GELEN MEKTUP

Hasan Basrî -rahmetullâhi aleyh- sahâbenin hâlini ne güzel hulâsa eder:

“Sizden önce yaşayan (sahâbe nesli), Kur’ân-ı Kerîm’e Rablerinden gelen bir mektup gözüyle baktılar.

•Geceleri o mektubu okuyup üzerinde düşündüler;

•Gündüzleri de ondan öğrendiklerini uyguladılar.”

Hakikaten bugün bir iş adamı, mesleğiyle alâkalı mühim bir mevkiden bir mektup alsa, onu inceler, müşâvirine danışır, fikir sorar. O mektubu asla ihmal edip bir köşeye bırakmaz. Neticede o mektup, dünyayı alâkadar eden bir fânîye aittir.

Âhiretimizi son derecede mühim bir şekilde alâkadar eden hususlarla dolu bir ilâhî mektup olan Kur’ân-ı Kerim, Âlemlerin Rabbi’nden bize gönderilmiş muazzam bir emirnâmedir. Onun muhtevâsıyla ilgilenmemek, onu okuyup tatbik etmekle meşgul olmamak ne büyük bir ihmal, ne büyük bir hüsran ve ziyandır.

Tahsil yıllarımızda bir hocamız, bizlere;

“–Kaç hatim indirdiniz?” diye sorardı.

Talebe, indirdiği hatimleri söyleyince;

“–Hayır, hatim indirmek de mühim bir ibâdet lâkin, ben; «Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için baştan sona kaç tefsiri okudunuz?» bunu merak ediyor ve buna teşvik ediyorum.” derdi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- GİBİ…

Hâsılı;

Sahâbe-i kiram; Peygamberimiz’le dünyada olduğu gibi âhirette de beraber bulunabilmek için, Kur’ân ve Sünnet’i yaşamak ve yaşatmak yolunda bütün gayretlerini sarf ettiler.

Onların ardından gelen sâlih kullar da, ihsân ile onlara tâbî oldular.

Bu bakımdan tarif edersek;

Tasavvuf; ahlâkımızı, ibâdetlerimizi, muâmelâtımızı, aile hayatımızı, iş dünyamızı, ezcümle her hâlimizi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile mîzân etmektir.

•Namazımız, O’nun namazı gibi huşû ve vecd içinde mi?

•İnfâk ederken, O’nun gibi mânevî lezzet alabiliyor muyuz? Doyurmakla doyabiliyor muyuz?

•Başta evlâtlarımız olmak üzere, nesillere Kur’ân eğitimi vermek husûsunda, tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf heyecanımız, O’nun heyecanı ve sevincine benziyor mu?

•Ahlâkımız O’nun muazzam ahlâkından, -eşiği seviyesinde olsun- bir nasîb alabiliyor mu?

•İş hayatımız, aile hayatımız, komşuluğumuz, akrabalığımız, mahlûkata davranışımız, hâsılı hayatımızın her safhasına; Rasûlullah Efendimiz’e benzerlik bakımından bir not verecek olsak, bu karnemizin durumu ne olurdu?

Sahâbe Efendilerimiz dâimâ, hâllerini O’nun hâline benzetebilmek aşkı ve iştiyâkıyla yaşadılar:

O’NUN AFFEDİCİLİĞİYLE…

Ebu’d-Derdâ Hazretleri, Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün şehri dolaşırken; halkın, kötü ve ağır sözlerle bir günahkâra hakaret ettiklerine şâhit oldu. Onlara sordu:

“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, ne yaparsınız?”

Oradakiler;

“–İp sarkıtır, kurtarmaya çalışırız!” dediler.

Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-;

“–O hâlde bu günah kuyusuna düşmüş adama niçin merhamet etmiyorsunuz?

Ona da bir saâdet ipi uzatıp içine düştüğü felâketten kurtarmaya baksanıza!” dedi.

Birisi sordu:

“–Allah Teâlâ, günahkârları cehennem ile tehdit ederken; siz bu günahkâra düşmanlık duymuyor musunuz?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişmiş bulunan güzîde sahâbî, bu suâle şöyle cevap verdi:

“–Evet düşmanlık duyuyorum; fakat ben onun şahsına değil, yaptığı çirkin fiillere düşmanım!

Günahı terk ettiğinde o yine benim din kardeşimdir.” (Bkz. Abdürrazzâk, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)

Bu tavsiyenin güzel bir tatbikatı şöyledir:

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri; bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da;

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bırakırsam, hürmetsizlik olur…” demişti.

Adam ayıldığında ona;

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler.

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve;

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

Böylece bir hidâyete vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle buyuruldu:

“–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

O’NUN ŞEFKATLİ TÂLİMİYLE

Ebû Hârun el-Abdî -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

Biz gençler (dînî hususlarda bilmediğimiz) bazı şeyleri öğrenebilmek için Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’ın yanına giderdik. O bizleri görünce (çok sevinir ve bize hitâben) şöyle derdi:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bize vasiyet ve emânet ettiği kişiler, merhaba, hoş geldiniz!

(Zira) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize şöyle buyurmuştu:

«–Dünyanın dört bir yanından insanlar gelip dîni iyice öğrenmek ve onda derinleşmek isteyerek size tâbî olacaklardır.

Onlar size geldiğinde kendilerine îtinâ gösterin ve (dâimâ) hayırla muâmele edin!»” (Tirmizî, İlim, 4/2650; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17, 22; Dârimî, Mukaddime, 26; Hâkim, I, 164/298)

Ebû Musa el-Eş‘arî -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâbını vazifeli olarak bir yere göndereceği zaman, onlara şu tembihatta bulunurdu:

“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” (Müslim, Cihâd ve siyer, 6)

O’NUN AZİM ve GAYRETİYLE

Sahâbe-i kiram; nâil oldukları hidâyet nimetinin şükrünü, o nimeti insanlığa takdim etmek sûretiyle îfâ etmeye muazzam bir fedâkârlıkla gayret ettiler. Yeryüzünde insanların yaşadığı her mekâna, Semerkant’tan, Afrika’nın içlerine, İstanbul’dan Çin’e varıncaya kadar her yere ulaşmaya çalıştılar.

Dünya tarihinde, İslâm’ın yayılışıyla kıyaslanabilecek başka bir hâdise yoktur. İslâm’ın yayılışı; gönül fethi hâlinde tecellî ettiği için, hızlı olduğu gibi kalıcı da oldu.

Tarihte rastlanan işgal ve istîlâ hâdiseleri ise, hızlı olsa da kalıcı olamadılar. İskender, Atillâ ve Hülâgû gibi şahısların istîlâları kısa bir müddet içinde tesirini kaybetti. Geriye sadece zulümlerinin kahırla anılması kaldı.

Sahâbe-i kirâmın tebliğ aşkıyla, büyük bir fedâkârlık ve gayretle, yeryüzüne nasıl dağıldıklarına bir misal olarak, Abbâs ailesi zikredilir:

“Abbâs -radıyallâhu anh-’ın oğulları;

•Abdullah, Tâif’te,

•Ubeydullah, Medine’de,

•Fâdıl, Suriye’de,

•Mâbed ve Abdurrahman, İfrikiyye’de (Tunus civarında),

•Kusem, Semerkant’ta ve

•Kesîr, (Kızıldeniz kenarındaki) Yenbû’da medfundur.” (Kettânî, Terâtib, Hazret-i Peygamber’in Yönetimi, III, 195)

Sahâbenin bu aşk ve heyecanı sayesinde, onlara hayru’l-halef olan sonraki nesillerde de irşad ve tebliğ azmi devam etti.

Ukbe bin Nâfî, Kayrevan’a kadar gitti. Yüreğindeki cihad ve tebliğ arzusu, öyle coşkulu idi ki, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etti:

“–Yâ Rabbî! Şu koca deniz olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim. Fakat önüme koca bir deniz çıktı!”

Yavuz Sultan Selim de, Mısır Seferi’nden dönerken şöyle demişti:

“–Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!”

O’NUN KUR’ÂN OKUMA İŞTİYÂKIYLA…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimâ Kur’ân ile beraberdi. Kur’ân’ı yaşar, Kur’ân ile tebliğ eder, Kur’ân’ı sevdirirdi. En büyük emek ve zamanını Kur’ân talebelerine tahsis ederdi. Kur’ân okumayı da, onu başkasından dinlemeyi de severdi.

Ramazân-ı şeriflerde ise Cebrâil -aleyhisselâm- ile Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona mukabele ederlerdi. Vefâtı senesinde bunu iki kez tekrarlamışlardı.

Sahâbe-i kiram, her gün vakitlerinin bir kısmını Kur’ân okumaya tahsis ederlerdi. Birçoğu haftada bir, kimisi iki haftada bir, kimisi ayda bir hatim indirir, Kur’ân’dan daha fazla ayrı kalmayı uygun görmezlerdi.

O’NUN TEZKİYESİYLE…

Sahâbe-i kiram; Kur’ân’ı sadece dil ve dudak ile değil, gönülden okur, Allah kelâmı için kalplerini de temizler ve hazırlarlardı.

Hazret-i Osman ne güzel söyler:

“Eğer kalpleriniz tertemiz olsaydı, Allâh’ın kelâmına doyamazdınız.” (Ali el-Müttakî, II, 287/4022)

İbrahim Desûkî -rahmetullâhi aleyh- Kur’ân’ın feyzinden istifâde husûsunda şöyle buyurur:

“Kur’ân okumak isteyen kimse, evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. İsrafa kaçmamalı, haram ve şüphelilere karşı teyakkuz hâlinde olmalıdır. Şayet bunlara dikkat etmezse Kur’ân-ı Kerîm’e karşı edepsizlik etmiş olur…

Bu durumda hâfızasındaki Kur’ân ona lânet okur ve şöyle der:

«Kim Allâh’ın kelâmına tâzim göstermez ve onunla amel etmezse, Allâh’ın lâneti üzerine olsun!»

Evlâdım! Kur’ân’ın sırlarını anlamak istersen, nefsini tezkiye et ve Kur’ân’ın feyzinden istifâde etmeye çalış! Boş sözleri bırak, faydalı amellerle meşgul ol! Yanağını yere koy (mütevâzı ol), topraktan geldiğini ve yine toprağa döneceğini unutma!

Günahlarının çokluğundan ve kıyâmet günü yüzüne çarpılmasından kork!

Amellerinin kabul edilip edilmeyeceğini iyi hesap et! Eğer böyle yaparsan Rabbinin kelâmındaki ince mânâları ve esrârı anlayabilirsin. Böyle yapmazsan bu ilâhî kapı sana kapalı kalır.”

Kendisini «Kur’ân’ın kölesi / hizmetkârı» olarak takdim eden Hazret-i Mevlânâ da, Kur’ân tilâveti husûsunda şu îkazlarda bulunur:

“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şeriflerini okumadan evvel, kendini düzelt!

Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet!

Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin
sana ne faydası olur?..

Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”

Ramazân-ı şerif ve ona hazırlık hengâmında, bu altın tavsiyeleri yerine getirmek için azmetmek lâzımdır.

Kur’ân-ı Kerîm’i derin bir duyuşla okumaya, yaşamaya, yaşatmaya, evlâtlarımıza öğretmeye ve öğrenmelerini sağlamaya gayret etmek lâzımdır.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetle ittibâ edebilen ve Sünnet-i Seniyye’yi yaşama gayretinde olan kullarından eylesin.

Bizleri Kur’ân-ı Kerîm’in âhirette; şikâyetçi olduğu bedbahtlardan değil, şefaatçi olduğu bahtiyarlardan kılsın.

Âmîn!..