Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -12- DERDE GÖRE REÇETE

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

İFŞÂ ETMEMELİ

Önceki kaidede, ehil olmayanları ele veren bazı hususiyetleri dile getirdikten sonra; müellifimiz, tasavvuf ilmini ehil olmayanlardan esirgeme davranışının sebeplerine temas etmekte. Madem tasavvufun bazı meseleleri, ehil olmayan kişileri hatalı bir şekilde cezbediyor, o zaman o meseleleri öyle kişilerden sakınmak lâzımdır ve bu sakınma tavrı haklıdır.

On Sekizinci Kaide:

“Vâkıada (realitede, gerçek hayatta) nisbetlere itibar edilmesi, (aidiyetlerin gözetilmesi yani sûfî olanla sûfî olmayanın ayrı tutulması) bir gayeye mebnîdir. Bu gaye hükmü hususîleştirmek, umumî olmaktan çıkarmaktır.”

Çünkü kendisini sûfiyyeye, tasavvufa nisbet eden kimselere, konuşulacak sözlerle kendisini tasavvuftan uzak gören kimselere yahut avâm-ı nâsa konuşulacak sözler birbirinden farklıdır, ayrıdır.

Bu sebeple nisbetin realitede, gerçek hayatta gözetilmesi gerekir. Bu bir yönüyle tasavvuftaki «ağyar» yani tasavvuf ehli olmayan kimselere dikkat edilmesi meselesiyle alâkalıdır.

“İşte bu sebeptendir ki;

Kavim, (yani ehl-i tasavvuf) ilimlerini (bazı kimselerden) kıskanır, esirger (herkese anlatmaz. Bunun iki sebebi vardır):

•(Bu kapalı mevzuları bahane ederek, tasavvufu) inkâr (etmelerine) mahâl bırakmamak,

•Avâmın akıllarını hususî mevzulara takılmaktan korumak.”

Nisbeti gözetmek, sûfî olanla olmayanı ayırmaktır. Böylece tasavvufa mensup olanlara îzah edilen, açıklanan bazı şeyler avâm-ı nâstan gizli tutulur. Çünkü bu kimseler tasavvufî ilimleri, evvelemirde idrâk edemeyebilir. Ve idrâk edemedikleri şeyi de inkâr edebilirler. Bundan dolayı tasavvufî ilimler; ulu orta konuşulmaz, herkese anlatılmaz. Bu, özel birtakım bahisler avâma nakledildiğinde, sıradan müslümanların huzûrunda konuşulduğunda onların akılları bu özellikli durumu kavramaktan uzak olacağından; onların akıllarını himâye etmek, korumak maksadı ve gayesi güdülmüştür.

Hususî olmasının bir maksadı olmasına rağmen, birtakım tasavvufî bilgiler tasavvuf erbâbınca anlaşılabilir.

Nitekim anaokulu seviyesinde, yeni okuma-yazma öğrenmeye başlayan bir kimseye üniversite seviyesinde bilgi aktarımı yapılmaz. Herkesin kendi yaşına münasip ve kendi idrâkiyle mütenasip olan mertebede bir aktarım olur.

Tasavvufun birtakım bahisleri avâm-ı nâsa, sıradan kimselere ağır gelebilir. Reddedebilirler, anlamakta zorlanabilirler. «Anlayacağız!» diye de ısrar ettiklerinde sıkıntıya düşebilirler. Onun için tasavvufa mensubiyeti olanın itibarı vardır. Onlar hususî bir muameleye tâbî tutulur.

İşte bu anlattığımız sebeplerden dolayıdır ki;

“Ehl-i tasavvufun çoğu; tasavvufa mahsus olan ve yanlış anlaşılma ihtimali olan konularla ilgili bu meselelerin ilmiyle meşgul olmayı, bunlarla amelde bulunmayı veya bunun iddiasında yahut da benzeri meselelerin ifşâsında bulunmayı reddetmişlerdir, yasaklamışlardır.

Böylece anla ve her hükmün hakkını verme gayretinde ol!”

Yani ehl-i tasavvufun bu kanaatlerine hak ver. Her aidiyetin kendi hakkını kendisine teslim etmek lâzımdır. Meselâ;

“Umum halka, (öncelikle) ameller lâzımdır.”

Avâm-ı nâs amelle meşgul olacak. Namazını kılacak, Kur’ân’ını okuyacak, tesbihatını yapacak, hayır-hasenatta bulunacak, muamelesinde, ticaretinde düzgün ahlâklı davranacak.

“Müridler için, (bu amelleri îfâ ettikten sonra vasıflanacakları mânevî) hâller vardır.”

Müridler, avâm-ı nâsın ulaştığı amel seviyesini aştıktan sonra, birtakım mânevî hâller ile vasıflanırlar. Yani bu tasavvuf yolunun yolcusu olan, bu yolda bir mesafe katetmeyi düşünen kimseler, hâl kazanmaya çalışırlar. Onların fârik vasıfları, ayrıcalıklı özellikleri hâlleridir.

“İbâdetle meşgul olanlar, âbidler; faydalara ulaşırlar.”

Âbidler sınıfı; faydalar devşirirler, ibâdetin lezzetini alırlar, feyzini duymaya başlarlar.

“Ârifler de işin hakikatine, hakikatlere mazhar olurlar.”

Çünkü ehl-i irfan, işin rûhuna tâliptir. Onlar; amel, hâl ve fâide mertebelerinden istifadeyle hakikate nâil olur.

Buradan hareketle, müellifimiz yine «Hikem-i Atâiyye»den bir iktibas yapar:

“(İbn-i Atâullah el-İskenderî’nin dediği gibi):

«İbâreler, (birtakım işaretler), kulak verenler ailesinin azığıdır, gıdâlarıdır.»”

Yani dinleyen, irfâna aç olan kimseler, birtakım işaretlerle gıdâlanırlar.

“(Bu azıklardan) senin olan, (sana kalan), ancak senin yediğindir.»”

Sana ancak yiyebildiğin lokma kalır. Yiyemeyeceğine tâlip olma! Nisbetin o seviyede değilse, o lokma sana nasip olmaz.

Şöyle bir mânâ da anlaşılmakta: Bazılarına zararlı olan şeyler bir başkasına faydalı olabilir.

Nitekim Cenâb-ı Allah; Kur’ân-ı Kerim’de verdiği bazı misallerle, Allâh’ın dilediğine hidâyet ettiğini, dilediğini de dalâlette bıraktığını dile getirir. (Bkz. el-Bakara, 26; el-İsrâ, 82; el-Müddessir, 31)

Bu sağlıkta da böyledir. Bazı şeyler kimisine dokunur, kimisine iyi gelir.

Mânevî hastalıklar da böyledir. Yani hastalık aynı diye aynı reçeteyi kullanmaya kalkarsa insan, zarar görür. Dolayısıyla hastalığın veya hastalığın belirtilerinin aynı olması, yazılacak reçetenin aynı olması gerektiği anlamına gelmez. Herkesin tabiatına göre, meşguliyetine göre, yapısına göre farklı bir reçete verilmesi, sunulması gerekebilir.

Bu kaidenin özü:

Tasavvuf ehline mensup olan insanların kendi aralarında konuşacakları şeyler vardır, başkalarından saklayacakları şeyler vardır. Başkalarından sakladıkları bu şeyler onların akıllarını yormamak içindir, kendilerini inkârcı olmaktan korumak içindir. Yoksa bunlar zararlı şeyler olduğundan değil.

Maamâfih özel bilgiler olduğu için, bunlar başkalarına aktarıldığında yanlış şeyler anlaşılabilir.

“Böyle bilgilerin ilmini yapıyorum, bunun ameliyle meşgulüm veya iddiasındayım.” demeyi de ehl-i tasavvuf yasaklamıştır. Avâma anlatılacak şeyler vardır; havâssa anlatılacak şeyler vardır. Eğer bunlar karışırsa birtakım karışıklıklar ortaya çıkabilir. Binâenaleyh herkes kaldırabileceği, hazmedebileceği şeylerin peşinde olmalıdır.

Nitekim yemek yerken de insan, hazmedebileceği şeyleri yemelidir. Bir bebeğe, bir yetişkinin yediği birçok yiyecek zarar olur. Şeker hastası, kalp hastası, gut hastası kezâ…

İlâhî olarak okunan şu mısralar bu hakikati dile getiriyor:

Güzel âşık cevrimizi,
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rızâ lokmasıdır,
Yiyemezsin demedim mi?

ÖZEL VAR…
GENEL VAR…

Yukarıdaki kaide; «Tasavvuf tehlikeli bir şey midir ki, gizlisi var, saklısı var…» diye düşündürmemelidir.

Müteâkip kaidemiz, bu umumî ve hususî taksiminin tasavvufa mahsus olmadığını, aslında hemen hemen bütün ilimlerde bu taksimatın mevzubahis olduğunu şöyle anlatmakta:

On Dokuzuncu Kaide:

“Her ilmin, genel ve özel olan kısımları vardır.”

Herhangi bir branştan bahsetsek, bu branşın, herkesin anlayabileceği, umumî olan seviyesi olduğu gibi özel bir branş mâhiyetine çıkabilecek seviyesi de vardır.

“Diğer ilimler de tasavvufla aynıdır.”

Fıkıhta da böyledir, hadiste de böyledir, tefsirde de böyledir. Hattâ matematikte, kimyada da böyledir. Binâenaleyh ilkokul seviyesinde anlatılacak şeyler farklıdır. Herkese anlatılacak olanlar farklıdır, uzmanlık eğitiminde anlatılacak olanlar farklıdır.

Binâenaleyh tasavvufun bu mânâda diğer ilimlerden bir farkı yoktur. Tasavvufta da umumî ve hususî mâhiyette olan şeyler vardır. Hattâ genel olarak, dîni bir bütün olarak değerlendirecek olursak;

“İlâhî hükümlerden muâmelâta dair (gerek Allah ile gerek insanların birbirleriyle yaptıkları akit vb. işlemlerle alâkalı) olanları herkese umumî olarak anlatmak lâzım.”

Dînî hükümler; ibâdât, muâmelât, ukûbat gibi başlıklar altında mütalâa edilir.

Muâmelât; daha ziyade, evlilik, boşanma, alışveriş, mîras ve ticârî sözleşmeler gibi insanlar arasındaki akitleri alâkadar eden sahadır. Müellifimiz, bunu biraz daha geniş kullanıyor. Allah ile kul arasındaki muameleyi, yani kulluk amelini de buna dâhil tutuyor.

Yani herkesin; îmânın, namazın, orucun, haccın, zekâtın, ticaretle meşgulse ticaretin ilm-i hâlini bilmesi lâzım ve herkese bu bilgilerin öğretilmesi lâzım.

Binâenaleyh ahkâm-ı şer‘iyyeden saklanacak, gizlenecek;

“Bu özel kimselere nakledilecek şeylerdendir.” denilecek bir şey yoktur.

“Ama bunun ötesine geçtiğimizde işte orada herkesin kabiliyetine göre, idrâkine göre bir anlatım olmalıdır, bir bilgilendirme yapılmalıdır. Konuşan, kendi kabiliyetine göre, kendi kapasitesine göre konuşmamalı. Muhatabının anlayabileceği seviyeye inerek bu meseleleri anlatmaya çalışmalıdır.”

Eğer muhatabı anlayamayacak durumdaysa o zaman anlatmak fayda doğuracağına, zarar doğurabilir.

“Nitekim bu noktada şu hadîs-i şerif bizlere yol gösteriyor:

«İnsanlara anlayabilecekleri, bilebilecekleri, tanıyabilecekleri şekilde konuşunuz.

(Aksi takdirde)

Allâh’ın ve Peygamberi’nin yalanlanmasını ister misiniz?»” (Buhârî, İlim, 49)

Sahîh-i Buhârî’de bu söz Hazret-i Ali’nin ifadesi olarak yani mevkuf hadis olarak geçiyor. Ancak benzeri başka hadîs-i şerifler de vardır:

أَنـْزِلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ

İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)

Her insanın kapasitesi farklıdır. Kapasitesinin üstünde, anlamayacağı şeyleri anlatmaya kalkarsanız veya hikmetini îzah edemeyeceğiniz şeylerden bahsederseniz o zaman adam inkâra gidebilir. Binâenaleyh insanlara idrakleri seviyesinde konuşmamız lâzım. Aksi takdirde fayda yerine zarar ortaya çıkmış olabilir.

“Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-’e bir defasında şöyle sorulur:

«−İki adam gelip sana aynı mevzuyu soruyor. İki kişinin aynı olan suallerine farklı cevaplar veriyorsun. (Bunun hikmeti nedir?)»

Hazret, cevaben der ki:

«−Cevap, soranın kadrine (idrâkine, anlayışına, seviyesine, durumuna ve ihtiyacına) göredir.»”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur:

«(Biz peygamberler) İnsanlara akıllarınca / anlayabilecekleri miktarda konuşmakla emir olunduk.»”(Sehâvî, el-Makāsıdü’l-Hasene, 164-165; Zebîdî, İthâfu Sâde, 2/65)

Nitekim Peygamber Efendimiz’e;

“–En fazîletli amel nedir?” diye pek çok kere sorulmuş.

Bir defasında;

“–İlk vaktinde kılınan namazdır.” (Buhârî, Tevhîd, 48; İbn-i Mâce, Tahâret, 4)

Bir defasında;

“–Anne, babana iyilik yapmandır.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, IV, 330)

Bir başka zaman;

“–Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2)

Bir başkasına;

“–Allâh’a îman, Allah yolunda cihad ve hacc-ı mebrûr!” (Buhârî, Hacc, 4)

Bir başkasına;

“–Zikrullah!” (Muvatta’, Kur’ân, 24) buyurmuşlardır.

Binâenaleyh Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetinde soruyu soran kişinin durumuna göre cevap vermek var.

Belki de namazlarında gevşekliği olan bir kimseye verdiği cevapta Efendimiz, namazı öne çıkarmıştır. Cihad meselesinde gevşekliği olana cihâdı tebârüz ettirmiştir.

Sözün özü;

Herkese anlatılabilecek hususlar var, özel kimselere anlatılabilecekler var.

Bu hususî hayatımızda da böyle değil midir? İnsanın, herkese anlatabileceği kendine ait hususları vardır. Ancak özel kimselerle paylaşabileceği sırları vardır. Bazı kimseler, bazı şeyleri kaldıramayabilirler. Haklı olarak bu gibi noktalara dikkat edilmesi gerekiyor. İnsanlara anlayabilecekleri, hazmedebilecekleri şeyleri aktarmak uygun düşüyor.

Bir çocuk size;

“–Bana Allâh’ı anlatır mısın?” dese, siz onun lisânına inerek, onun zihin dünyasına, aklına inerek cevap verirsiniz.

Bir müslüman soruyorsa, bir müslümana nasıl hitap edilirse öyle anlatırsınız.

Fakat soran bir ateist ise o zaman çok farklı bir cevap vermeniz gerekir.

Demek ki muhatabı iyi tanımamız gerekiyor ve muhatabı yönlendirme durumunda olmamız gerekiyor.

Meselenin tasavvufî boyutu;

Bir mürşid-i kâmil de evlâtlarını durumlarına göre farklı farklı şekilde yönlendirir. Tıpkı bir doktorun hastalarını farklı şekillerde tedavi etmesi gibi.

Ne mutlu, derdine derman olacak reçeteleri alıp tatbik edebilenlere!..

Ne mutlu, sadra şifâ olacak sözler söyleyebilenlere!..