ANNE DUÂSI

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Öğle namazını Yunus Emre Camii’nde kılmıştı. Ayakkabılarını giyip bir kenara çekildi. Namazdan önce tek tük düşen taneler, yerini yoğun bir şekilde lâpa lâpa yağan kara bırakmıştı. Biraz seyrettikten sonra merdivenlerden ağır adımlarla çıktı. Kaldırımda birkaç kişi vardı. Nereye gideceğine dair aklında hiçbir şey yoktu. Zaman zaman olduğu gibi kendini ayaklarına bıraktı. Zihninde çeşitli düşüncelerle 20 dakika kadar yürüdü. Yine aynı yere gelmişti. Bu aralar sık sık aynı yere geliyor, sürekli aynı yere bakıyor ve burada derin düşüncelere dalıyordu.

Şehrin uğultusunun erişemediği bu yerde ölüm sessizliği vardı. Dizleri titremeye başlayınca, kaldırım taşına oturdu. Gözlerini bir noktaya çiviledi. İçinde aylardır büyüyen, yeri hiçbir şeyle doldurulamayan kocaman bir boşluk vardı.

İnsanın yaşadığı acılarını anlatmaya kelimeler bazen kifâyetsiz kalırdı. Ağlamak, anlatabilmenin bir başka hâliydi. Sözsüz, sessiz, içten ve saf hâli…

Kimsenin görmediği yerlerde gözyaşlarına engel olmayı bırakıp; utanmadan, sıkılmadan ve saklamadan ağlamak insanı az da olsa rahatlatıyordu.

Zihninin ufuklarını efkâr bulutları sararken gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağladıkça içindeki yangın büyüyor, şakaklarına inen ağrı şiddetleniyordu. Birkaç dakika sonra sızısından duramadığı göz kapaklarını yavaşça kapattı. Hava soğuk olsa da içindeki yangın, bedenini şebnemlerle örtülü bir yaprağa çevirmişti.

Aylardır bu şekildeydi. Zaman, bıçak gibi keskin bir ayaza dönmüştü. İyice sessizleşmiş, sanki kendini yalnızlığa hapsetmişti. Huzurunu kaybetmiş, inşirah gönül yurduna uğramaz olmuştu. Hüznün zirvesindeydi. Güneşi süresiz tutulmuş, renkler tabiattan sıyrılmıştı. Kâbuslar birkaç saatlik uykularını delik deşik ederek kalbura çeviriyordu. Geceler uzun ve hırpalayıcıydı. Acıların düğümlendiği, ağırlaşmış yükü sebebiyle kamburlaşmış yüreğinin tam orta yerine dağ gibi bir hasret oturmuştu. Yâkub -aleyhisselâm-’ın Yûsuf -aleyhisselâm-’a olan hasreti gibi.

Sonbahar… Bir vedâ mevsimiydi. Ağaçlar yapraklarına, dağlar eteklerindeki yeşilliğe, kırlar çiçeklere, göçmen kuşlar yuvalarına… İç ısıtan sıcaklık, yerini önce serinliğe sonra da insanı titreten bir soğuğa bırakırdı.

Aslında her mevsimde, hayatın her ânında vedâlar vardı. Lâkin hiçbir vedâ sonbahardaki gibi göre göre, hissede hissede olmuyordu.

Hayat yolculuğunda hüzünler artarken, sevinçler hep yarım kalıyordu;

Dünya mü’minin zindanı…(Müslim, Zühd, 1) hadîs-i şerîfinin bir mânâsı da belki de buydu.

Dünya; gelip geçici olduğu için, insanın rûhuna bir süreliğine giydirilmiş dar bir elbiseydi. İnsanlar sevdikleriyle beraber her dâim beraber olmak ister, onlarla güzel vakitler geçirir ve bu vakitlerin bitmesini hiç istemezdi.

Kayıplar, hayatın bir parçasıydı ve insanlar hayatları boyunca birçok şeyi kaybediyorlardı. Gençlik, zaman, umut, sağlık… Kaybedilen şeylerin hiçbirinin yeri dolmuyordu.

Bazı kayıplar küçük olsa da bazıları çok büyük ve acı vericiydi. Kayıpların en büyüğü insanın hayatını kaybetmesi değil; can dediklerini, canı bildiklerini, çok sevdiklerini kaybetmesiydi. Hele ki kaybettiği annesiyse… Bu, şüphesiz imtihanın en büyüklerinden biriydi.

Anne; sevginin, şefkatin, merhametin, fedâkârlığın daha birçok güzelliğin vücut bulmuş hâliydi.

Kaybedilen anneyse; zaman yürümeyi bırakıp uykuya dalıyor, dünya dönmekten vazgeçip gecede karar kılıyor, aradaki mesafeler gittikçe artıyor, hayaller paramparça oluyor, dalga dalga büyüyen hasret insanın yakasını asla bırakmıyordu. İçten tebessüm eden, samimiyetle sarılan, derdini dinleyen en yakının artık elinin eremeyeceği, gözünün göremeyeceği bir yerdeydi. Hâlinin nasıl olduğu meçhuldü.

Her gidenin zihninde, yürekte bıraktığı izler vardı. Hâtıralar ve resimler, insanı az da olsa tesellî edebiliyordu. Ancak onlar da zaman eridikçe vefâsız çıkmaya başlıyordu. Resimler hareketsiz olduğu için bir küçücük ânı canlandırıyor, öncesi ve sonrasına dair hiçbir bilgi vermiyordu. Hâtıralar bir süre sonra zihinden birer ikişer uçmaya başlıyor; zihinde kalanlarsa silikleşiyordu. Bu, tıpkı buğulu bir camın arkasından dışarıyı seyretmek gibiydi.

Gidenler, kalanların yüreğinde kapanmayacak bir yara bırakıp gidiyordu. Zaman, bugüne kadar söylendiği gibi her şeyin ilâcı olmuyordu.

Yıllar önce babasını kaybetmiş, aylar önce de annesini kaybedince bir türlü kendini toparlamayı başaramamıştı. Babasını kaybettiğinde ellerinden biri boş kalmış, lâkin;

“–Annem henüz hayatta!” diyerek diğer eliyle sımsıkı o ele sarılmıştı. Şimdi o da boş kalmıştı. Yetimliğini ve öksüzlüğünü iliklerine kadar hissediyordu.

Her ziyaretinde; annesi çocuk gibi sevinir, heyecandan ne yapacağını şaşırırdı. Mutfağında neleri varsa sofraya dizerdi. Bazen de sarılıp önce koklar sonra da öperdi.

Gecelerini; namazla, tesbihatla, duâlarla nurlandırırdı. Ellerini açar, yana yakıla, ağlaya ağlaya, uzun uzun duâ ederdi. Duâsını bitirmeden önce ümmet-i Muhammed’in evlâtlarını, sonra da kendi evlâtlarının sekizini de duâsının içine katar, hem dünyalarının hem de ukbâlarının güzel olmasını dilerdi.

Duâ, duâ, duâ…

Annesinin duâlarından mahrum kalalı beri sıkıntılara mahkûm olmuştu. Ufukları karanlıktan kurtulamamış, gönlünü huzursuzluk kaplamıştı. Etrafını saran mânevî fânus kırılmış, sıkıntılar ardı ardına gelmeye başlamıştı.

Ansızın zelzeleye tutulduğunu zannetti. Ancak silkelendiğini sonradan fark etti. Biri büyük bir telâşla hem silkeliyor hem de şu sözleri söylüyordu:

“−Hemşehrim!.. Hemşehrim!.. Haydi kalk. Bu havada burada durulur mu? Donarsın maâzallah. Neredeyse kardan bir heykele dönmüşsün. Ben mezarlık vazifelisiyim. Hava soğuyunca suların donmaması için çeşmeleri biraz açık bırakmak için mezarlığı dolaşmaya çıkmıştım. Seni son anda fark ettim. Donduğunu düşünmüştüm. Neyse ki korktuğum olmadı…”

Kar yağışı yerini tipiye bırakmıştı. Oturduğu yerden yanındakinin koluna girmesiyle zar zor kalktı. Damarlarında kan neredeyse buz tutmak üzereydi. Sendeleye sendeleye, ufak ufak adımlar atarken bir fısıltı hâlinde hep aynı şeyleri söylüyordu:

“−Anne duâsı, anne duâsı, anne duâsı…”