KALBİN HÂLLERİ

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

«İnsan nedir?» sorusuna çok farklı cevaplar verilmiş, farklı yorumlar yapılmıştır. Kimi; «İnsan düşünen bir varlıktır.» derken, kimi de; «İnsan konuşan bir varlıktır.» demiş.

İnsanın fizîkî, rûhî, aklî özelliklerine göre çeşitli tanımlar yapılmıştır. Yusuf KAPLAN’ın tarifi ise daha geniş ve derin anlamlıdır: O; «İnsan âlemin rûhudur.» der.

Kur’ân’ımızın beyânına göre ise;

“İnsan en güzel sûrette yaratılan bir varlıktır.”

•Îman ve amel-i sâlih sahibi ise o eşref-i mahlûkattır.

•Hakk’ı bilmeyen, tanımayan, inkâr eden ise esfel-i sâfilîne düşen; nankör, câhil ve zâlim biridir.

Bu insan ki; ekmeğe, suya, havaya ihtiyacı olduğu kadar; ilme, îmâna, ahlâka da muhtaçtır. Bu meziyetlere sahip olmak için de hayatı boyunca eğitimden geçmek zorundadır. Okumak, öğrenmek, inanmak onun en temel ihtiyaçlarıdır.

Hocalarımız; eğitilmeyen insanı, sulanmayan bir ağaca benzetir. Sulanmayan bir ağaç ise kurumaya mahkûmdur. Kuru bir ağacın da ne meyvesi ne de gölgesi olur.

İlkokula gidenler bilir; matematik için çarpım tablosu, Türkçe için de ismin beş hâli ilk öğreneceği bilgilerdir. Biz ismin hâllerini okulda öğrenirken, kalbin hâllerini de evimizde, avlumuzda, sokağımızda ve mahallemizde büyüklerden dinleyerek öğrenmiştik.

Şunu biliyoruz ki, okul eğitim için ne kadar önemli ise; ev, aile ve mahalle de eğitim için o kadar önemlidir. Ama bugün; toplumu düzene sokan, bozulmayı, çürümeyi engelleyen bu eğitim sistemini art niyetli kişiler «mahalle baskısı» diye karşı çıkıp yıkmaya çalışmaktadır. Bunda da biraz başarılı olmuşlardır. Bugün plâj kıyafetiyle çarşıda, pazarda, sokakta hayâsızca gezip dolaşanlar varsa; bu, mahalle kültürümüzün kaybolması sebebiyledir.

Çocukluğumuzda, gençliğimizde bir insanın değerini, güzelliğini, onların kalbî hâllerine göre ifade edilmelerinden anlardık. Günaha batmış, kötülüğü âdet edinmiş insanlara; «kalbi kara, kalbi bozuk, kalbi fesat» denilirdi. İyi düşünen, iyiliği şiâr edinen, güzel ahlâklı kişilere de; «kalbi temiz, kalbi güzel», merhametli insanlara; «kalbi yumuşak», sert ve kaba olanlara «kalbi katı», duygusuz, sevgisiz olanlara da «kalpsiz» denirdi.

Bütün bu vasıfların üstünde, ermiş olarak görülen kişiler için de; «kalp gözü açık» biri diye ifade edilirdi.

Biz çocukluğumuzda; «İyi kalpli kimdir? Kötü kalpli kimdir?» bunları insanların davranışlarından anlardık ama; «Kalp gözü nedir? İnsan, kalbiyle nasıl görür?» bunları çözemezdik.

Daha sonra bir hocamızın anlattığı şu hâdiseyle bunu da anladık:

Gençliğimizde gözleri görmeyen iki arkadaş vardı. Bunlar kol kola girerler çarşıyı, pazarı gören bir insan gibi gezerlerdi. Vakit namazlarını da Ulu Camii dediğimiz Envâru’l-Hamîd Camii’nde kılarlardı. Birisi iri yapılı, kilolu; diğeri zayıf ve kısa boylu idi. Namazdan sonra aşr-ı şerif okurlardı. Zayıf ve ufak tefek yapılı olanın çok güzel sesi vardı. Onu dinlerken cemaat mest olurdu. Bundan dolayı olsa gerek, onlara cemaat; «hâfız» derdi. Adlarını pek kimse bilmezdi; «Hâfız gel!.. Hâfız git!..» diye hitap edilirdi.

Bir gün; bunların evden camiye, camiden eve yolunu, yerini şaşırmadan gelip gitmelerini merak eden muhterem bir hocamız, hâfızlardan birinin koluna girer;

“–Benim de senin evinin olduğu mahalde işim var, beraber gidelim.” der. Sohbet ederek giderler. Hocamız hâfızı denemek için onun evine dönen sokağa girmeyip düz olarak caddede yoluna devam eder. Beş-on adım gidince hâfız durur. Hocamıza;

“–Yanlış gidiyoruz, bizim evi geçtik!” der.

Hocamız da ona;

“–Arkadaş gözlerin görmüyor, evini geçtiğimizi nasıl anladın?” der.

Hâfız;

“–Hocam ben gideceğim yeri aklıma alırım yola çıkarım, kalbim de bana yön verir. Cami ise camiye vardığımda, ev ise eve geldiğimde o yerin gölgesi kalbime düşer, bu şekilde gideceğim yeri rahatlıkla bulurum.” der.

Yani kalbiyle hissedip, kalbiyle yol alıp, kalbiyle bulduğunu söyler.

Hocamızın anlattığı bu vaka da kalple alâkalı, ama esas kalp gözü ile görme bu değildir. Bazı hak dostlarına verilen bu meziyet daha farklıdır. Onların baş gözleri de görür, kalp gözleri de görür. Onlar baş gözleri ile duvarın önünü, kalp gözleriyle de duvarın arkasını görürler.

Baş gözleri için görebilecek bir alan, bir mesafe vardır, ama kalp gözleri için alan ve mesafe sınırı yoktur. Bulunduğu yerden dünyanın öbür ucunu görür ve duyar.

“Kalp gözü nedir?”,

“İnsan kalbiyle görebilir mi?”,

“Bir insan başka birinin kalbinden geçenleri, düşündüklerini bilebilir mi?”

Bunları ancak yaşayanlar bilir. Yaşamasa da inananlar da vardır. İnanmayanlar da çoktur.

Bu konuda ilâhiyatçı bir yazarımıza sormuşlar. O da cevap olarak yazıp yayınladı. Ona göre;

“Böyle bir şey yoktur, olamaz da! Bir insan başka bir insanın aklından, kalbinden ne geçer, ne düşünür bilemez. Kalp gözü ile görmek de yoktur.” der.

Bu ilâhiyatçı yazarımıza ulaşmam mümkün olsaydı ona yanıldığını, yaşadığım hâdiselerle îzah ederdim.

Bir zamanlar böyle şeylere ben de inanmazdım. Bir gün tasavvuf ehli iki arkadaş; Karadeniz’in bir dağ köyünde imamlık yapan, âlim ve takvâ ehli bir hocamızın yanına, sohbetini dinlemeye beni de götürdüler. Yatsı namazını camide kıldık. Namazdan sonra hocamızla beraber evine gidiyoruz. Eve yaklaştığımızda, hocamızın üç katlı evini görünce;

“–Adama bak, köyde gökdelen yaptırmış!” diye içimden geçirdim.

Hocamız eve buyur etti. Oturma odasına girdik. Herkesle musâfaha yapıp; «Hoş geldin!» diyordu. Benim de elimi tutup; «Hoş geldin!» dedikten sonra, tebessüm ederek;

“–Bizim fakirhâneyi görenler gökdelen zannediyor hocam!” deyince o andaki mahcubiyetimi anlatamam.

Bu bir başlangıçtı. Bundan sonra o muhteremi her ziyarete gittiğimizde böyle nice farklı, hikmetli, ibretli davranışlarına, sözlerine şâhit oldum. Anlatsam, normal bir akılla düşünen anlayamaz.

Bu muhterem hocamızın kalp gözünün açık olduğuna, daha nice hârikulâde hâllerine bizzat şâhit oldum. Bunları anlatmak ayrı bir konudur.

“Böyle bir şey yoktur!” diyen ilâhiyatçı yazarımıza şu örneği vereyim:

“Anadan doğma görmeyen bir insana renklerle ilgili bir soru sorsak, ne cevap alırız? Veya o insana beyazı, maviyi, kırmızıyı nasıl anlatırız?

Anlatmak mümkün değildir. O insan için bir tek renk vardır. O da siyahtır. Yani onun için siyahtan başka bir renk yoktur. O kişi; «Bir tek renk var, o da siyahtır.» dese bu söz onun için doğrudur. Ama bizim için, görenler için öyle değildir.”

İlâhiyatçı yazarımıza şunu sormak isterim:

Ey muhterem hocam! Bir konuya; hayatta hiç görmeyen, anadan doğma kör olan bir insanın renkler hakkındaki düşünce ve görüşüne göre bakıp cevap verirsek, Allah için söyleyin, yanılmaz mıyız? Yani bizim kalp gözümüz görmüyor diye; «Böyle bir şey yok!» demenin anadan doğma görmeyen birinin; «Siyahtan başka renk yok!» demesinden ne farkı var?

Kalp için derler ki: İnsan; el, ayak, göz, kulak gibi uzuvlarına söz geçirebilir, onlar için bir irade vardır. Ama kalp için böyle bir durum yoktur. Kalp bulunduğu yere göre şekil alır. Atalarımız bunu şöyle ifade eder:

«Ölüye giden ağlar, düğüne giden oynar!»

Yani kalp, açık bir alandaki kuru bir yaprak gibidir. Rüzgâr ne yöne eserse o da o yöne savrulur. Bunun için sâlihlerle, sâdıklarla beraber olmamız istenmiştir.

İnsan ayağı kayıp düşse; çok olsa eli incinir, dizi sıyrılır veya bir yeri kırılır. Ama Allah esirgesin kalp kaydı mı, insanın ebedî olan âhiret hayatı söner.

Rasûlullah Efendimiz’in şu duâsı, bu durumun önemini ne güzel anlatır:

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren (Allâh’ım)! Kalbimi dînin üzere sâbit kıl!” (Tirmizî, Deavât, 124)

Velhâsıl, sadece göz görmez kalp de görür. Sadece kulak duymaz kalp de duyar, kalp de hisseder. Sadece ayak kaymaz, kalp de kayar.

Allâh’ım! Kalb-i selîm sahibi olmayı, huzûruna selîm bir kalple çıkmayı bizlere nasip eyle! Âmîn…