«BANA YAZDIĞINI OKU»

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Muhammed bin Said Bûsîrî, 7 Mart 1212’de Mısır’da doğdu. Gençliğinde dînî tahsilin yanında dil ve edebiyat okudu. Gönlünde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hissettiği derin muhabbeti şiirlerinde kâğıda döktü. «Kasîde-i Bürde» ismiyle mâruf şiiri, -bir rivâyete göre- felçli vücudunun şifâsına vesile olmasıyla meşhur olmuştur.

İmam Bûsîrî, 1296’da vefât etti. Kabri, İskenderiye’dedir.

*

İmam Bûsîrî’nin vücudunun bir kısmı felç olmuştu. Onu müşkül vaziyete düşüren bu hâlin şifâsı için Allâh’a içli duâlar etti. Bir müddet bu hâl üzere geçtikten sonra şair, bir gece rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ondan kendisi için yazdığı kasîdeyi okumasını istedi. İmam Bûsîrî;

“–Yâ Rasûlâllah! Sizin için birçok kasîde yazdım. Hangisini okumamı istersiniz?” deyince; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- okumasını istediği kasîdenin ilk beytini söyledi. Bunun üzerine şair 160 küsur beyitlik kasîdenin tamamını ezbere okudu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi sellem-, sonuna kadar dinledikten sonra hırkasını (bürde) çıkarıp şairin üstüne örttü ve vücudunun felçli kısımlarını mübârek elleriyle sıvazladı. İmam Bûsîrî uyandığında tarifsiz bir sürur, tatlı bir huzur hâlindeydi. Gönlünde hissettiği rahatlık ve ferahlığın yanında hayretler içindeydi. Çünkü vücudundaki felç zâil olmuş, sıhhate kavuşmuştu. İhsan ettiği şifâ ve lütuf için Cenâb-ı Allâh’a şükür secdelerine kapandı.

KADI: ZARARIN KADI TARAFINDAN TAZMİNİNE…

Osmanlı âlimi Şemseddin Muhammed bin Hamza, nâm-ı diğer Molla Fenârî, Nisan 1350’de doğdu. İlk derslerini babasından aldıktan sonra İznik’te ve Amasya’da tahsiline devam etti. Bursa’da müderrislik, kadılık ve müftülük, Karaman’da ve Mısır’da müderrislik yaptı. Geride ilmî eserler ve vakıf eserleri bırakan bu büyük âlimimiz, 15 Mart 1431 tarihinde Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da kendi yaptırdığı Molla Fenârî Camii avlusundadır.

*

Bursa’da bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Geri vermesi gerekiyordu; ama satın aldığı adam zorluk çıkarır, atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmî kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadı Molla Fenârî’yi yerinde bulamadı. İşini ertesi güne bıraktı. Fakat at o gece öldü. Adam ertesi gün bütün olan biteni kadıya anlattı, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenârî;

“–Senin zararını ben ödeyeceğim!” dedi.

Adam hayretle kadıya baktı;

“–Niçin siz ödeyeceksiniz? Kabahatiniz de suçunuz da yok!” dedi.

Molla Fenârî adama şu cevabı verdi:

“–Evet, öyle görünüyor; ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün şikâyetini bildirmek için makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, hâdiseye müdahale eder, atı geri verdirip paranı iade ettirirdim. At da sahibinin elinde ölmüş olurdu. Bu imkân şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için, zararım ben ödeyeceğim.”

SARGI YERİNDE BİR TABİP ve YARALI OĞLU

Çanakkale’de muharebenin çetin geçtiği bir gün, yaralılar kıta sargı yerini doldurmuştu. Sedyelerle durmadan yaralı taşınıyor; tabipler hayatta kalma ihtimali yüksek olanları düşük olanlara tercih ediyor, zamanla yarışıyorlardı. Bitkin ve bîtap düşen sıhhiyecilerin ve tabiplerin yorgunluğu, bir yarayı daha sarmanın ferahlığıyla bir nebze hafifliyordu. Tam bu esnada bir tabibin önüne yaralı bir er yatırıldı. Bir ayağı parçalanmış, bağırsakları dışarıya çıkmış bu asker için yapılabilecek çok fazla bir şey yoktu. Hayatta kalma ümidi yok denecek kadar az olan bu yaralı için tabip üzüntüyle sıhhiyecilere seslendi;

“–Kaldırın!” Tam bu esnada sedyedeki askerin ağzından kısık bir ses, iç burkan bir kelime duyuldu;

“–Baba!” Tabip, yaralı askerin toprak ve kana bulanmış yüzüne dikkatle bakınca onun kendi oğlu olduğunu fark etti. Hemen ona sarıldı, öptü, kokladı. Tarifsiz hislerle kısa bir müddet bu hâl üzere kaldılar. Ne var ki geride derman bekleyen yaralılar, hizmet bekleyen vatan evlâtları vardı. Tabip; oğluyla vedâlaşıp ayrılmak zorundaydı. Sıhhiyecilere dönerek;

“–O benim oğlum. Onu gölge bir yere kaldırın.” diyebildi. Sıhhiyeciler tabibin dediğini yaptılar. Tabip bir diğer yaralıyla ilgilenmeye başladı. Sonra başka bir yaralı… Sonra bir başkası daha… Nihayet ertesi gün işi biraz hafifleyince oğlunu aradı, buldu. Son kez gördüğü şehîd evlâdına son vazifesini îfâ etti.

BİR DİN ÂLİMİNDEN EKONOMİK ANALİZ

Hindistanlı âlim Muhammed Yûsuf Kandehlevî, 20 Mart 1917’de Delhi’de doğdu. İlk tahsilini babasından aldı. Hadis ve fıkıh alanında derinleşti. İlmî sahada eserler kaleme aldı. Hayâtü’s-sahâbe en bilinen eseridir. Bir ara tasavvufa yönelen Kandehlevî, babasının 1944’te vefâtı üzerine tebliğ cemaatinin başına geçti. Hindistan’da ve dünyanın diğer ülkelerinde tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulundu. Kandehlevî, 2 Nisan 1965’te Lâhor’da vefat etti. Kabri, Delhi’dedir.
*

1960’larda Hindistan’da büyük bir ekonomik kriz yaşandı. Temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları hiç görülmemiş bir şekilde arttı. Eşyalardaki pahalılık artık halkın dayanamayacağı bir duruma geldi. Halk Yûsuf Kandehlevî’nin yanına gelip bu durumu şikâyet ederek pahalılıktan ve fiyat artışından yakındılar. Ondan bu duruma karşı ne yapmaları gerektiğini sordular. Kandehlevî onlara şu mühim nasihati yaptı:

“–İnsanlar ve eşyalar Allah katında terazinin iki kefesi gibidir. Eğer Allah katında insanın değeri artarsa, eşyanın değeri düşer ve fiyatlar ucuzlar. Ama eğer Allah katında insanın değeri düşerse, eşyanın değeri artar ve fiyatlar yükselip pahalılık olur. Siz Allah katındaki değerinizi yükseltmeye bakın ki, böylece insanın değeri yükselsin ve eşyanın değeri de azalıp fiyatlar da düşsün.”

Sonra şu âyeti bu söylediğine delil olarak okudu:

“Eğer o ülkelerin halkı îmân edip Allâh’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.” (el-A‘râf, 96)