SOSYAL MEDYADA PROTESTOLAR

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Efdal olan ibâdet:
Allâh için muhabbet;
Allâh için husûmet…

Bir müslümanın en fazîletli kulluk düsturunun «hubb-i fillâh ve buğz-ı fillâh» olduğunu bildiriyor, nazmen tercüme etmeye çalıştığımız hadîs-i şerif. (Ahmed, 5/247) Kötülüğe sırasıyla; eliyle, diliyle ve kalbiyle müdahale etmek gerektiğini bildiriyor bir başka mübârek nebevî tâlimat.

•Bunun ferdî tarafı insanın îmânını test etmesi. Kalbinin, inancının tasvip etmediği kötü bir manzaraya karşı; müsamahakâr, vurdumduymaz, «bana ne»ci bir tavır içinde olmak, îmanla tam mânâsıyla bağdaşmıyor. Çaresizlik ise, kavî bir müslümana yakışmıyor.

Dünyada liberal anlayış hâkim. Hıristiyanlık ise mağlûp ve ezik. Bugün batıda kendi peygamberleri (kendi bâtıl inançlarınca ilâh saydıkları) İsa -aleyhisselâm- hakkında en iğrenç esprileri bile yaparlar. Fâhişelere; râhibe kıyafeti giydirebilir, haç taktırabilirler. Bayraklarını, boksörlerine şort yaptırıp giydirebilirler. Mukaddesat anlayışları yerlerde sürünmektedir.

Karikatür krizinde birçok batılıyı sarsan şey, müslümanların peygamberlerinin -her ne sûrette olursa olsun- çiziminin yapılmasını men etmek istemeleri olmuştu. Sırf bunu aklı sıra yıkmak için karikatür çizme kervanına katılanlar oldu. Anlamadıkları şey; bunun bir «kibir» değil, «muhabbet, hürmet ve kudsiyet» meselesi olduğuydu. Belki de müslümanların bu hassâsiyetini kıskandılar.

•Bir yanlışa müdahale etmenin topluma bakan tarafında ise; reklâmını yapacak, hattâ bir modaya, bir cereyana dönüştürecek cesareti, kötülük ehline vermemek var.

Lâkin âlimler, bu müdahalenin salâhiyet (yetki) ve miktar meselelerine dikkat etmişler. Çünkü halk tabakasının gayr-i nizâmî şekilde müdahalesinde «linç» tehlikesi mevcut. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker; linçe, yargısız infaza dönüşmemeli. Geçmişte her cenahtan çeşitli âlimler dahî bu nevî avâmî galeyanlarda büyük sıkıntılar çekmişler.

Günümüzde fiilî müdahale, belki olması gerekenden bile geriye düştü. Çünkü hayat tarzına müdahale ettirmeme duygusu, daha güçlü bir motivasyona sahip. Bunun telâfisi için midir nedir, uzaktan sözlü müdahale mecrâları, yani sosyal medya çok daha yüksek sesli protestoların, tenkitlerin sahası oldu. Bir video, bir fotoğraf, bir bilgi ifşâsı ve hücum. Çeşit çeşit mecrâlarda yayılarak protesto.

Hayvan haklarından çevreciliğe, engelli hassâsiyetinden kadın haklarına kadar birçok «dâvâ» için böyle protestolarla karşılaşıyoruz. Tabiî ki müslümanlar da bu sahayı hassâsiyetlerini dile getirmek için kullanıyorlar. Müslümanların da bu protesto imkânlarını kullanarak, dînî değerlerini müdafaa etmek, mukaddesâta toz kondurmamak istedikleri malûm. Bu istek tabiî ki haklı ve masum.

Son 20 senedir iktidarda muhafazakâr bir anlayış var. 15 Temmuz sonrası, idare, öncesine göre kolluk kuvvetleri, yargı ve medya bakımından daha güçlü. Bunlara yaslanarak müslümanların da taleplerini yükselttikleri görülüyor.

Hâlbuki ülkemizin kanunları hâlâ lâik. Ülkemizde bir hilâfet veya şeyhülislâmlık müessesesi yok. Diyanet İşleri Başkanlığının; kendi idare ettiği cami ve kurslar dışında, bir sahaya müdahale etme, karışma salâhiyeti yok. Meselâ birçok müslüman, piyasaya sürülen en azından dînî kitapları Diyanet’in kontrol ettiğini sanıyor. Hâlbuki Mushaf neşrinde bile Diyanet’in tam bir salâhiyeti yok. Ülkemizde hâlâ pek çok dînî hak ve hürriyet; kanunî bir hak olarak değil, idarecilerin inisiyatifleriyle kullanılabiliyor.

Bu sebeple, müslümanların zaman zaman sanki Selçuklu veya Osmanlı zamanında yaşıyormuşuz gibi bir duyguyla hareket ettiklerini görüyoruz. Ne toplum olarak o zamanlar gibiyiz, ne idare nizamı olarak.

Bu tür protestolarda iki gaye olabilir:

•Tenkit edilen kişi veya müessese; yaptığı şeyin bir kesimi kızdırdığını, üzdüğünü fark etsin, özür dilesin, bir daha yapmasın.

•Hukuk (savcılar) bu işe müdahale etsin. Bu saygısızlığı yapan cezalandırılsın.

Fark edileceği üzere, infial uyandıran husus, bilmeden yapılmışsa, birinci gaye öncelikli hedef olacaktır. Fakat zaten o kesimle uğraşmayı meslek edinen biriyse, ikinci gayeye doğru gidilecektir.

Hukukî bir müdahaleye dayanak şu kanundur:

“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edenler … cezalandırılır.” (TCK 216)

Yani idare ve yargı; İslâmî bir değeri korumak için değil, vatandaşlarından bir kısmı olan müslümanları tahrik edici bir davranış sergilendiği için devreye girmektedir. Bunu pekâlâ tersi için de yapabilir. Zaman zaman hocaefendiler de, sadece kitaplarda mevcut birtakım görüşleri aktardıkları için bu tarz «linç»lere maruz kalabiliyorlar. Yani müslümanların, sadece güçlü idarecilerin şahsî inisiyatiflerini kullanarak, İslâm’ın izzetini korumaya çalışmalarını talep etmeleri, bumerang tesiri yapabilir.

Yukarıdaki kanunu tekrar okuyun. Bugün dernekleşmeye, teşkilâtlanmaya başlayan ateistler; yarın, kendilerine uygun bir zemin bulurlarsa, bir vaizi, kendilerine karşı halkı alenen kin ve düşmanlığa tahrik etmiştir diye dâvâ edebilirler. Bu sebeple son yıllarda toplumda, zannedildiğinden daha kalabalık olduklarını dile getirmeye çalışıyorlar. Aynı tehlike, bizim hâlen rahatça sapıklık diyebildiğimiz cinsî «yönelim»ler için de mevcut.

O hâlde, infial gösterilecek şeylerin, gerçekten o tepkiyi hak edecek derecede hukuken de haddi aşmış olmasına dikkat etmeli.

Yukarıdaki zikrettiğimiz birinci gaye, yani hatâen işlenmiş bir kabalığı gidermek noktasına yoğunlaşalım. Bugün bütün dünyada Mûsevîler bu noktada teşkilâtlanmalarını tamamlamışlardır. Siyâsî ve iktisâdî lobileriyle de güçlendirdikleri dernek ve benzeri kuruluşları, kendilerini rencide eden bir kişiyi derhâl geri adım attıracak güçtedir.

Müslümanlar ise acaba sadece dövündüğümüzle mi kalıyoruz? Yani hem hukukta mesafe alamayacak hem de özür diletemeyecekseniz, toplamda bu meseleyi gündeme getirdiğiniz için zararlı çıkmış olacaksınız. Siz abartmış, gereksiz bir tenkitte bulunmuş sayılacaksınız. Daha sonraki tepkilerinize de dudak bükülecek.

«Aydınımız» niçin bu kadar hata yapıyor?

Diplomasinin bir gereği olarak, bir ülkeye, büyükelçi, ataşe gibi bir vazifeli gönderileceğinde; ona, gittiği toplumun örf, âdet ve dînî uygulamalar gibi bilgileri aktarılır. Bunlara riâyet etmesi sıkı bir şekilde tembihlenir.

Bizim ülkemizde Tanzimat’tan beri öz değerlerimizden öyle bir uzaklaşma, kopuş ve yabancılaşma meydana geldi ki, kendi «aydın»ımıza, sanatçımıza, oyuncumuza, kendi toplumlarına dair böyle bir eğitim verme ihtiyacı zuhur etti.

Gerçekten müslümanları incitmemeleri gerektiğini düşünenler, danışmanlık almalılar. Müftülüklere danışmalılar, işlerinin çapına göre, ilâhiyatçı editörler, son okumacılar tutmalılar.

«Aldığınız abdest, ürküttüğünüz kurbağaya değsin.» diye bir söz vardır. Sosyal medya protestoları; günlük, haftalık olarak ne kadar kuvvetli ise uzun zaman bakımından o kadar da geçici. Gündelik lâkırdılar, nefes harcamaya ne kadar değer? Yıllara, asırlara tesir edecek insanları yetiştirme faaliyetlerine mâni olacak derecede günlük protestolarla meşguliyet, dâvânın yararı bakımından da pek faydalı görünmüyor.

Çünkü; «Şüyûu vukûundan beter!», «Reklâmın kötüsü olmaz.» diye de îkaz edici sözler vardır.

Diyelim ki, birkaç yüz kişinin bulunduğu bir salonda dînî değerlerimize uymayan bir söz söylendi. Dînî bir hassâsiyet taşımadıkları için, dinleyenlerde de bir infial aslında yaşanmadı. Fakat siz bu programı amatör kamerayla çekip; yüz binlerce, milyonlarca kişiye ulaştırdığınızda, iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi yapmış oldunuz? Bu kişi, hüsn-i zan beslenen bir kişiydi, siz onun kötü niyetli olduğunu ortaya koydunuz, böyle bir faydası olabilir. Fakat ekseriya böyle ifşâlarda, zaten dînî hassâsiyet taşımadığını bildiğimiz kişiler mevzubahis oluyor. Dolayısıyla, ifşâ değil, mâlûmun ilâmı ve çirkinliğin kendi elimizle ilânı oluyor.

Sözün özü;

Biz müslümanlar; kızdırılarak sosyal deneylere maruz bırakılan, tahrik edilerek eğlenilen tesirsiz kalabalıklar değil; gücendirilmek istenmeyecek kadar muhterem, güçlü, müessir, ağırbaşlı ve adâletli bir ümmet olmaya gayret etmeliyiz.